- 1050 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
317 - EL MECİD
Onur BİLGE
"Sevginin doruk noktası aşktır. Aşkın da kemale ermesi zaman ister. Âşık, kalbinde taşımakta olduğu varlığın büyüklüğü, yüceliği ve ulaşılmazlığıyla doğru orantılı olarak aşama kaydeder.
Sevgi; sıcak, sıcacık olduğu, insanın içini ısıttığı halde aşk yakıcıdır, dayanılacak gibi değildir! Âşıklar yaya yana arar maşuku. Kalpte aşk, damarda kan, yana yana… Yana yana yol alır evrende dev kütleler. Kul, yana yana gider Mevla’ya… O kadar ki yana yana kömür, sonra kül haline gelir ve artık ateşten etkilenmez! Burada yananlar, orada yanmaz!
Karşılık beklemeden beslenen saf bir sevgi, kısa sürede aşk halini alır, mutlaka vuslatla sonlanır. Yeter ki âşık o kapıda beklemekten usanmasın ve açılıncaya kadar yorulmak bilmeden umutla çalmaya devam etsin!
Allah, Mecid’dir. Şanı yüce, kadri büyük, işleri mükemmel, nimeti bol, ihsanı sınırsız; azamet, şeref ve hâkimiyeti sonsuzdur.
El Mecid sıfatı, Kur’an-ı Kerim’de iki defa geçer: “O övülendir, şanı yücedir.” ve “Arşın sahibidir, yücedir.” İki defa da Kur’an-ı Kerim’in sıfatı olarak geçer: “Fakat O yüce bir Kur’andır.” ve “Kaf. Şanı yüce Kur’an’a yemin olsun ki…”
“Babacığım, ‘Kaf’ dedin ya… Aklıma, bana masallarda anlattığınız Kaf Dağı geldi. Nerede olduğunu sorardım. “Kafkasya’da…” der, geçiştirirdiniz. Nasıl bir dağ olduğunu ne kadar merak eder, oraya gitmeyi ne çok isterdim! Daha sonra öyle bir dağ olmadığını duydum. Bende, hayallerimde oluştuğu haliyle kaldığı için sevinçliyim ama gerçek olmadığı için de bir o kadar üzgünüm. Bursa’ya gelince, Uludağ’ı, bir süre çocukluğumun Kaf’ı ile özdeşleştirmeye çalıştım, başaramadım. Kafkaslar başka yerdeydi. Konumu farklıydı. Özellikleri de öyle…”
“O dağda neler neler vardı! Öyle değil mi? Bu dağda ne var?”
“Ne olacak? Birkaç otel motel… Tesis mesis… Ne peri padişahının kızı, ne mücevherlerle süslü saraylar… Hem, o hayalimdeki dağ çok yüksekti. Geçit vermiyordu. Ardına ulaşmak mümkün değildi. Ardında ne muhteşem hayal ürünleri vardı! Cennet tasvirleri gibi… Acaba ölüm, Kaf mıydı? O nimetlere engel olan, geçit vermeyen, önümüzde duran… Ardı cennet miydi?
“Belki, Semiray… Ne düşünebildiysek, bize ilham edilmiştir. Öyle bir şey olmasaydı, biz öyle bir hayal kurup masallaştıramazdık! Masallar da ilhamlarla ortaya çıkar, dilden dile dolaşır.”
“Ah, çocukluğum!.. O masalımsı beş yaşım… O hayal dünyamı yeniden kursanız! O mutluluğu bir daha yaşatsanız, elbirliğiyle! Annem, ablam, Nermin, sen… Ah, baba! En çok sen!..”
“Çok güzel bir hayatın olacak, Semiray! İnan buna! Mutluluk temeli üzerine bina edilen hayat sapasağlam olur. En az temeli kadar renkli, heyecanlı, masal gibi bir hayatın olacak. Şiir gibi…”
“Hayal dünyam, aynı tarif ettiğin gibi… Fakat gerçek hayat, acımasız ve çok yıpratıcı!”
