- 4321 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DENİZİ DİNLEMEK
DENİZ’İ DİNLEMEK
Dr. Sadık Özen
Deniz Gezmiş ve Deniz Baykal gibi çok ünlü olanlar yanında, ilk adı Deniz olan daha birçok insanın adı var belleğimde. Manken, sahne sanatçısı, gazeteci, yazar, ekonomist, sporcu, eleştirmen ve daha niceleri. Yakın dost ve tanıdıklarım arasında bu isimde olanların sayısı da az değil. Hele içlerinde biri var ki, güzel mi güzel, şirin mi şirin; Zürih’te yaşayan yakın aile dostumuz Türkân Hanım’ın torunu Deniz. Galiba sekizini doldurdu dokuzuna girdi.
Deniz sözcüğü; sonsuzluğu, özgürlüğü ve bağımsızlığı anlatır. Bu yüzden ayrı bir ilgi duyarım bu isme karşı. Denizler konuşurlar, yazarlar, podyumlara çıkar, şovlara katılırlar. Ama benim bu yazımda sözünü ettiğim deniz bunlardan biri değil. Daha büyük, daha kapsamlı, daha yaratıcı, daha güçlü, daha zengin, daha vazgeçilmez ve hepsinden daha da güzel. Cömertliği, özverisi tartışılmaz. Ama sırası geldiğinde acımasızlığı da…
Neden bahsettiğimi anlamış olmalısınız. Yeryüzünün dörtte üçünü kaplayan, insanlığın yaşamındaki en vazgeçilmez unsur olan denizlerden ve yurdumuzu üç yanından çepeçevre sarmalayan denizlerimizden söz ediyorum.
Birkaç günlüğüne gittiğim tatil beldesinde, gün doğumundan hemen sonra, canım şöyle çıplak ayakla bir yürüyüşe çıkmak istedi denizin kenarında. Kumlar ayaklarıma batsa ve biraz acıtsa da her bulduğum fırsatta yaparım bunu. Çünkü doğayla birebir yapılan önemli bir iletişimdir bu. Günün yeni aydınlandığı, denizin doğayla birlikte uyandığı, her türlü gürültüden, kirlilikten, gösterişten ve riyadan uzak bu zaman diliminde bambaşka bir tadı vardır yürümenin…
Bu küçük gezintinin, çoğumuzun yapmak isteyip de yapamadığı veya bir fırsatını bulup da gerçekleştirdiği, mutluluk verici şeylerin başında geldiğini sanıyorum. Güneşin ilk ışıkları henüz denizin üstüne düşmüyor. Renkler daha yeni yeni belirginlik kazanmakta. Batıdan esen hafif rüzgârla dalgalar yavaşça kıyıya vurup sonra geri dönüyor. Tıpkı körebe oynayan çocukların “sobe” demesi gibi. Buna paralel olarak, yüzeysel bir dalganın beyaz köpükleri, hafif bir mırıltıyla, sere serpe kumların üzerine uzanıyor. Eskileri sönmeye başlarken, yenileri geliyor arkasından. Çocuğuna ninni söyleyen bir annenin gösterdiği özen ve paylaştığı mutluluk örneği. O sırada, yeni uyanmış minik bir kuş sessizce süzülerek geçiyor üzerimden. Biraz ileride, hareketli geçen bir geceye tanık olmuş bahçe lambalarının ışıkları gittikçe sönükleşiyor. Büyüleyici bir ortamın içindeyim. Az sonra bu büyü bozulacak ve her şey değişecek. O zamana kadar tadını çıkarmalıyım bu güzelliklerin.
Yosun kokusunu ciğerlerime çeke çeke yürümemi sürdürüyorum. Denizin suyu ayaklarımı yalayıp geçerken çıkan sesler sanki kulağıma fısıldanan bir aşk melodisi gibi. Şıpır şıpır. Damla damla. İnce ve zarif. Cuf cuf cuf... Doğanın bestelediği büyülü şarkının notaları bunlar. Birbiri arkasına ekleniyorlar. Do – Re – Mi – Fa – Sol – La – Si.
