- 733 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
iNSAN VE RUH
Bütün canlıların bir tohumu ve tekrar aynı şekilde dirilmek için bekleyen bir nüvesi bir çekirdeği vardır. Birde insan vardır ve ruhu vardır. Derin bir şekilde ruhhh…! Ruh kelimesini söylediğinizde sanki ebediliğe doğru uzanan bir kapı açılıyor. Bütün canlılar, cansızlar bir lütuf, bir ihsan, bir ikram olarak insanların emrine verilmiştir. İnsanlara verilen ruhun emrine de bir irade-i cüziye verilmiş ve cennetine, ebediliğine kavuşmak için, bu ikramlara karşılık görevlerini, itaatini yapmak kendini kurtarmak zorundadır. Ne yazık ki ruh bedene girip tekâmül ettiğinde çoğu kez benliğini unutuyor, dünyanın afili cazibeleri yolunu saptırıyor, çıkmazla biten o yolculuğa itiyor.
Konuya açıklık getireceği düşüncesiyle bitki ve ağaçlardan başlayalım. Birinci aşamada tohumlar belli bir aşamadan sonra aynı nitelikte yeni bir bitki oluşturacaktır. İkinci aşamada ise hazanda yapraklarını dökerek kuru bir hale gelen ağaçlar baharda aynı şekilde dirilecek ve geri döndürecektir. Birinci benzetme, insanların dünyadan ahrete intikal hali, ikinci benzetme ise dünyada yaşayan insanların nesillerinin devamı halidir. Bir tohuma baktığınızda ortada ne bir kök, ne bir ağaç, ne yaprak nede meyve veren dallar kalmıştır. Bu çekirdeğe kayıtlanmış olan, vereceği mahsulün, anatomisi, ömrü ve kalitesi çizilmiştir. Tekrar toprağa bıraktığınız da belli aşamalardan sonra aynı şekilde sakladıklarıyla ortaya çıkacaktır. Bunu bilemezsin göremezsin, bu var olan bir hikmettir, kudrettir, güçtür ve sırdır. Bu insanın bütün hücrelerine dağılmış olan ruhudur. Ruhumuz yaşadığımız zaman içinde, öğrendiklerimizi, yaptıklarımızı, hatta düşündüklerimizi not eden bir multi hafıza kartımızdır. Hafıza kayıtlarımız dirildikten sonra karşımızda, umumun içinde şahitleriyle ve bütün organlarımızla dile gelecek şekilde şahitlik edecektir, yayınlanacaktır.
Ruhun tanımına gelelim. Ruh güç kaynağıdır, kudrettir, ışıktır, irade-i cüzi yenin sahibidir, akıldır kısaca nereden geldiğini bilmediğimiz Cenabı Hakkın insanlara verilen bir kaynağıdır, bir lütuftur. İmam-ı Rabbani hazretleri Me’arif-i letünnniyye isimli kitabında ruhu şöyle izah etmiştir. ‘’Cenabı hakkın vermiş olduğu beş latifenin birer sureti insana verilmiştir. İsimleri şöyledir; kalb, ruh, sır, hafi ve ahfâ dır. Evliyalar bu beş latifeyi birbirlerinden ayırt etmemiş, hepsine ruh demişlerdir. Ruhlar bedene girmeden öncede Allah-u Teâlâ’yı biliyorlardı. Bedenle birleşmeden önce bedene karşı bir muhabbeti vardı. Ruh bedene doğru bırakılınca kendini bedene doğru attı. Çok latif ve kuvvetli bir yayılma gücü olduğundan bedenin her yerine sindi ve işledi. Kendini unuttu kendini beden sandı ve fani oldu. İnsanların çoğu kendini yalnız beden olarak sanıyorlar. Ruhun varlığını bilmiyorlar ve bu yüzden ruha inanmıyorlar.’’ Denilmiştir.