“Kötü şeylerden bahsetme şimdi, Semiray! Uludağ diyordun…”
“Uludağ’ın adı ulu… Hem tek değil ki! İki… O zaman ’Ulu Dağlar’ olmalıydı. Sanki yan yana gelmişler, birbirlerinin omzuna kollarını koyup poz vermiş, gülümsemekteler. Sevgililer gibiler. Evliler gibi… Erkek olan, biraz daha yüksek… Diğeri onun önünde… Bana öyle geliyor. Onlara baktığımda, kıyamete kadar ayrılmayacak çiftler olduklarını düşünüyoum.”
“Senin hayal dünyan ne kadar geniş! Oldun bittin böylesin! Hayalperest kızım benim! Biliyor musun? Sen, ileride iyi bir yazar olabilirsin. Belki masallar yazarsın doya doya… Yazarken yaşarsın, okurken yaşarsın. Belki de resimli çocuk kitapları… Hayallerini rengârenk aktarırsın tüm çocuklara. Önünde uzun bir hayat var, İnşallah. Arzu ettiğin her şeyi gerçekleştirebilmen mümkün! Acıyan bana acısın! Şunun şurasında ne kaldı?”
“Öyle deme, baba! Allah sana da uzun ve sağlıklı bir hayat versin! Sen de arzularını gerçekleştirmek için az uğraşmadın! Meclise girme hayaliyle yaşadın. Bir şeyleri değiştirmek, her şeyi güzelleştirmek gibi emellerin vardı. Üç kere seçime girdin, dağ bayır gezdin, konuşmalar yaptın, çalıştın, uğraştın, idealinin peşinden gittin. O uğurda servetler harcadın. Olmadı, olamadı. Sen, yalan dolan bilmedin. Doğruları, dosdoğru söyledin, hayallerin gerçekleşemedi ama en azından denedin. Hem de bir kere değil, tam üç kere baba, tam üç kere! Bu dolu dolu yaşamak değil de nedir? Maceraperest ruhun tam anlamıyla tatmin olamadı mı hâlâ? Hayalperestliğimi galiba sen oluşturdun. Evet evet, mutlaka sen… Yazma aşkım da senin eserin, resim olayı da… O iki yetenek de müzik gibi senden gelmekte… Belki genetik belki sirayet…”
“Bırak şimdi bunları! Sevgililerden bahsediyordun, onu tamamla! Daldan dala, daldan dala! Bana sataşmaktan da vazgeç! Uludağ, diyordun.”
“Masallardaki dağları anlatırken, yüceliğinden bahsediyordunuz. Daha sonra okuduğum okullarda haritalar geldi, kahverengi yerlere dikkatimiz çekildi. Kahverengi koyulaştıkça yüceleşen dağların başları bulutları yarıp geçiyordu. Bu dağın neresi yüce? Orasından burasından kolayca zirvesine çıkılabiliyor. Teleferikle, arabayla, yaya… O zaman neresi ulu? Ağrı öylesine… Kala kala bir Everest kaldı. Onun için bile: “Zirvesine ulaşılamadı!” diyemiyoruz. O devi de Sir Edmund Hillary alt etti. Yeryüzünde insan ayağı değmeyen yer kalmadı. Belki kutuplarda vardır. Ayın bile efsanevi güzelliği kalmadı. Hayallerimizdeki o el değmemiş hali, eşsiz cazibesi, masalımsı çekiciliği, nur yüzlü genç kızlığı…”
“Ben de olayı radyo haberlerinden ve basından günü gününe takip etmiştim. Bu konuyu galiba Hayat Mecmuası da birkaç kere yazmıştı. Üzerinden çok zaman geçti, unuttum.”
“Aya çıkış olayını mı? Ben de hatırlıyorum her aşamasını. Ajanslarda bıkıp usanmadan defalarca…”
“Hayır. O değil, Everest… Öyle ya, ona ilk tırmanan da Hillary idi. Kimse cesaret edememişti de… 29 Mayıs 1953 olacak. 19 Mayıs’tan aklımda kalmış. Hatta başarısı nedeniyle Kraliçe Elizabeth ona ‘şövalye’ unvanı vermişti.”
“Ben de sana onun o başarıya nasıl ulaştığını anlatacaktım. Macerasını kaleme almış. Okulun karşısında Akademi Kitapevi, var ya… Orada gördüm, kitabını. ‘High Adventure’ yani ‘Yüksek Serüven’… Ben bitirdim, Neşe okuyor şimdi.”
