- 1145 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİRİMİZİN GEÇMİŞİNDEN GELECEĞE YÜRÜMEK
Bir ülkenin şiirdeki derinliği, geçmişindeki şiir potansiyeliyle ölçülür. Kaliteli şiir, güçlü bir geçmişten beslenmişse, varlığını korumuş ve geleceğe yürüme şansını yakalamış demektir.
Bu duyguyla, şiirimizin tarihi üzerine düşündükçe, aklıma 8. asırda yazılan şiir örnekleri gelir. O asırlarda, Türk Boyları’nın önemli bir kısmı, “Mani Dini”ne mensup olmalarına rağmen, şiirlerinde “Gök Tanrı” kavramı ile “Tek İlah” fikri etrafında toplanmışlardır.
Nihat Sami Banarlı, “Şiirin kaynağı dindir”, der. Bu doğrudur. Elde bulunan belgelerde bunu net bir şekilde görmek mümkündür. Reşit Rahmeti Arat, “Eski Türk Şiiri” örneklerinin ilki olarak, aşağıdaki şiiri verir. Orijinal metninden bir bölümüne bakalım önce:
“Teng tengri kelti
Teng tengri özi kelti.
Teng tengri kelti
Teng tenri özi kelti
Turunglar kamağ begler kadaşlar
Teng tengrigi ögelim”
Bu şiirin günümüz Türkçe’siyle söylenişi şöyledir:
Tan tanrı geldi,
Tan tanrı kendisi geldi;
Tan tanrı geldi,
Tan tanrı kendisi geldi.
Kalkınız, beyler, kardeşler,
Tan tanrıyı övelim.
Asya’nın uçsuz bucaksız steplerindeki insanın güneş ve ay’dan başka hareket hâlinde gördüğü başka üstün güç yoktu. Bunun içindir ki, bu şiirin devamında, “Görünün Güneş tanrı ,/ siz bizi kurtarın. / Görünen ay tanrısı, / Siz bizi kurtarın!” diye el açarak tanrısına yalvarmaktadır.
Aslında, Türk şiirinin ilk metni bu Uygur şiiri değildir. İ.Ö. 119 yılında toprak kaybeden Hunlar, bu acı verici sonuç için ağıt yakmışlardır:
Yen-çi-şan dağını yitirdik
Kadınlarımızın güzelliğini aldılar.
Si-lan-şan yaylasını yitirdik
Hayvanlarımızı üretecek yerini aldılar.
Burada kaybedenler, yaşanan bir ıstırabı anlatılırken, çok önemli bir ipucunu da sunmuş olmaktadır. O da, bizim bugünkü şiir tarzımızın bundan iki bin yıl öncesinde kullanılmış olmasıdır. Dikkat ederseniz, şiir dört mısralık bir kıtadır.. Bu şiirin devamı elimize olsaydı, bunun büyük ihtimalle koşma şeklinde olduğunu görecektik.
Bir milletin şiiri ele alınırken sadece muhtevası üzerinde durulmaz elbette. Bunun şeklinin de önemi vardır. Bu önem, şiirin bütünlüğünü daha net bir şekilde ortaya koyacağı için ön plana çıkmaktadır.
Bizde nedense, gelişme adına, tarihî birikimimiz tümüyle neredeyse reddedilecek noktaya getirilmiştir. Halbuki, Ege Denizi çevresindeki kolektif medeniyet gösterilerini dışarıda tutarsanız, bizim kültürümüzün tarihî derinliği önemsenmeyecek gibi değildir.
Kendi geçmişiyle uzlaşma kültürüne ulaşamamış aydınımızın ibret alması bakımından, Rus Filozofu Sorokin, Paul Ligeti’den naklettiği ve diğer meslektaşlarının da onayladığı; “On büyük kültürde bellibaşlı sanatların çiçeklenme sırası” verilirken, Edebiyat’ın Asya’da diğer türler arasında ilk sırayı aldığını söyler. Bu, Hind kültüründe İ.Ö. 400, Çin’de İ.Ö. 479 olarak verilir. Roma’da bizden sonradır ve İ.Ö. 86 tarihi gösterilir. Almanya, İtalya, İngiltere ve Fransa’da sanatların ortaya çıkışı, tamamıyla İsa’dan Sonraki asırlarda gerçekleşir. Almanya’da bu, 1130, Fransa’da 1150 ve İngiltere’de 1272’dir. Üstelik önce mimarî alanda gerçekleşir bu gelişme...İtalya’da, ortaya çıkan ilk sanat dalı edebiyattır. O da, 1290’da görülür.. Edebiyat, İngiltere’de 1573, Fransa’da 1779, Almanya’da ise 1756 tarihinde kendisini göstermektedir. Bizim ilk ürünümüzün tarihi ise, İ.Ö. 119’a kadar uzanır...Demek oluyor ki, Türk Edebiyatı en yetkin ürünlerini verirken, Avrupa daha bu atmosfere gelememişti.