Birçok defalar geçtim bu yerlerden. Ama belki de bu saatte ilk defa. Bu gece gözümü uyku tutmamıştı nedense. Günün ilk ışıklarıyla yatağımdan fırladığım gibi koşup geldim buraya. İyi de etmişim. Yoksa bu güzelliği göremezdim ki. Sanki yeni bir keşif yapar gibiyim. Kendimi tümüyle doğaya bıraktım, denizin sesini dinleyerek yürüyorum. Ayaklarımın suya çarparak çıkardığı sesler doğanın müziğine enstrüman olarak katılıyor. Şapur da şupur, şapur da şupur, cub cub cum. Şu anda bütün benliğimin doğayla bütünleştiğini hissediyorum. Sanki bütün vücudum kulak kesildi. Denizi dinliyorum. Dalgaların çıkardığı sesleri hecelere ve sözcüklere dönüştürmeye çalışıyorum. Şo şo şo, cub cub cum. Çok zor bir şey bu. Ama başarmaya çalışacağım, bu bağlantıyı kuracağım.
Deniz bazen hırçınlaşıyor, dalgaları kabarıyor, sanki insanı azarlar gibi sert çıkıyor sesi. Bazen bir kedi yavrusunun miyavlaması gibi munis, bazense bir aslanın kükremesi kadar vahşi. Şapooo, şapooo, şapo, şup… Şorrrr…. şorrr… şuu.. Kendimi daha çok kaptırıyorum bu seslere ve anlamaya çalışıyorum duyduklarımı. İşte deniz konuşuyor artık. Onu duyuyor ve anlıyorum. Sesi bazen yumuşak, bazen de hırçın ve kavgacı. Avaz avaz bağırır gibi. Şu anda dertleşen ve sırlarını paylaşan iki arkadaş gibiyiz onunla. O konuşuyor, ben dinliyorum.
“-Yapmayın, etmeyin, beni kirletmeyin” diye başlıyor sözlerine, “Yediğiniz karpuzun kabuğunu, mısırın koçanını, içtiğiniz kolanın şişesini, sigaranın izmaritini, naylon poşetleri ve işinize yaramayan her şeyi bana atıyorsunuz, çöplerinizi bana döküyorsunuz, kirli atıklarınızı bile akıtıyorsunuz, beni kirletiyorsunuz” diye yakındıktan sonra “Söyleyin bakalım bana, bütün bunları yapmaya hakkınız var mı ? ” diye soruyor.
Kısa bir sessizlikten sonra yeniden başlıyor konuşmasına:
“- Size bağrımı açtım, bütün güzelliklerimi önünüze serdim. Balıktan ıstakoza, kalamardan midyeye kadar en güzel ürünlerimi verdim sizlere. Hem de hiçbir karşılık beklemeden. Yalnızca tek bir şey var istediğim. Bana saygılı olmanız… Gölge etmeyin başka ihsan istemem.
Derin bir iç çekişten sonra şöyle sürdürüyor konuşmasını. Söylediklerinden oldukça kızgın olduğu anlaşılıyor. Konuşması oldukça sert:
“- Aranızda hiç unutmadan çişini bile yapanlar var. Bu mu sizin insanlığınız? Utanma duygusu yok mu sizlerde?
Cub, cub, cummm… Şor, şor, şorrrr…Foşşşş…..
Kısa bir aralıktan sonra şu sözlerle devam etti konuşmasına:
“- Sizin bana verdiğiniz hiçbir şey yok. Bense bütün varlığımı size adadım. Neyim var neyim yok, hepsi sizin için. Dünya kurulalı beri beni kullanıyorsunuz. Sayemde kıtalar keşfettiniz. Savaşlar yaparak kendinizi egemen kıldınız. Çok uzak diyarlarda sömürgeler kurdunuz. En ucuz ulaşımı benimle sağladınız. Ticaret filolaları geliştirdiniz. Akaryakıt gereksinimi benimle karşıladınız. Zengin oldunuz. Güçlendiniz. Ama bana gereken değeri vermeyi ve saygı göstermeyi bir türlü öğrenemediniz. “
Giderek coştukça coştu:
“- Çıkarınız için beni kullanıyorsunuz. Arsalarınızı, evlerinizi satarken, rant sağlamak için; denize nazır, leb-i derya, tam denizin kıyısında gibi laflar ederek çoğu kez insanları aldatıyor, beni de sahtekârlığınıza alet ediyorsunuz. Kıyılarıma beş yıldızlı oteller yaptınız, plajlarla donattınız. Sayemde çeşit çeşit su sporları yapıyor, yarışlar düzenliyorsunuz. Ama yine de yeterince kıymetimi bilemiyorsunuz. Beni adam gibi paylaşmak ve birlikte yararlanmak varken, aranızda bir savaş aracı olarak kullanmaya kalkıyorsunuz. Yuh olsun sizlere.
