İzbeden Fısıltılar...
DUYMAK İSTEMİYORUM ...
Saat, gecenin bilmem kaçı... Ne fark eder ki... Artık saatleri saymakla aram yok. Zaman anlamını hiç bu kadar yitirmemişti... Kavgam devam ediyor. Her zaman ki gibi yalnızım. İçimde, tarifsizliğin alfabesinde sıkışıp kalmış bir duygu topakçığı daha.. Kimsesizliğimden elediklerim bile, kanıma karışınca topaklanıyorlar. Hiçbir dağıtma girişimi işe yaramıyor. Çünkü ‘acı’mı arttıran hormonları salgılamaya devam ediyor beyin kıvrımlarım...
Ben kulak vermedikçe büyüyor o fısıltılar... Karanlıkta kalanlara ışık götürecek gücüm yok. Seslerini duyuyorum; fısıltılar halinde öbekleşiyorlar... aslında bana ait olan, fakat hiçbir zaman yüzleşmeye cesaret edemediğim, tanımlanamayan sesler bütünü... Mezarlığımda gezinen ruhların inleyişleri... Çünkü her biri, son arzusunu yerine getirmeden döllenmişler toprak altı susuşlara. Şimdi fısıltıyla konuşuyorlar. Biliyorlar duymak istemediğimi. Korktuğumu biliyorlar. Yine de konuşmaya devam ediyorlar. Çünkü son arzular bende düğümleniyor. İzbenin kayıp ruhları benden ruhumu istiyorlar. Parçalanırsam; huzur içinde uyuyacaklar...
Duymak istemiyorum....
Duymak; ölümü getirir sırt çantasında.....
Oysa ben henüz ölmek istemiyorum...
...........................
Gölgen değil yağmurdu aslında dudaklarına değen
Bir fısıltıya karışıp ‘gel’ dedi
Pervasızca adımlarını sıklaştırıp gittin gölgenin gittiği yere
Ve kendini, o acuzelerin arasında acının şehvetiyle ağlarken buldun
Gözyaşlarının kızıllığına dağılıyordu umutların
Nicedir ruhunla bedenin göz göze gelmemişti
Ne hale geldiğini görüp titriyordun acıdan
Sessiz yıkılışlarda yitirmiştin onu
Şimdiyse korkuyordun ;
Ruhun bedeninin ellerinden tuttuğunda acısı sana da bulaşır diye
Oysaki gecikmiş korkuların kurcalarken beynini,
Ruhun bedeninle sevişmeye başlamıştı bile
İzbede....
..........................................................................
BUNU BANA YAP RUHUM ....
Bir ruhun bedeninden ayrılması kadar acı verici bir şey olamaz diye düşünüyorum her zaman. Ayrılık, bir veda ile gerçekleşmeli. Asla birbirlerine rastlamazlarsa, belki yaşam her ikisi için de devam edebilir. Ama bu ayrılık bedenin içinde bir yerde, bir izbedeyse ve ruh bedenden çıkamıyorsa kavga sürekli devam edecek demektir. Ruh dışarı çıkmaya çalışmaktan, beden ise onu sürekli kilit altında sessiz tutmaya çalışmaktan asla vazgeçmeyecek demektir. Bu acı; başka hiçbir acıya benzemez. Hangi taraf kazanırsa kazansın, hep sen kaybedersin. Peki ben kimim??? Hiç kimseyim....
Kopuşlar yaşanmakta.... Fark etmemek mümkün değil. Çünkü böylesine büyük bir değişim, büyük bir yalnızlığı da yanında getiriyor. Öylesine büyük bir kaybetmişlik duygusu ki nefes almak dahi mümkün değil... Birkaç gün yataktan çıkmamakla, sürekli televizyon seyretmekle, yalnız kalmamak adına onun bunun yanına sığınmakla geçiştirilebilecek gibi bir buhran değil. Ruhuna kızsan, yalvarsan ne fayda. Bir kez karar alınmış; ruh ve beden birbirinden ölesiye nefret ediyor. Bavullar toplanıyor, kapılar vuruluyor, kavga gürültü, cam kırıkları derken biri taşınıyor diğerinden içeri. Çünkü gidecek başka yer yok. Benim dünyam bir avuç yalnızlık... Ölümden önce yapılabilecek tek şey bir oda değişikliğinden öteye geçemez ya...
‘Bunu bana yapma ruhum. Yeterince yorgunum. Mücadele etmeye gücüm yok. Bu savaşı ikimiz de kaybederiz. Tüketecek bir şey kalmadı. Sen beni, ben de seni tükettim. Bana sırtını dönme lütfen. Zaten yeterince yalnızım, sensiz devam edemem.’ desem dinler mi beni? Denemekten ne mi çıkar? Korkuyorum ama anlamıyorsunuz beni. Siz; hayatı olabildiğince basite indirgeyenler topluluğu... bana göre hiçbir şey sizin sandığınız kadar kolay değil. İçine beşer karışan her şeyde bir parça da olsa karmaşıklık oluyor bana göre. Yaşadığım hiçbir şey, cam bir vazonun masadan düşmesi gibi somut bir örneğe indirgenerek anlatılamaz. Hiçbir madde, görüntünün beyin kıvrımlarımdaki izdüşümünü anlatmaya yeterli olamaz... Abartıyorum, değil mi? Siz bilirsiniz...... Girmeyin o zaman korkularımla arama.... Düşman da olsak, bu ruh beni sizden daha iyi tanıyor.
