Şampanya rengini çalarım gökyüzünden ve kısmeti garba dolanmış bir avuç yetişkin çığlığı sarılır boynuma. Kımıldayamaz ruhum artık, soluk borumda kıyamet alameti ve gözlerime başvurmadan seyrettiğim ilk şafak. Sökmeden düşerim
zamanı yitirmiş omuzlarına. Dilerim sus vursun ağıtların gelinliğine ve kalbi kırık, mürettabatı vakur bir geminin gıcırtısı kaplasın beynimi, mazot birikintisi hiç dolmadığı kadar yerleşsin ciğerlerime sigara niyetine. Hiç içmezdim, tek kuruşluk bir hayali anlatmak için bile olsa yeltenmezdim
bulutların arkasına sıralanan çıplak gözlere. O yüzden
sevdalı değildim ya! Aşk her
zaman birilerinin anlattığı kutsal bir masal olmuştu bu çizgili duvarlara tırmanmak için. Oysa ben ifadesizliği mesken tutmuş kabullenişlerim sayesinde daha çok yaşamak istiyordum. &
8220;Hayır anne! Sen gülmeye başlamadan bil ki ben de bir daha gülmeyeceğim.”
Sırrı ayaklarımıza dolanmış, durgun havanın sakil bakireliğini gözlerimizi hiç ayırmadan atlatıyorduk nemli bedenlerimizden. Ben biraz üşüyordum haliyle. Yarım saat süren su altı maceramın tatlı yorgunluğunu süzerek gözlerimden, korkuyu tüm hücrelerimden dışarı atmamı sağlayan, en büyük inancım “anne bakışların” vardı o an her yerde. “Ah! Tam şimdi bir nefeslik bira açmalıydı cesaretimi” diye iç geçirdim ama sen biraz kızdın ve sonra sarmaladın iyilik bulaştıran ellerini çenemde sıkıca tutup. Çok söze gerek yoktu ki, benim kendimi en iyi ifade ettiğim yerdi burası. Ilık maviliğin karpuz tümcelerinde desenlere ayrılmış varisiydi hayatımın asfalt sürülü mahalle araları. Bir bakışta hepsini de görebiliyordum. Çocukluğum... Gençliğim... Ve sabrı tükenmeyen insanları duyma çabalarım. Onlar benden tepki beklerken her defasında ısrarla gösterdiğim tılsımlı sabır. İçime konuşuyorum sanıyorlardı ben kabullenirken hayatı, tüm kusurları içerisinde bir barış yaratırken üstelik. “Uysaldım, evet anne. Bir kerecik aç ağzını der gibi yalvarırken bile gözlerinle, içimi kocaman bir tebessüm kaplardı. Beni bir gün herkes anlayacak, endişelenme.”
En hırçın dalgalar bile ürkütmezdi, yormazdı kalbimi insanlar kadar. Ben minik bir sineği dahi incitmekten üzüntü duyan biriyim, sen öyle yetiştirdin. Kendim için çizdiğim sus sınırları, kalın bir cehennem çemberinden ziyade ruhumun terbiyeden aldığı en saydam fikir ayrılıklarıydı ve ben gözlerimi yummadan bile dilediğim bütün insanlarınkine dokunabiliyordum. Bir mucize bu... Ruh damıtması yaşadıktan sonra mucize burada, maviliğin ızdırap söken kollarında. Bütün şehirleri dolaşıp yaşadıktan sonra suyun giysilerini üzerinden çıkartmadan yaşamaya katlanmak eksik bırakırdı beni. Alışamadım, yüzeysel mutluluklarda birinci sınıf bir koşucu olmaya ve yarın bir başkasına aşık olmak için dilimde dolanan “seni seviyorum” lara. “Hayır anne. Ben bir riyakar olamadım. Ama çok iyi bir sahtekar ve yalancı oldum beni anlamayanlara. Bilir misin hiç itiraz etmediğimi? Bir gün özür dilemek zorunda olmaktansa bugün bir köşeye itilen olmayı yeğ tuttum anne.”
Sandalın alçak kollarında bir deli rüzgar hışırtısıyla döndürüyordu başımızı bu adını yasakladığımız dalgalar. Sarılmaya ara vermiştik. Pembeleşen derimi bir kez daha havluya sürttüm ve sana oğluna yakışır kuvvetle baktım. “Tekrar gidiyorum. Bu kez biraz daha derine inmeyi başaracağım” Zor alışıyordun beklemeye ve bitmek bilmiyordu belki dakikalar suyun üzerindeyken benimkilerin aksine. Defalarca itiraz ettin ama nafile. Söz vermiştim ben. “Biraz daha anne. Dışarıdayken göğsümden istemsizce biriken o kadar çok utanç verici cümle var ki... Söküp atmaya mecburum neştersiz. Biraz daha anne.” Bu defa her zamankinden endişeli bakmıştın gözlerime sanki malum olmuş gibi. Biçare kolların kalmam için yetersizdi. “Peki oğlum ama ben nasıl bekleyeceğim bir yarım saat daha?” İşaret parmağım derhal uzanmıştı dudaklarına. “O halde beklerken bir şarkı söyle. Hani var ya... Sabır, sabır, ya sabır” Sonra susmuştuk. Derin sessizliği suyun altında yaşadım akabinde. Kimseyi dahil etmediğim o evrende her gün kendimi defalarca bulup kaybederdim. Ama o gün...
İlk defa ruhum kalmak isterken yüreğim su üstüne çıkmak için çırpınmıştı. Hiç alışık olmadığım bir isyan sarıyordu bedenimi hızla. Çırpınmalar sanki bana değil de beni şekillendiren mecburi kişiliğime aitti. Koyu bir matemin habercisi gibi annemin bakışlarına konuyordu metrelerce uzakta. O şarkı hiç bitmesin diyesim geldi gerçek müziği sıyırıp almadan dudaklarından. Geriye bir tek kelimeler kalmıştı anneme, art arda sıralı beni anlatan, hayatın tümsekli kollarında başarısız olmuş bir adam. «Evet, sabır, sabır, ya sabır!» Hiç unutamadığım bir filmin son sahnesinde görüntünün sona erdiği yerde kahramanın sesi ele geçirmişti kulaklarımı. Hikayesi beni andırıyordu ve en çok da mutsuz biten finali: “Hayatta yaptıklarımız yapıldıkları için değil, onların bizim tarafımızdan yapılmış oldukları için değerlidir.” Şimdi sus. Mavi, yeşil, lacivert ve siyah... İnsanlar olmadan konuş benimle...
Denizci Özgür anısına ya da Özgür bir denizci...
Bu eller günün birinde seni sürmeliydi beyaz kağıda yoksa sana ihanetim olurdu suskunluk.
Not: Bu yazı edebiyat sitesinde de yayınlanmıştır.