- 769 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
PAZAR GÜNCESİ
Daha da fiyatları düştüğünden akşam, kıyıda kurulu pazara gittik. 15 Temmuzun gün batımında sahildeki kayıklara çarptıkça yola süzülen gölgeler, pırıl pırıl parıldayan denizin üzerinde uçuşan martıların ve pazarcıların bağrışmaları ardında sebze meyve alma işlemine başladık. Pazarda birçok insana rastlamak mümkündü. Gencinden yaşlısına, zenginden fakire... Ayrımcılığın olmadığı küçük bir köy gibi...
Dört patlıcan ve kabak dolusu poşeti taşıyan yaşlı kadın bu satıcıdan da bir kilo üzüm kazanmıştı. Satıcı verin anneme bir kilo para almayın dediğinde iyi yürekli biri olduğunu kanıtladı. Karşısındaki kim olursa olsun açsa bu her şeye değerdi. Kadın üzümü alınca dualar eşliğinde poşeti Pazar arabasına koydu ve oradan uzaklaştı. Küçücük çocuk annesinin upuzun elbisesinin ucunu çekiştirerek ağlıyordu ve bir yandan da kandil gününüz mübarek olsun tabelasının yanı başında parmağıyla istediği oyuncağı gösteriyordu. Diğer bir satıcı ise her şeyi bir milyona sattığı standını boş bırakmış, arabasının bagajında oturmuş bir yandan etrafı izlerken bir yandan da sigarasını tüttürüyordu. Cipslik sarılar, Lokum gibi sarılar şeklinde yazdığı kese kâğıdına koyup patateslerin arasına sıkıştıran adam bunların sayesinde beş kilo satabilmeyi başardı. Bebek arabasının içindeki sarışın bebek, ağzına kocaman havucu sokmuş bir yandan da Japon misali yan yana gözleriyle şaşı gibi gözlerini ortada birleştirip bakması beni gülmekten öldürdü. ‘Ben yaptım’ cümlesini tekrarlayıp duran adam barbunyaları satmaya çalışırken bir diğeri de ‘akşam pazarı abi gel gel’ diyerek sapsarı eriklerini satmaya çalışıyordu. Elinde mısır torbası taşıyan kadın ve minicik köpeklerinin bağlı olduğu tasmayı tutan kadının eşi bitkilere bakıyorlardı. Kadının karısı bitkinin ne olduğunu sorduğunda onun acı biber olduğunu öğrendi. Sonunda da almış olması beni şaşırtmadı. Mutlu mesut evlerine dönerlerken yanlarından Muhammed adında bir çocuk elinde kayısı yiyerek geçti. Tabii ki de adını halası bağırdığında öğrendim. Çocuk yolda gezinirken bir taraftan sulu sulu şeftalisini yemeye o kadar dalmış ki Pazar arabalarına kurban olmaktan son anda kurtulmayı başarıyordu. Bir başka satıcının bir stant dolusu soğanlarını satmaya çalışırken ‘Al elli kuruş soğan’ demesiyle oradan geçen bir adamın ‘sende hep evinde fazla olduğunda satıyorsun’ demesi çok ilgimi çekti. Herhalde adamın soğan yetiştiriyordu. Üstü başı ıslanmış olmasına karşın elindeki salatalığı yemeye çalışan bir kız salına salına yürürken yanlışlıkla pembenin üzerine turuncu yuvarlaklı pantolonu ise sarı olan garip giyinişli kıza çarpıverdi. Bir tek birbirine çarpan onlar değildi. Üç genç çocuk ak sakallı bir dededen tutun da bebek arabası süren kadın yanlışlıkla adamın ayağının üstünden sürüşü… Kuzu sürüleri çayırlığa salındığında kuzular nasıl etrafa saçılıyorlarsa pazardaki insanlarda kuzulardan hatta başka bir değişle sürülerden farksızdı. ‘Tatlı, kavun tatlı’ sözünü orta yaşlı bir kadına demesi bir hayli komikti. Öyle ki yandaki diğer satıcılar hatta kadın bile gülmeye başladılar.
Başka bir taraftan, üstü başı düzgün iki genç kız, üç Temmuzda gelen Mustafa Ceceli konserinde yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Üstüne üstelik kız cep telefonunun konserde elinde tutması gerektiğini babasının önerdiğini söyledi. Böylelikle konserde şarkılara dalmışken çaktırmadan cebinden telefonunu çalamazlardı. İyi yöntem… Turuncu, kahverenginin ve sarının karışımından oluşan değişik renkteki bir başörtü takmış olan kadın marul almaya yanaşığında on yaşlarında bir çocuğun iki marul koyması üzerine ‘kim yiyecek bunları bir tane koy’ demesiyle çocuk afallayarak tekini diğer marulların arasına atması. İki gencin karpuzları birbirlerine atarak piramit şekline benzer bir şekilde yerleştirmeleri çok akıl almazdı. Bir mühendis edasıyla öyle güzel dizmişlerdi ki gerçekten iki boyutlu üçgensel prizmaya benziyordu. Yörük gözleme adı altında bir yerde pembe tişörtlü, esmer, sekiz yaşlarında bir kızın anneannesine yardımcı olmak adına satmaya çalıştığı bir masa dolusu rulo gözlemelerin önüne çökmüştü. Kolbastı Peyniri, İnatçı Kara Keçinin Peyniri, Trabzon Peyniri yazılı kartonların altında kocaman bir kamyonun yanında süt ve süt ürünleri satan adam son kartonu olan Ekşimemiş Sür Bulunur yazısını peynirlerin camına asmaktaydı. ‘Köyden bunlar abla! Şok, şok! Bizdekiler köyden, diğerlerinde yok böyle! Buradan alın abla, ticarette yok böyle, açık satıyorum, gel gel!’ pazarcı öyle güzel Pazar halkına sesleniyordu ki domates seçmek için girebilecek en küçük yer bile yoktu. Tek dolu yer burası değildi tabii. On tanesini üç milyona satan kocaman süt mısırlar öyle hoş kokuyorlardı ki doldurmak için satıcının alıcıya attığı pembe pazar poşetleri havada uçuşuyordu. Köyden organik yazılı tabelanın ardında satılan minicik, parmak boyunda patlıcanlar sadece on iki tane kalmış olduğu gibi birde iki liraya satıyorlardı. Upuzun kocaman patlıcanların çoğunluğu bile bir liraya satan pazarcılar da yok değildi. İnsanlara organik diye yutturup satmak çok yanlış. Para tuzağından başka bir şey değil… Genç yaşlarda bir oğlan bembeyaz bir gömlek giymiş, bacak baka üstüne atmış halde telefonla uğraşmaktaydı.
Pazarcıların bağrışmaları birbirine karışmışlardı artık. Onları seçebilmek imkânsızlaşmıştı adeta…
‘Ağlayın çocuklar, ağlayın ki anneleriniz size mısır alsın’
‘Buyurun Yalova’dan taze bamya’
‘Çıtır çıtır salatalıklar elli kuruşa, ilk ve tek!’ ,
‘Limonu bir lira yaptık, üç liradan vazgeçtik’
‘Çok tatlı karpuzlarım var!’
‘Al fasulye, yerli fasulye!’
Sonunda dopdolu bir Pazar arabası ve kocaman poşet dolusu yirmi tane mısır, domates, salatalık, patlıcan, şeftali, maydanoz… Eve zorlukla taşımış ta olsak sonunda eve varabilme sevinci içime işlemişti bile. Kollarım ve omuzum poşeti taşımaktan ağrımış olsa da sonunda almış oluğumuz meyvelerle bir tabak hazırlayarak günün keyfini çıkardık…