Elbette ki insanın bedenine latif bir şekilde yayılan, yaşatan, aklın, bilimin kapılarını açan ruhun, insanlara verilen bu ikramın bir bedeli olacaktır. Şöyle ki her bir kaynağa ulaştığınızda, yeni bir kaynak bulursunuz, sonu yoktur, buldukça sizde şaşırırsınız ve sınırın sonunu bulamazsınız. Ruh bedene girip tekâmül ettiğinde tahsis edilmiş ve programlanmış yerlerine geçerek, göze gelir görür, kulağa girer işitir hücrelere dağılır hisseder, hareket ettirir. Beyine gelir düşündürür, mantığı çalıştırır bulur, muhasebe yapar, kalbe girer onunla damarların çalışır, güç bulur, akciğerlerinle nefes alırsın vs. Fakat vücudun bütün hücrelerine, kılcal damarlarına yerleşmiş olan ruhun, canın çıkması, ayrılması da o kadar zor ve çetindir. Ruh bedenden çıktığında bu mikroçip alacağını almış, belgelerini kaydetmiştir. Bu bilgiler ana merkezde, inceleme dairesi başkanlığında toplanacak ve hesap günü geldiğinde alenen umumun içinde karşınıza çıkacaktır. Sizin de gölgeliği olmayan kızgın güneşin altında mizan sıranız gelecektir. Öyle ise nasıl ki dünyada aradığını yapıyor ve buluyorsa, ahreti yani ebedi hayatı için de bulmalıdır, çalışmalıdır.
Adem a.s. dan bu tarafa birlerce yıl atalarımızın babalarımızın çürüyen bedenleri toprak olmuş bir halde beklemektedir, Bizde aynı akıbete uğrayacağız. Asıl bekleyen mantığın dışındaki ruhtur. Ama bu bekleyiş sanıldığı gibi kolay değildir. Nezarette uzunca bir süre işkence görmek ve hücre hapsine atılmak var, birde suçsuzluğu ispat edilerek rahatça bir şekilde salınmak temize çıkmak var. Bir sorgulama yapıldığında, nezarethane, adliyede mahkemede sorgulama ve jandarmalar arasında ki cezaevi yolculuğu. Bu teşbihten yola çıkarak, kabir hayatı, Mahkeme-i Kübra ve tükenmeyen bitmeyen sonsuz ahret hayatı. Ama bu mezarda bekleyiş şekli hazırlıksız veya suçlu gidenler için şöyledir, sıkıntılar, korkular, tehditler veya işkencelerle zebaniler arasında geçen dakikalar, geceler bitmeyen bir yıl gibi gelir Ama diğeri için ise saatlerce uykuda gecen süre, günlerce baygınlıkta geçen süre, bir anlık bir zaman gibi gelir. İbni Haldun’un bir sözü vardır, ‘’Geçmiş geleceğe; suyun suya benzemesi kadar benzer.’’
Bu misalim inanmak isteyenler için. İnsanların yaptıkları kameralarda ki görüntüler mekaniksiz olarak bir bilgisayara, CD, hafıza kartlarına kaydediliyor. Gökyüzüne gönderdiğimiz uydular sayesinde televizyon, radar yayınları yapılıyor, telefon görüşmeleri sesleriyle, tarihleriyle mahkemelerde belge ve kanıt olarak görülmekte ve ifşa edilmektedir., o zaman da nasıl inkar edeceksin. Bir mikroçipe, bir hafıza kartına baktığımızda bir şey göremezsiniz basit bir bakalit parçası gibidir. Ama cihazına takıldığında dünyalar açılır ve sınırsız bilgileri ortaya çıkaracaktır. Bizimde cihazımız olan kalp gözümüz olmadığı için inkâr ediyoruz. Gidip de dönen var mı aldatmacasıyla kaybediyoruz. Bize verilen vakitleri sınırsız gibi görüyoruz ve sınırsız bir şekilde bilinçsizce dünyaya yerleşiyoruz. Sanki gözlerimiz kör olmuş gidenleri hiç görmüyoruz. Tarihleri yoksa bir hayal ürünümü zannediyoruz.