Bunu bana yap ruhum, ama onların da aynı şeyi yapmalarına izi verme....
Ne gelecekse senden gelsin, içinde bir ben bulurum mutlaka.....
OTOKOPİLİ DÜŞÜNCELER ....
Gel, artık barışalım seninle....
Asma yüzünü böyle... Korkuyorum aslında... Biraz daha böyle devam edersen, yüzün parçalanıp yerlere dağılacak. Cam kırıkları kesmesin ayaklarını. Kıyamam ben sana...
İroniye mi başvuruyorum dersin? Aslına bakarsan kelimeler müsait... Hafif esintili özleyişlerde usulca uzanıp kendimi sana bırakabilirim, ya da dağılmaya yüz tutmuş yüzün(m)e.... Peki öyle olsun... Çekiyorum sus bayrağını göndere... Belki bağışlar bizi görmezden geldiklerimiz... Beyazlar içinde bir ölüm getirir sus ektiğimiz yerlere... Biz huzur içinde uyur, nice huzursuzluklara gebe uyanırız. Değişen bir şey olmaz. Biz hep oto kopili düşünceler çoğaltır, yine kendi gerçeğimize ağlarız. Önce yalanlamaya çalışır, emin oldukça zevkle ağlarız. Dedim ya, kelimeler müsait bu gece. Her daim uyuyorlar ten rengimize....
İzbeye ışık giriyor bu gece. Bak nasıl da keyifle sıralanıyor kelimeler. Dalga geçesim var hayatla. Oysa hiç beceremem bir şeyleri ciddiye almamayı. Artık normal dağılıyor acılar. Pek hissetmemem başka nasıl açıklanabilir ki? Kanıksamak ciddiyetsizliği de yanında getiriyor sessizce. Belki bir umut boy veriyor karanlığın olduğu yerde? Kim bilebilir ki... Sanırım ben değil....
Duruyorum... Düşüyorum.... Düşüyorum.... Dibe vuramadım henüz.... Sonra duruyorum yeniden.... Ardından tırmanış... Biraz... Belki biraz daha... İşte böyle zamanlarda umutlu sözcükler yerleşiyor dilime. Önceleri yadırgasam da tatları güzel... Çiğnenmeden yutulan üzüm gibi. Tatlı ama elim bir kayganlığa takılıp, ben daha çiğneyemeden yuvarlanıyorlar uçurumlarımdan aşağı... Ama dedim ya oto kopili düşünceler diye... Çünkü hep aynı devinimin içinde ve sonunda hep aynı yerde buluyorum kendimi. Tanıdık tatlar ve kokular, tanıdık acılar ve korkular, belki yalancı mutluluklar da bunun ilavesi... Aynı işte...
İZBEDEYİM İŞTE....
İzbedeyim işte... Kendimi rahat ve güvenli hissettiğim yer burası sanırım. Ya da başka yerde nefes almaya alışık olmadığım için boşluğa tercihen gelişen bir sığınma duygusundan ibaret. Adı ya da nedeni ne olursa olsun buradayım.
Bazen karanlığı yırtan ışıklara boğuluyor, bazense hafif ve titrek bir ışığın peşinden gidiyorum. Kendime küçük alanlar açıyorum içgüdüsel ihtiyaçlarımı – umut etmek, beklemek ve istemek gibi- doyurmak adına. Umut denen o mucizevi ışık çok zaman benden uzak dursa da bazen yakınlaşıyor. Peşine takılıp kayboluyorum. Ama ben hep aynı yerdeyim aslında. Salıncakta gibi... yükseliyorum; gökyüzüne değecekmişim gibi; aşağıya süzülüyorum, yere düşecekmişim gibi. Ama aynı salıncakta rutin salınımlar yaşadığım.... Öne ve sonra arkaya... Yüzümü okşayan yumuşak rüzgarı seviyorum. Yürek çarpıntılarını da.... ‘işte bundan daha mutlu olamam’ları da.... ve ‘bundan daha hızlı düşemem’leri de...
Yaşamak diye tutunduğum her neyse, onu seviyorum. Her ne kadar izbede olsam da....
AYŞEGÜL METİN
YORUMLAR
Pervasızca adımlarını sıklaştırıp gittin gölgenin gittiği yere
Ve kendini, o acuzelerin arasında acının şehvetiyle ağlarken buldun
Gözyaşlarının kızıllığına dağılıyordu umutların
Nicedir ruhunla bedenin göz göze gelmemişti
Ne hale geldiğini görüp titriyordun acıdan
Sessiz yıkılışlarda yitirmiştin onu
Şimdiyse korkuyordun ;
Ruhun bedeninin ellerinden tuttuğunda acısı sana da bulaşır diye
Oysaki gecikmiş korkuların kurcalarken beynini,
Ruhun bedeninle sevişmeye başlamıştı bile
İzbede....
Korkutucu ve hayattan...Acuze kısmı :)