tuzlu yağmur
Tuzlu Yağmur
Siyahın nezaketini örteleme çabasındaki güneşin “yanık” rengi etrafı hakimiyeti altına almıştı. Güneş doğmak üzereydi. Güneş doğurmak üzereydi. Yeni canlar, yeni yaşamlar ve yine eski hayatlar doğurmak üzereydi. Vazgeçerek, pes ederek dün akşamüstü terk ettiği dünyaya şimdi yine yeni umutlarla dönüyordu. Güneş gebeyken gerçeğin sancılarına dünyanın umurunda değildi; o alışkındı narkozsuz ameliyatlar yapmaya. Can yakmaya ve buna bahaneler üretmeye alışkındı.
Güneş özlemişti dünyasını. Teninden ayrılamazdı ruh. Ruh ile ten cân ile cânândı. Aralarındaki, mesafeleri Ferhat ile Şirin yaratmıştı. Belki de Leyla açmıştı bu vicdansız yarayı. Bir “nefes” yeterdi cânı cânândan ayırmaya, bir “soluk” yeterdi cânânı cândan almaya. Cânın sevgisi yüceydi, bir “nefes”lik değildi ve son nefes gibiydi; çok zor çıkardı, çok zor terk ederdi tenini. Ama cânân öyle miydi? Cânân soluksuz kaldığı ilk anda karar vermişti hakimiyet kurduğu savaş bölgesindeki yurttaşlarını yaralarıyla baş başa bırakmaya…Düzeni böyleydi katiller ve kurbanlar üzerine saçmalığına tahammül sınırımızı zorlayan dünyanın. Yaşam o kadar ayrıydı manadan, terk edilmişti vücuttan. Güneş gene gebeydi yeni saçmalıklara ve şaşkınlıklara…
Bir kuşun kanat çırpışıyla uyanmaya başlamıştı güneşin bulutu. Üzerini giyindi. Giyinmek anlamsızdı; çünkü kıyafetler kapatamazdı kalpteki ıssızlığı, üst üste giyilen paltolar yetmezdi yüreğin içini ısıtmaya. İstersen kısacık şortla çık dışarıya, kaçtığın sıcak içindedir. İçindekini örtemedikten sonra neye yarar giyinmek ya da giyinmemek… Sözde vicdanını kapatan bez parçalarını üzerine giyindikten sonra kahvaltısını yaptı. Kahvaltı önemliydi; çünkü birazdan yine başlayacaktı gölgesini kovalamaya. Yaptığımız şey tam da buydu: Gölgemizi kovalamak…Ama unutma: Ne kadar hızlı koşarsan koş gölgeni asla geçemezsin; bırak geçmeyi yakalayamazsın bile. O bizden bir adım önde başlar yarışa. Gölgeler bizden daha değerlidir; daha önemlidir ve daha gerçektir. Onlar gölgedir çünkü. Dış görünüşleri yoktur. Yani dış görünmeyişleri vardır. Bu sayede onlar sadece özden ibarettir. Dışarıdan gözükmediği için uzuvları, onlara bakanlar yakalamaya çalışır gizlenen benliği, ayırmaya çalışır karanlığı gölgenin içinden. İyi de siyah siyah ayrılır mı? Siyah siyahı satar mı? İnsanlar içinde olsaydı tereddüt etmeden satar derdik; ama onlar gölgeler. Yani samimiler. Bu sadece insanlar için geçerli olan bir şey değil. Bitkiler de satmaz mı lugol çözeltisini görünce ona sığınan nişastayı… Sorun da burada başlıyordu: Sığınmak…
İlk söyleyince tiksindirir kendinden; ama altında yatar Leyla’nın “iğnesi”. İnsan birilerini sevdiği zaman sığınırdı. İnsan sığınırdı “sev”ince ya da sevince sığınırdı, mutluluğa. Evet, insan insana değil; sevince komşuluk etmeliydi. Bu düzensiz apartmanda kapı komşunuzun kim olacağını tercih edemiyorsunuz. Belki Dostoyevski çıkacak şansınıza Bay Goladkin ile birlikte. Sizi her gün tiksindirecek yaşadığınıza. Kendinizden bile nefret eder aşamaya geleceksiniz…İnsan en son kendinden nefret eder. Neden? Kendini çok sevdiğinden, kayırdığından mı? Yoksa bencil olduğundan mı? Hayır, kendiyle konuşamadığından. Seslenirsin gizli tünellerine; ama o tüneller kocaman dağlara dönüşür birden ve sözlerinizin katbekat fazlasını gönderir size hem de acımasızca suratınıza indirdiği tokatlarla. Siz de bu yoldan vazgeçersiniz; diğer demiryollarını denersiniz. Bu sorun hava yoluyla, kara yoluyla falan çözülmez. Sadece demiryoluyla çözülür. Demirleşmiş kalpler demirden yollarla iflah olurlar, elinde çiçeklerle bekleyip : “Bak sürpriz yaptım.” diyen çat kapı sevgilerle değil. Son zamanlarda sevgilerimiz hep çat kapı. Önce çat kapı seviyoruz, sonra kaşlarımızı çatıyoruz ve en son da kapıyı “çat”ıyoruz.