Oldukça duygusallaştı, sesi yumuşadı ve büyük bir sitemkârlıkla konuşmasına devam etti.
“- Yüzlerce, binlerce kilometrelerce uzaktan gelenler var içinizde. Kiminiz sağlığınız için, kiminiz dinlenmek, kiminiz gezip görmek, kiminiz bir kaçamak yapmak, kimileriniz de etrafa hava atmak için. Sıcacık kumlarımla romatizmalı olanlarınızı tedaviye, serin sularımla felçli olanlarınızı yürütmeye çalışırım. Öpüşmenize sevişmenize göz yumarım. Kem gözlerden saklamak için üstünüzü bir yorgan gibi örterim. Sırlarınızı saklarım. Korurum sizi. Sizlerse bütün bunların karşılığında sadece kendi zevkinizi, mutluluğunuzu ve çıkarlarınızı düşünür, hiç aldırış bile etmezsiniz bana. Yediğiniz mısırın koçanını, içtiğiniz sigaranın izmaritini atarken beni kirlettiğinizin ve incittiğinizin farkına dahi varmazsınız. Yazıklar olsun.
Güneş gittikçe yükselmeye başladı. Denizin üstü pırıltılarla doldu. Renkler netleşti ve daha bir canlılık kazandı. İnsanlar birer ikişer gelmeye başladılar. Plajdaki şezlongların üzerine havlularını sererek yer ayırmaya başladılar. İçlerinde bazıları çok açgözlüydü. Neredeyse bütün şezlongları ayıracaktı kendisi için. Yakınına, yakının yakınına ve de yakınının yakınının yakınına. İnsanların ihtirası, bu gibi durumlarda iyice belirginleşiyor. Hak, hukuk, nezaket kavramları yerini saygısızlığa bırakıyor. Bu yer tutma meselesinden üzücü tartışmalar da yaşanıyor bazen. Bir gurup gidiyor, sonra başkaları geliyor. Bakıyorlar bütün şezlonglar tutulmuş, başlıyorlar uluorta konuşmaya. Sözleri bazen hakarete varıyor. Sözlü sataşmaların arkasından havluların toplanıp yerlere atıldığı ve bunların yerini başka havluların aldığı da oluyor.
İnsanların, sabahleyin erkenden kalkıp, gün boyu üzerine uzanıp güneşleyeceği bir yer ayırmasını bir yönüyle doğal karşılamak gerek. Ama işin abartıya kaçırılması çirkin. Bir de bunun tam tersini yapanlar var. Öğleye kadar horul horul uyuyup, plaja indiği anda hazıra konma sevdasında olanlar. Bunlara yakışan söz “Açıkgöz enayi” olmalı. Duruma bakılınca bu devirde açıkgöz enayilik bayağı geçerlilik kazanmış görünüyor.
Bunları düşüne düşüne yürürken, gitmeyi kararlaştırdığım yere kadar uzandım ve dönüşe geçtim. Ama denizle aramdaki iletişimi sürdürüyorum. Önümde harika bir manzara var. Masmavi, pırıl pırıl uzanan bir deniz. Tıpkı kocaman bir akvaryum gibi. İnsana doyumsuz bir haz ve mutluluk veriyor. Şezlonglara uzanmış birkaç kişi güneşleniyor. Üç dört kişi de şamandıraların olduğu yere kadar gitmişler. İplere tutunmuş sohbet ediyorlar. Ses tonundan yaşlı olduğu anlaşılan biri kart sesiyle öğlesine bağırarak konuşuyor ve yanındakiler de öylesine bir kahkaha atıyorlar ki, o sihirli ortam bir anda yok olup gidiyor ve yerini anlamsız bir gürültüye bırakıyor.