“Neler anlatmış? Anlat, o zaman! O zamanlar epey merak uyandırmıştı. Her şeyin cazibesi, elde edilinceye kadar…”
"O da senin gibi aşkının peşinden koşmuş, usanmadan. Söylediğin tarihten bir yıl önce, yani 1952 yılında, Everest’e çıkmayı denemiş, olmamış. O hayal kırıklığı içindeyken, birkaç hafta sonra İngiltere’deki okulun birinde öğrencilere, zirveye tırmanış girişimi hakkında bir konuşma yapmak üzere çağrılmış. Onlara, başından geçenleri anlatırken girişimindeki başarısızlığını kabul ettiğini söyleyince üzüntüyle bir süre susmuş, sonra mikrofonu bırakıp, konuşmakta olduğu kürsüsünün yanındaki Everest’in büyük boy fotoğrafının önüne gitmiş. Ona doğru dönüp, yumruğunu havaya kaldırarak, olanca gücüyle zirveye meydan okumuş:
"Ey, Everest! İlk denememde beni yendin ama seninle davam bitmedi!.." diye haykırmış. "Beni bekle! Yine geleceğim ve bu defa seni ayaklarımın altına alacağım!.."
Everest’e meydan okuduktan sonra konuşmasına devam etmiş ve kendisini can kulağı ile dinlemekte olan öğrencilere, bir yıl sonra ulaşmayı tasarladığı başarısının gizini hemen oracıkta şöyle açıklamış:
"Everest, ilk denememde beni yendiği için gözümde daha da büyüdü. Benim bunu bildiğim gibi o da şunu çok iyi bilmeli ki onu yenemeyişim, inancımı ve azmimi daha da büyüttü ve güçlendirdi!"
Gerçekten de tam bir yıl sonra hayalini gerçekleştirmiş, Everest, ayaklarının altında kalmış.”
”Dedim ya… Her şeyin cazibesi, elde edilinceye kadar… Ulaşılamayana duyulan arzu, kavuşuncaya kadar… Hillary de o en üstteki zirveye âşıktı. Bir tek aşk vardır, vuslattan sonra da yükselen bir seyir gösterecek olan, o da Allah aşkıdır! Çünkü O’na ulaşmak mümkün değildir! Onun için cazibesini hep koruyacak, her zaman Yüceler Yücesi olarak gönüllerimizin tahtında, sonsuza kadar kalacaktır! Bizlerdeki aşkının seviyesinin kontrolü de elinde olmasa, onun aşkına bu yumruk kadar et parçası dayanabilir mi? Mümkün mü? Âşık olanın kalbi durur!.. Neyse, anlat da… Sonra konuşuruz. Bu mevzu biter mi!.. Açtıkça açılır. Dört cihete, sekiz yöne… Asumana, sonsuza…”
“Sen de açmış olduğun konudan uzaklaştın. ‘El Mecid’ diyordun.”
”Hayır, uzaklaşmadım. Yüce sözcüğü etrafında dönüp duruyoruz. Sen, ulaşılamayan yerlerden, aşılamayan dağlardan, zirvelerden bahsediyorsun, zirvelere âşık olanlardan… Bunlardan biri Everest Fatih’i, biri sen…”
“Neden ben? Ben dağcı mıyım?”
“Dağcısın ya! Kaf Dağı da Kaf Dağı!..”
“Sizin eseriniz…”
“Evet, bizim… Onların namına da konuşmam gerekirse, güzel bir esere, beraberce imza atmanın hazzı içindeyiz.”
“Hani baba Bin Bir Gece Masalları? Topu topu taş çatlasa elli masal… Ya diğerleri? Nerde onlar? Nerde? Yoksa beni hep beraber kandırdınız mı?”
“Gerisi sende, Semiray! Ne ararsan, kendinde ara! Özüne in! Arşive… Neler kaydettik oraya, bir bak, tozlarını al, tasnif et, birer birer çıkar gün yüzüne! Kaç kitap aldım sana! Bir hatırla! Okul kitaplığı nasıl doldu? Sonrası? Ablan, annen, sen… Kitap yetiştiremedim, Tekelioğlu İl Halk Kütüphanesi’ni eve taşıdım! Git, kayıtlara bak! El insaf!..”