Tahtadan hayallere güvenir olduk. Eskiden bulutlara bakarak hayal kurardık. Bulut değişimdir, harekettir. Bulut sevgidir; çünkü hiç yorulmadan döner durur uğruna yağmurlar yağdırdığı , dolularla sıkıştırdığı dünyanın, dünyasının etrafında. Bulut terk eder vatanını, yerini yurdunu bilmez, tanımaz; tanıdığı dünyanın peşinde. Bulut kıskançtır da. Güneşin bile önünü kapatmaya çalışır bazen, dünyasını sadece kendi görsün ister. Dünya sadece onun için dönsün ister. Biz de o yüzden bulutlara hayal kurarız ve bulutlarla izleriz dünyanın her seferinde güneş uğruna döndüğünü, bu zahmetli yola onun için katlandığını. Ama olsun bulut dünyayı değil; dünyayı sevmeyi sever. Zaten yaratılışın özüdür sevgi. Yeni gelenler asi; bulutlara inanmıyorlar, onlar hayallerini tahtalara kuruyorlar. Daha doğrusu odunlara. Tahta serttir, tahta incitir, tahta inceltir kalbi. Tahta bilmez ki odunluktan gayrısını. Meyve verme derdinde değildir o, onun tek bildiği odun olmaktır.E bu yeniler de odunlarla hayal kura kura taşlaştı yürekleri. Unuttular, unutmamalıydılar: Güvercin ağladığında ölür…
Sıra güneşe gelmişti. Güneş pususundaydı gözlerinin dünyanın. Ağlamak isteyip de yutkunamadığı düğümdü boğazında. Güneşin varlığının “yakmadığı” dünyayı yokluğu kasıp kavuruyordu. Yine fizik haksız çıkmıştı. Uzaklaşan güneş dünyayı yalnız bırakmalıydı Bay Goladkin’le; ama aksine kavuruyordu “Beyaz Geceler”i. Kimsesizliğin sonundaki ışık gözlerini kamaştırıyordu. Yüreğine bakamayan gözler vardı artık. Kalbine gözlükle bakmak zorunda olan gözler…
Hani gözler yalan söylemez denir ya! Yalan! En çok gözler yalan söyle; çünkü sarı lekenin oyununa kurban olurlar. Herkes ama herkes gördüklerini kendi zihnince ve zihinsizliğince yorumlama çalışırken tersini çevirir gördüğünün. Bu bir savunma mekanizmasıdır. Ama savunmasız bırakır. Çünkü kılıcı terk tutarak savaşamazsınız, eti bıçağın tersiyle kesemezsiniz. Teslim olursunuz sonra, işlemediğiniz, işleyemediğiniz suçtan yatarsınız vicdan hapishanesinde senelerce bir yüze hasret. Oysa siz daha sevmemiştiniz bile! Sadece bulutlarını dünyanızla aynı yönde dönmüyordu. Kurduğunuz hayalin dayanılmaz sadakatsizliği beyninizden önce kalbinizi kuşatmıştı. Ve teslim oldunuz; çünkü kumandansız ordu hiçbir şey yapamaz. Güneş varlığını her gün onun doğmasını hasretle ve hasetle bekleyen dünyaya borçludur. Dünya izin verir güneşin ışınlarının kendi oksijeniyle buluşmasına. Dünya anlatır güneşe her şeyi. Yokluğu var eden bulutlardan bahseder. Güneş inanır dünyanın samimiyetine ve onu yörüngesine alır. Eylül ateşi gibi; yaza veda eder; ama kışı kucaklamaz. Sonra yağmura yazılmış sevgiler de tuzlaşır. Artık yağmur tuzlu, deniz gibi. Çünkü bugün “güneş tutulması” var…
YORUMLAR
Ben çok beğendim paylaşımınızı. Bunu böyle dosdoğru yazdım söze kısıtlama getirmek için değil bilakis duygularımın özünü sunabilmek için. Gerçekten okuması meşakkatli bir yazı olmuş ama özellikle ifadeler ve anlatım biçimleri çok çok iyi. Hatta biraz da kendime yakın buldum belki o yüzden fazlasıyla hoşlandım çalışmadan kim bilir? Lakin alt metni bu kadar dolu bir yazı için ne kadar iltifat etsem az gelir. Dilerim sizi takip imkanımız olur. Tebrik ederim...