Yanındaki, seksenlik bikinili kadın da gevrek kahkahalar atarak katılıyor sohbete. Oysaki daha birkaç gün önce; denize atlayan çocukları “Gürültü yapıyorsunuz” diye paylamış ve “Denize ve çevreye hiç saygıları yok, rahatsızlık veriyorlar insana, ne olacak zamane çocuğu bunlar” diye söylenmişti.
Bu olanlarla bir anda tılsım bozuldu. Kulağımı denizin sesine vererek, onu son kez dinliyorum. Dalgalarını kabalaştırmaya ve oluşan çirkinliği örtmeye çalışan bir çaba ve sinirlilikle homurdanarak şunları söylüyor:
“- Hoparlör mü taktın be adam. Sabahın bu saatinde herkes seni dinlemek zorunda mı? Ne baş bas bağırıp duruyorsun? Ayağı yanmış kedi gibi. Sesini, sadece yanındakinin duyacağı kadar çıkarsan olmaz mı? Seni görgüsüz seni, sana hiç adap öğreten olmadı mı? İşte sabah sabah içimi bunalttın benim. Bu münasebetsizliğin biraz daha sürecek olsa kusarım. Çok paran olmasa gelemezdin buralara. Hani ne derler “Para konuşmasını, ayakkabı yürümesini öğretir” Ama hiçbir şey öğretememiş sana. Cırtlak sesinle, bağıra bağıra konuştukların konsantrasyonumu bozdu vallahi. Ne diyeceğimi bile unutturdun bana. Bu yaptığın münasebetsizlik. Ama senin hakkından gelmesini bilirim ben. Haydi, konuş bakalım.”
Bu sözlerden sonra aniden yükselen bir dalga, adetâ bir devin tokadı gibi “Şırrak !...” diye çarptı bu konuşmacıların üzerine. Hepsi birden acelecilikle iskeleye koşuştular. Bunun nasıl oluştuğunu anlamaya çalışırken, gözüm biraz ilerden geçen sürat teknesine takıldı. Doğrusu zamanlama bu kadar olurdu.
Denize girmek üzere plaja doğru yürürken, denizin son olarak söyledikleri içimde bir ürküntü yarattı:
“- Çöplerinizi atarak kirletmeyin beni. Yoksa bir Tsunami çıkarır hakkınızdan gelirim hepinizin. Kızlar size de söyleyeceklerim var. Hepiniz “Havva Ana” gibi olabilmek için yarışa çıkmış gibisiniz. Genç ve güzelsiniz. Yakışıyor size. Ama her şeyin bir ölçüsü olduğunu unutmayın. Hiç olmazsa incir yaprağı kadar yeriniz kapalı kalsın. Daha fazlası çirkin olur, Unutmayın.”
Bu son sözlerden sonra, denize Allahaısmarladık diyerek, kendimi doyumsuz güzellikteki sularına bıraktım. Birkaç kulaçtan sonra sırtüstü uzanarak gökyüzünü seyre dalmıştım ki denizden yeni bir uyarı geldi bana.
“- Beni son olarak dinlemeni istiyorum. Yurdumuzu üç yanından sararak dünyanın en güzel ülkesini yarattık. Ama değerimiz ne kadar biliniyor. Sunduğumuz olanaklardan yeterince yararlanabiliyor muyuz ? Başkaları bizim olanaklarımızla dünyanın en güçlü devleti olurdu. Bir türlü bunun bilincine varamadık. Aklımızı karayoluna takarken, önümüzden uzanan büyük nimetten bir türlü yararlanamadık. Hiç olmazsa bundan sonrası için, önemimizi anlayacak ve bizden en iyi şekilde yararlanabilecekleri seçin. Herkes bilmeli ki deniz en ucuz yoldur. Haydi güle güle. Yolun açık olsun.”
Ben de son olarak şunları söylemek istiyorum. Sadece denizlerimizin değil, göl, nehir ve büyüğünden küçüğüne bütün sularımızın hayranıyım. Hepsini de çok seviyorum. Belki de “Balık Burcu” nda doğduğumdan. Unutmayalım ki su hayattır. Su kadar aziz olmanız dileğiyle…