Bütün sıfatlara bürünmüş azametli ruhun yaratıcısı Cenabı Hakkın Arşı Aladaki ve Levhi-mahfuzundaki kayıtlı olan bütün ruh entegrelerin de ki saniyelik bilgi ve görüntüler aşikâre ve canlı olarak umuma açık peygamberler karşısında ifşa edilecektir, kaçacak yer bulamayacaksın. Herkesin kaşları önüne inecektir. Uydularda muhafaza edilen bilgilere inanıyoruz ama bunları inkâr ediyoruz. Bir türlü inanmadığımız sağ ve sol omuzlardaki kayıt yapan meleklerimizin varlığıdır. Şayet inansaydık gizli dahi olsa hata yapmaktan çekinirdik. Birde bu meleklere şahitlik eden 160 melek olduğu beyan edilmektedir. Bunun ispatı da açıktır. Havada dolaşan oksijen azot gibi, binlerce kendi etrafında dönen moleküllerden oluşan gazlar dolaşmaktadır. Bunlar havayı oluşturur, titreşimi, iletişimi sağlar ve yaşamayı sağlar. Her birisi ayrı bir dünyadır. Bir santimetre kare içerisinde binlercesi bulunur. Bu yaratılan havada ki moleküllerin melek olmadığının aksini kim izah edebilir ki. Yanıldığımız nokta şudur, her şeyi kendi yapımıza göre teşbih ettiğimiz içindir.
Toplumda şöyle bir safsata vardır. Öldüğümüzde ruhumuz bedenimizden çıktığında daha sora gelecek olan başka bir insanın bedenine geçiyor, dolayısıyla eski yaşadıklarını beyan eden insanlar çıkıyor. Hatta bu hususta güncel gazetelerde veya yaşanmış olduğu iddia edilen hikayeler de gerçeğe yakın yaşantılardan bahsedilmektedir. Siz hiç inandırıcı buluyormuşsunuz? Şayet böyle bir şey olsaydı neden daha evvelki insanların bedenlerinde yaşıyorken başımızdan geçen olayları, mekanları ve bir insana en yakın olan o zamanki ana ve babalarımızı hatırlamıyoruz. Hayır, hayır insan bedenindeki ruh koskoca entegre tesistir. Zira her gün her an bir şeyler yapıyor, görüyor öğreniyoruz, okullara gidiyoruz yabancı diller, bilimler öğreniyoruz, ibadetler yapıyoruz hadiseler ve şahit olduğumuz acı tatlı hadiseler yaşıyoruz. Akıl almaz bir hızla insan denilen bu entegre tesislerden kameralarıyla yüklemeler yapılıyor, hatırlamalar çoğalıyor. Ama inanmak istemediğimiz omuzlarımızdaki canlı kayıt yapan meleklerimiz gizli kameralarımız var. Sokaklara bakıyorum da her birisi dünya kadar dünyaları bilen kabına sığmayan insanları görüyorum. Bu kabına sığmak bilmeyen, bu koskoca tesisi nasıl ikinci bir kaba sığdıracaksın. Küçük bir hafıza kartına yüklenen, bir köşede kalan kamera çekimini aynen ses ve görüntüsüyle yıllar sonra hatta sonraki nesiller izliyor. Evet bu cifler, bu gizli kameralar mahşer için hazırlanmış ve paketlenip depolanan tanıklarımız değimlidir. İnsanın yaptığı gizli kameralara inanıyoruz da Yaradan’ın tespit yapan meleklerine şahitlerine inanmıyoruz
Ruh bedenden ayrıldığında bir ceset kalır ki, kıymetsizdir, boştur zira artık o bir et parçasıdır. Allah’ın sevgili kulları müstesna. Bir müddet sonra toprak altında kokuşur. Beklide böceklere, sürüngenlere yem olacaktır. O zaman mı? Ruh her haliyle duyar görür, hisseder artık âlemi değişmiştir, kabir âlemi başlamıştır. Tekrar mahşer yerine baharda yağmurda kuru ağaçların yeşerdiği gibi. Yeniden ruhlar bedenlere girdiğinde, yeniden oluştuğunda denilmiştir ki Allah’ın cc. bir tecellisi olarak ruhumuz bedenin her yerine aynı vasıflarla nüfuz edecektir. Bedenin bütün organları konuşur, hisseder, şöyle ki ayaklar, eller, parmaklar ve diğer organlar konuşacak, keza gizli kamera şahit meleklerin şahitlik edecek o zaman dilin tutulur, inkâr edemezsin, kendi ateşinle yanarsın.