Bakınız mesela, 10. Asırda Farabî, (Öl..970), felsefe ve mûsikîde dönemin ulaşılamayacak seviyede muhteşem bir üstâdıydı. Dünya kültür tarihinde, “İhsâu’l Ulûm” adıyla ilk ansiklopediyi yazan bilgindir. Onun, “Siyaseti’l Medeniye”si, “Kütübi’l Mantık”ı, “Mûsiki’l Kebir”i çalışma alanlarını göstermesi bakımından ilginçtir. O çağda, medeniyeti kendisine mesele edinen, mantık ve felsefe üzerinde eser yazan, mûsikî ile uğraşan bilgin, bizim geçmişimizin onuru hakkında çok şeyleri ifşâ edecek çaptadır. Aynı çağda ortaya çıkan “Satuk Buğra Han Destanı” özgün şiir örnekleri oluşunun ötesinde, bizim kültür birikimimizin de kalıcı ipuçlarına sahiptir. Farabî’den bir asır sonra gelen Kaşgarlı Mahmut ise, “Dîvânü Lûgati’t-Türk” gibi muhteşem bir sözlük meydana getirmiş ve Türk Dili’nin diğer dillerden üstün olduğunu ortaya koymuştur.
Şiirin gücü dilin gücünden doğar. Eğer iyi bir dile sahip değilseniz, iyi bir şiir de meydana getiremezsiniz. Kaşgarlı Mahmut, “Hemen bütün Türk boylarının dillerini, kafiyelerini elde ettim.” diyerek işte bize bu imkânı sağlayan bir insandır. Kaldı ki, bu çalışmasında, sıradan bir sözlük anlayışını kullanmamıştır. Edebiyatımızın seçkin örneklerini de alarak bir anlamda şiir antolojisi gibi eserini zenginleştirip bize, yüreklendirici bir kaynak sunmuştur. O, bizim kültür tarihimizin nirengi noktalarından birisidir. Bir asır sonra gelen Edib Ahmet’in “Atabetü’l Hakaayık” (Hakikatlerin Eşiği)ı, Türk Kültürünün artık kendisine seçtiği ufukta emin adımlarla yürüdüğünü ifade etmeye yeter örneklerden birisidir.
Kaldı ki, gelişme seyri bunlarla da sınırlı değildir; Yusuf Hashacib’in daha 11. Asırda, (Öl.1077) 6445 beyitten oluşan “Kutadgu Bilg” (Kutluluk Bilgisi)i yazması, bizim kültürümüzün o asırda ulaştığı birikimi göstermesi bakımından ayrıca bir önem ve özellik ifade etmektedir.
12 asırda “Manas Destanı”yla edebiyatımızın ulaştığı boyut çok daha iyi anlaşılır. Tamamıyla bir toplumun sosyal ve mânevî gelişmesini anlatan eser, şiir dilimizin gücünü göstermesi bakımından da çok önemlidir. Yine aynı Asırda, Ahmet Yesevî (Öl.1166) gibi bir cihan bilgin ve dervişini görüyoruz. Kendisinden sonra gelecek neslin Anadolu’ya uzanacak kollarına ışık tutan bir aydınlık pınarı, “Divan-ı Hikmet”inde, bizim hayat tarzımızın, dünya görüşü ve yaşama üslûbumuzun hedeflerini buluruz. Yunus ve Hacı Bektaş’a hocalık yapan, onları besleyip geliştiren bu dehâ, şiirinde bizim oturmuş tasavvuf ve bir anlamda da halk şiirimizi standardını da ortaya koyar. Şiirleriyle bir söyleyiş geleneği oluşturan bu insan, bugün bile anlatımının özelliklerini koruyan kaliteye sahiptir.
13. asırda bizim şaheserlerimizin ortaya çıktığını görürüz. Mevlânâ’nın eserleri bu dönemin ürünüdür: “Divanı Kebir ve Mesnevî” gibi eserlerin yazıldığı dönemde, Batı bunları anlayacak zihnî seviyeye bile gelememişti.