“Tamam, tamam… Yine mükemmel bir savunma yaptın ve beraat ettin! İtiraz temyiz yok! Şimdi sen anlat, Mecid’i! Birkaç şey saydın, aklım karıştı. Tam karşılığı ne?”
“Kısaca: ‘İkramı Bol, Şanı Yüce’ denebilir. ’Yarattığı muazzam evren ve içindeki güzelliklerle, aksatmadan verdiği nimetler nedeniyle, övgüye ziyadesiyle layık olan…’ El Mecid, O’nun çok önemli sıfatlarındandır. Sen de hatırlarsın. Hani her namazımızın son oturuşunda Efendimize salat- üs selam getirirken sonunu “İnneke Hamid-ün-Mecid” diye bitiriyoruz ya… Hatırladın mı?”
“Evet, iki kere geçiyor.”
“Bu dünyada, belki çoğumuz farkında değiliz, bizden O’na bilinçsizce, devamlı şikâyetler yükselmekte, O’ndan bize sağanak halinde nimetler yağmakta! Gözlerin göremeyeceği, hayallerin ulaşamayacağı kadar Yüce olan Rabbimizin merhametinden, nimet deryasında yüzüyoruz. Balık için suyun önemi neyse, bizim için de o nimetlerin önemi o! O ne zaman fark eder suyun değerini?”
“Sudan çıktığında…”
“Diyelim ki bir hayvan… Eğitim almamış, deneyimi yok… İnsanla mukayese edilebilir mi? İnsanoğlu, nankör! Ne kadar mükemmel bir ortamda yaşamakta olduğunun ve tüm ihtiyaçlarının nasıl karşılandığın farkında değil.”
“Farkında olmaz olur mu, baba? Farkında da düşünmek ve takdir etmek istemiyor. Hayattan beklentileri çok fazla… Bir türlü doyuma uylaşamıyor. Onun için isyana varan şikâyetler içinde…”
“İhtiyaçlar sonsuzdur…”
“Tatmin edilemez!”
“Evet. Tatmin edilemez! Yüceler yücesi olan Allah’ın kelamı da yücedir. Belağatı, fesahatı, icazı, letafeti ve her dem tazeliğiyle tadına doyulmaz! Dikkatlice okunur, önerilenler uygulanırsa, çağın hastalığına şifa olur. Fakat nedense, o da raflara kaldırıldı, duvarlara asıldı. Elin Hillary’sinin yazdıkları merakla okunuyor da Allah’ü Teâlâ’nın sözleri okunmuyor!”
“Bu taş bana mı?”
“Tanıma kim uyuyorsa ona… Bana, sana, ona… Gaflette olan herkese…”
“Sahi, baba… Salli’ ve ‘Barik’ olarak bilinen o salavatlar… Demek ki çok önemliler ki namaza girmişler. Ne demek acaba? Şimdi merak ettim, işte!”
“Anlamları karmaşık değil, ezberlenmeleri kolay… Namaz kılan bütün müminlerce her gün defalarca tekrarlanmakta... Bu salavatlar, genel olarak, hızlı hızlı okunur, anlamları düşünülmeden geçilir. Oysa özellikle namazda tekrarlanan sure, ayet, dua ve salavatların, yani söylen sözün anlamı öğrenilmeli ve her okunuşlarında, içeriği düşünce şeridinden geçirilmeli! O zaman kılınan namaz, kat be kat makbul olur! Böyle bir namaz, kulu sorumluluktan kurtarmakla kalmaz, onu her defasında biraz daha geliştirir ve yüceltir. O çok önemli olan salavatların anlamları şöyledir:
“Ya Rabbi! İbrahim Aleyhisselam’ın ve âlinin şerefini ve şanını yükselttiğin gibi Muhammed Aleyhisselam’ın, dünyada namını âli ve meşhur, güzel dinini daim, ümmetini çok, ahirette sevaplarını sonsuz, kendisini herkese şefaatci, cennette yüksek ve nurlu bir yer olan Vesile makamına kavuşturmakla O’nun şanını, şerefini ve derecesini yükselt. O’nun âlinin ve ashabının derecelerini yükselt. Sen Hamîd’sin, her insanda ve her kalpte övülensin, bütün hamdler yani övgüler sanadır. Sen Mecîd’sin.”