Dünyadaki ruhla, ahrette ki ruhun farkını şöyle yapabiliriz. Silindir şeklinde kapalı bina içinde olduğumuzu düşünün, belirli yerlerden gözetleme delikleri olsun oradan ancak belli bölgeleri görebilir, işitebiliriz. Ötesi size kapalıdır, bilemezsin. Ama o binanın dışına ve üzerine çıktığınızda, ufkunuz açılır, her yerden gelen sesleri alır ve her yeri görürünüz. Ruhun bedenden çıktıktan sonraki hali de böyledir. Artık iradeyi-cüz iyen de elinden alınmıştır. İnsanlara bahşedilen ruhun, hayvan ve bitkilere verilen candan farkı da budur.
İsterseniz bir gece vakti yere diz çökünüz, kıbleye doğru yüzünüzü çeviriniz, gözlerinizi semada, ayın, yıldızların arasında açınız. Bedeniniz ne kadar kuvvetli olursa olsun, ne kadar mala veya hâkimiyete muktedir olursanız olun, ruhunuzu bedeninizden ayırınız, bedeninizin boş bir muhafaza kutusundan ibaret olduğunu göreceksiniz. Sıramız geldiğinde başımıza gelecek olan, öldükten sonra bedeninizden ayrılacak ruhunuzu bir geziye çıkarınız. Mezar hayatını, mahşer hayatını yaşatınız. İşte o zaman bir ruhunuzun var olduğunu fark edeceksiniz. Onun ihtiyacı ve gıdası olan manevi feyzleri veriniz. O zaman, o fezanın derinliklerinden size doğru açılan manevi kapıların varlığını hissedeceksiniz.
Tezat ve garip olan bir düşünce var, insanın öldükten sonra dirildiğinde ebedi olarak yaşayacağı inancının zayıflığı ve her şeyin o zamanda bir son bulacağı düşüncesidir. Fakat insan diğer taraftan, fani bildiği hatta her gün bir yakınının ölüm haberini duyduğu halde ne yazık ki dünyaya ebedi olarak bağlanıyor ölümsüz eserler yapıyor. Asla ölümü düşünmüyor, kendince malını ve canını ebedileştirmek istiyor, hep aynı yanılgı biraz daha bağlıyor, kendini ve geleceğini garanti yapıyor. Fakat Kuranı Kerimde ve hadisi şeriflerdeki beyanlara inanmak istemiyor. Kendi aklının sınırları kendini mahkum ediyor, ötesine geçemiyor.
Çoğu kez ruhun varlığını ve ahretin varlığını inkâra kalkışıyoruz. İşitiyoruz sesi duymuyoruz, koku alıyoruz kokuyu görmüyoruz, düşünüyoruz aklı görmüyoruz, soluyoruz havayı görmüyoruz, hatıraları anıyoruz ama kimseyi göremiyoruz. Bir iletken tel üzerinden hareket eden elektik iyonlarını göremiyoruz ama o bütün dünyamıza ve yaşantımıza hakim. Her gün ölen arkadaşlarımızı, yakınlarımızı gördükçe her an bizimde sırada olduğumuzu ne zaman anlayacağız. Ruhumuzun bir gün elimizden alınacağı ve bedenimizi terk edeceği gerçeğinin bilincine ne zaman varacağız. Ne zaman hazırlıklara başlayacağız.
2008
Mustafa CEYHUN