14. asırdan itibaren “Divan Edebiyatı” ile yeni bir estetik duygu atmosferini oluşturmaya başlayan Türk Kültürü, çok ciddi sonuçları yakaladı. Divan Edebiyatı’nın bir taraftan kendi ekolünü oluştururken, öbür taraftan Halk Şiirini de beslemesi, bizde kültürün edebiyata yansıtılması bakımında önemli bir sentez olayını meydana getirdi. Bu edebiyat, step kültürünü şekillendirmesi bakımından ayrıca bir önem taşımaktadır. Bilgiyi duygunun önüne alan bu edebiyat akımı, kendi kaide ve kuralları içerisinde varlığını sürdürürken, kendi dışındaki edebiyata da ışık olmayı başarabilmiştir. Esas önemi de buradan gelmektedir. Bu önem, o asırlarda öyle bir boyuta taşınmıştır ki, Cihan İmparatorluğu’nun ihtişamını daha da geliştiren Padişahlar, o gelişme döneminin binbir gailesi arasında, şiirler yazmayı da ihmal etmemişlerdir. Fatih Sultan Mehmed’in “Avni”, Yıldırım Bâyezid’in “Adlî”, Yavuz Sultan Selim’in “Selimî”, Kanunî Sultan Süleyman’ın, “Muhibbî” mahlasıyla “Divan” meydana getirmeleri bu geleneği bizde sade vatandaştan en uç noktadaki yöneticiye kadar şiire duyulan ilginin net bir fotoğrafını ortaya koymaktadır.
O yıllarda Avrupa, domuz çobanlığından öte bir marifete sahip değildi. Derebeyliklerle kilise, kurdukları gizli koalisyon sayesinde, serveti bölüşme uğruna, isanları inanç yumruğu altında ezip geçiyordu.
Bizce bir milletin kültür ve medeniyetini anlamaktan önce o milletin tarihini iyi yorumlamak gerekir. Tarih uzlaşma alanı olmaktan çıkarılır ve tartışmaya açılırsa, bundan zararlı çıkan toplum olur. Türkiye’de böyle bir talihsiz dönem yaşandı. Kendilerini, Selçuklu ve Osmanlı aidiyetini kabul etmemek için köksüz görmek ve göstermek isteyenler, Selçuklu ve Osmanlı’yı yok sayarken, bütünüyle geçmişimizi reddettiklerinin farkına varamadılar. Attila İlhan, bu aymazlıkları eleştirir: “Antilli Yazar, halkına olmayan bir geçmiş bulmaya çalışadursun, biz rahatça var olan, hem de nasıl var olan koskoca bir geçmişe sövmekteyiz. O kadar ki, yeni, Batılı üstelik de ilerici sandığımız bir yazar, elin Bulgarı, “Sizin klasikleriniz nedir?” diye sorunca, “Bizim klasiklerimiz yoktur.” cevabını verir. Aynı aklı başında derin düşünür yazarın, Atatürkçülüğü toptan uygarlık değiştirmek sandığını da bir başka yazısından biliyoruz. Uygarlık değiştirmek!. Yani ne?.. Yunus Emre yok, Bedreddin-i Simavî yok, Pir Sultan Abdal yok; Chanson de Roland var, Campanella var, Villon var; Şeyh Galip; Bakî, Nedim beş para etmez, var mı Vigny; var mı Ronsard, var mı Poe? İşte bu kafadır ki, buraya (batıya) devlet tiyatrosunu ‘Kral Oidupus’la, ya da, ’Onikinci Gece’yle gönderiyor, bu sayede de maaşlı eleştirmecilerin dışında gelip gittiğinden kimsenin haberi olmuyor. Biraz Karagöz, biraz ortaoyunu, biraz ulusal piyesle çok daha Türk ve Batılı olacağımızı kime anlatırsınız? Çin’in yüzlerce yıllık eski operasıyla Rusların Kazakları ve eski baleleriyle gelerek ortalığı kırıp geçirdiklerini görseler bile.”
Bunun içindir ki, bizde medeniyet ve kültür krizi yaşandığından olacak, tarihî kavramlar ortak şuur alanına oturtulup geliştirilemedi. Dolayısıyla da bu alanda yetkin örnekler günümüze yeterince taşınamadı.
Yukarıda sözünü ettiğimiz şiirlerin günümüz nesli, hatta son bir asırdan buyana yaşayanlar tarafından yeterince bilinmemesinin ana sebeplerinden birisi de budur!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.