“Ya Rabbi! İbrahim Aleyhisselamın ve âlinin feyz ve bereketini artırdığın gibi Muhammed Aleyhisselam’ın mübarek isminin anılmasını, O’na tabi olanları çoğalt, yolunu daim eyle. Âlinin ve ashabının feyz ve bereketini, iyiliklerini artır. Sen Hamîd’sin, Mecîd’sin.”
“Secde ve yücelik de birbiriyle alakalı, değil mi? Kulun benliği ve büyüklenmesi kalmıyor orada.”
“Namazın özü secdedir, kızım! Allah’ın Yüceliğini kabul ederek, secdede boyutunu sıfırlamak, O’nun varlığı karşısında varlığını yok etmektir. Bir tarafta nimetleri sunan, bir tarafta her şeye muhtaç ve her ihtiyacını O’ndan beklemek zorunda olan bir varlık vardır. Hem öyle bir varlık ki varlığı O’ndan, hayatı, ölümü ve bu iki olay arasında muhtaç olduğu her nimet O’nun elinde…”
“İnsan ne kadar zavallı, aslında! Değil mi? Çırılçıplak dünyaya gelir, aç, muhtaç…”
“Allah, insanı aciz yaratmıştır. En küçük olaydan etkilenir. Ne havasızlığa, ne susuzluğa ne de açlığa dayanabilir. Ne çok sıcağa ne çok soğuğa gelebilir. En küçük varlıklardan olan mikrop karşısında bile yenik düşüverir. İhtiyaçları sonsuzdur, istekleri tükenmez. Bedeninin ayrı, ruhunun ayrı beklentileri vardır ve doyumsuzdur. Her an Allah’ın korumasına, gözetmesine ve ihsanına muhtaçtır. Farkında olsak da olmasak da sürekli nefes alır veririz. En önemli ihtiyaç maddemiz olan bu nimet bize o kadar mükemmel bir bileşimde ve öylesine hissettirilmeden ulaştırılır ki günlerce nefes alır veririz de nasıl bir ihsan içinde olduğumuz aklımıza bile gelmez! Ne zaman ki havasız kalırız, o anda başlarız çırpınmaya, can çekişmeye! Suda ve yiyecek maddelerinde de durum aynıdır. Her şeyi kupkuru toprağa hayat vererek çıkarır ve ulaştırır. Yiyecek ve içeceklerden kullanım maddelerine kadar… Her şey topraktan gelir, her şey…”
“Ve toprağa gider! Maalesef!”
“Maalesef, değil! Gerektiği için öyle! Nasıl olmalıydı? Kaf Dağı olmamalı mıydı? Yani ölüm… Yani bedenlerin ortadan kalkması… O zaman vuslat mümkün olabilir miydi?”
“Yani ayrılık… Kalanlar için üzücü… Dayanılır gibi değil! Allah, yokluğunuzu göstermesin!”
“İkiliden biri, diğerinin ölümünü görecek! Görecek ki ayağını denk alacak! Allah dileseydi, ekinler gibi hep beraber boy atar, hep beraber sararırdık. Hep birlikte kesilir, yok olurduk. Nereye gideceğimizi bilemez, gaflette kalırdık. Her cenaze, yeni bir uyarıdır: “Dikkat et! Sıradasın! Ona göre davran!..” dercesine!"
“Ay!.. İçim karardı!.. Nefes alamaz oldum! Öyle bir ses tonuyla dedin ki kanım doldu!”
“Nefes alamaz oldun, öyle mi? Güzel!.. Bir an için de olsa akvaryumundan çıktın, demek ki! Nasıl oluyormuş havasızlık? Nefessiz kalmak, ne demekmiş?”
“İçim daraldı! Benzim sarardı mı? Çarpıntı mıdır nedir? Kalbim kanatlandı, uçacak! Nasıl da çırpınıyor!..”
“Uzat elini, bakayım! Konuşma, sayıyorum…”
“Yüz beş falan mı?”
“Tam yüz… Uzan biraz. Sohbet güzel! Tamam, heyecanlandırmam seni!”
“Devam edelim! Mademki yarına çıkmaya senedimiz yok, anı değerlendirmeye bakalım! Bu konuşmalarımız da sesli tefekkür, değil mi?”
“Ta kendisi! İnsan vücudu, akla durgunluk veren bir yapıda… Hayatı bahşeden, bedeni de hazır etmiş. Çok fazla detaya inmeden birkaçına bakalım! Hava için solunum, diğerleri için sindirim ve boşaltım sistemlerini kurmuş ki onlara bağlı olan organların hepsi işlerinin erbabı olup her an denetiminde tıkır tıkır çalışmakta, sessiz sedasız işlevlerini yapmaktalar. Onlar, akıllı bağımsız varlıklar değil ama işlerini aksatmadan, en mükemmel şekilde yaparlar. Çünkü O, El Mecid’dir. Yarattığı hiçbir varlığı aç koymaz, kimseye muhtaç etmez! “Çırılçıplak dünyaya gelir, aç ve muhtaç…” demiştin ya… İyi dinle, anlattıklarımı!
Toprağın altındakilere, üstündekilere, suda ve havadakilere, nimetleri tam vaktinde, mükemmel bir şekilde ve sürekli ulaşmakta... Her yaratılan O’nu zikretmekte... Yarattıklarının hepsine, kâfirlere ve münafıklara bile merhamet etmekte, ihsanını esirgememekte... Onlar, birkaç dakika nefes alamasalar, birkaç gün susuz kalsalar, ne küfürleri kalır, ne iki yüzlülükleri… Başlarlar yalvarmaya… Allah dilese, herkes: “El Mecid! El Mecid!..” diyerek, secdeye kapanır! Fakat O, zorla elde edilen bir kabul istemiyor. Nimetlere gark ettiklerince fark edilmek istiyor. Zorlayarak değil, gönüllü bir şekilde ve aşkıyla dolu bir gönülle gelinsin istiyor. Çünkü bunu, ziyadesiyle hak ediyor!”
“Sevgi ve aşk… Yine aynı yere geldik!”
“Öyle olmalı! Bütün yollar sevgiye ve aşka çıkar! Yaratılışın özü sevgi… Yedi kat gökte ve yedi kat yerde ne varsa aşkın ürünü… Her yaratılanın markası aşk!.. Onun için Allah, bahşettiğini istiyor. Yüce Kitabımızda anlattıklarından sorumlu tutuyor ve ödev olarak da tertemiz kalplere, mümkün olduğu kadar çok, yaratılanlar adedince, rengârenk ‘sevgi’; onların hepsini kapsayacak ve boş yer bırakmayacak büyüklükte zatına ait bir ‘AŞK’ yazılmasını istiyor.”
“Neden? Sevgiler, aşklar, yalnızca O’nun aşkıyla tamamlanabileceği için mi?”
“Evet. Aşkıyla tamamlanabileceği ve kurtuluşa vesile olacağı için… Kâinatta en önemli şey sevgiyken, en mükemmel şey aşkken, kulun bunlardan başka neyle süslenmesini isteyebilir ki? Sevgi gömleğiyle, aşk hullesiyle… İbadetlerimizse takılarımız, mücevherlerimiz… Bizi, tertemiz yüreklerimizde yalnız kendi aşkıyla davet ediyor. Cennetinde misafir edecek. O’ndan bize onca nimet inmekteyken ukbayı akla getirmemek, dünyevi çıkarlara tamah ederek ömrü çürütüp; nefsi arzularla kirlenen bir beden, pis bir kalp, yırtık pırtık giysiler içinde perişan bir halde ve cebren mi döneceğiz Allah’a? Böylesine büyük bir davete canı gönülden icabet edilmez mi? O huzura en güzel şekilde çıkmak için hazırlanılmaz mı?”
“Acaba Bas Günü O’na: “Belki görevlerimi tam anlamıyla yerine getiremedim Allah’ım ama huzuruna, Resulünün ve Senin aşkınla geldim! Beni affet!..” desem…”
“Hatayi denen bir kişi gelmiş geçmiş bu dünyadan. Şah İsmail… Bir söz bırakmış bize: “Akan sulardan ibret al, yüzünü yerlere sürüyüp gider.” diye… Aklına iyi yaz, Semiray! Aklına iyi yaz!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 317