Sorumluluklar Ve Vicdan
Güneş var gücüyle parlıyordu gökyüzünde. Sabahın erken saatleri, boğazın en güzel vakitleri… Martılar baharı karşılar gibi sevişiyorlardı hafif esen rüzgarla ve balıklar kur yapıyorlardı balıkçılara. Alışılmış bir Pazar sabahıydı aslında İstanbul için, bu güzel, tarih kokan koca İstanbul için. Kemal ve babası yürüyorlardı sahilde. Huzur dolu gözlerle etrafa bakıyordu Kemal, babasının elini hiç bırakmayacakmış gibi kavrayıp öyle yürümeye devam ediyordu. Ama bir türlü kaldıramıyordu başını, babasının hep gülen yüzünü göremiyor, hissediyor ama bakamıyor, yanında olduğunu biliyor ancak özlüyordu. Henüz çok küçüktü,5 yaşındaydı, Kemal. Yumup gözlerini bastı feryadı. O an öyle bir fırtına koptu ki İstanbul’da ne martı kaldı gökyüzünde ne de tek bir balıkçı sahilde. Deniz coştukça coşuyordu, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki de. Merakıyla daha fazla savaşamayan Kemal açtı gözlerini. Babası elini tutmuyordu artık, telaşla kaldırdı kafasını ve çok uzağında gördü babasını. Yanına koşmak istedi bir an, ancak hareket eder etmez bir ayağı boşluğa bastı, neyse ki hemen toparladı kendini. Yer yarılmış babasıyla arasına koca bir uçurum girmişti. Var gücüyle bağırdı. Babası son bir kez güldü yüzüne ardından yükseldi gökyüzüne. Kemal hiçbir şey yapamamanın acısıyla düştü yere ve çaresizlikle ağlamaya başladı.
Bir anda hoş bir sesle irkildi Kemal.
“Oğlum, çok terlemişsin kabus mu gördün sen? Haydi kalk, kahvaltı hazır baban da gelir şimdi.”
“Babam?! O nerede?”
“Hani çok istediğin o yeni çıkan oyuncak vardı ya, alışveriş merkezinde bulmuş bir tane onu almaya gitti hayatım.”
“Ohh.. Geliyorum.”
Evet, kötü bir kabus görmüştü Kemal. Kalktı boyunun yettiği kadar dışarıya baktı penceresinden. Uykusunun başında gördüğü gibi güzel bir bahar günü bekliyordu ancak her yer bembeyazdı. Kış artık kendini iyice hissettirmiş, yeni yıl yaklaşmıştı. Babası yoktu henüz görünürde o da yüzünü yıkamaya gitti. Bir keresinde evde tek başınayken boyundan hayli yüksek musluğu açıp işini gördükten sonra kapatamamış ve evi su basmıştı. Çekinerek gidiyordu artık. O günden sonra babası ufak bir tabure koydu tuvalete, Kemal’in de hoşuna gitti bu iş. Hem babası onu düşündüğü için bir şey yapmış hem de rahat rahat musluğu kullanmasını sağlamıştı. Çıktı taburesine yıkadı yüzünü. En sevdiği havluyu kestirdi gözüne ve yüzünü kurularken bir ses duydu içeriden. Bir şey mi kırılmıştı? Evet evet, tabak sesiydi bu. Hemen koştu içeriye.
“Anne? Anne? Ne oldu?”
“…”
“… İstanbul’da terör örgütü yanlısı bir grup, yürüyüş yaparken alışveriş merkezine Molotof kokteyli fırlattı. Yetkililer çıkan yangında ölü ve yaralıların bulunduğunu ancak sayısının bilinmediğini belirtti.”
Kemal başta hiçbir şey anlamadı bu işten.Annesi televizyonun karşısına dikilip kalmış,elindeki tabakları düşürmüş,öylece duruyordu.Korkusundan ağlamaya başladı Kemal.Kabusu geldi aklına,babası..
“Babaa!..”
*****
“Durumu nedir?”
“Bayılmış, annesi getirdi hastaneye daha sonra annesi de fenalaştı zaten,yan tarafta tutuyoruz onu da.”
“ Başından ayrılmayın.”
“Şey… Hocam gözüme bir şey takıldı, soyadları Bilgin. Biraz zorlayınca kendimi hatırladım.Önce çocuğun nüfusuna baktım, baba adı Mustafa.Mustafa Bilgin, bu sabah gelen yaralılardan biri,bir alakası olabilir.”
-“Bunlarla ilgilenmeyin şimdi,yapmanız gereken tek şey yaralıları hayatta tutup bu çocuğu da iyi etmek.Devam edin çalışmaya!”
Bu seslerle uyandı Kemal, yanında bir şeyler yapan bir hemşire vardı. Bir süre bilinçsizce izledi hemşireyi. Görevini yapan bir asker gibiydi, hissi yok gibiydi. Oysa ki onun içinde ne fırtınalar kopuyordu,şimdi kalksa koşa koşa babasına giderdi.Bu kadar yoğun duygular kaldırabilir miydi minik kalbi? Peki ya hemşire? Biliyor muydu bunları, bir önemi var mıydı onun için? Bir süre bunu düşündü Kemal. O serum değildi ki ihtiyaç duyduğu, sevgi istiyordu, konuşmak istiyordu, ağlamak istiyordu. Ama hemşirenin yaptığı tek şey arada bir gelip serumu kontrol etmekti. Onun işi buydu, babası nasıl başka birinin şirketinde çalışıyorsa o hemşire de bu hastanede çalışıyordu. Hemşireyle olan hesaplaşmasını da bitirdikten sonra annesi geldi bir an aklına Kemal’in. Sahi o neredeydi? Biraz zorladı kendini, ayakta dikilirken hatırladı annesini, öylece duruyordu. Annesine seslenecek oldu ki bir anda uyku bastırdı,derin bir uykuya daldı,ilaçların etkisi olmalıydı.
Kömür karası gözlerini yeniden açtığında üzerinde pis kokulu çarşaflar yerine mis kokan bir örtü, etrafında insanın kanını çeken beyaz betonlar yerine hayalden hayale sürükleyen pembe duvarlar, yanında hiçbir şey hissetmeden işini yapan o hemşire yerine tüm sıcaklığıyla elini tutan, bütün iyiliğiyle yüzüne gülümseyen teyzesi vardı Kemal’in. Gerçekten anne yarısı gibiydi teyzesi onun için. Teyzesi de onu çok seviyordu, belki daha önce çocuğu olmadığından belki de hiç olamayacağını bilmesinden. Küçükken geçirdiği bir kazadan sonra çocuk yapma ihtimali kalmamıştı teyzesinin, evlenmemişti de henüz. Gençti, bir o kadar da güzel. Kahve gözleri çok şey saklıyordu derinlerde, kimse görmese de Kemal hissediyordu tüm masumluğuyla. Bir süre izledi teyzesini. Daha sonra ağzından zar zor birkaç kelime döküldü.
“Annem, o nerede? Babam geldi mi?”
Beş yaşındaki bir çocuk için annesinden babasından ayrı kalmak zordu. Henüz kendi işlerini kendi yapamıyor, babası olmadan dışarı çıkmıyor, annesi olmadan rahat rahat uyuyamıyordu. Ancak şimdi ikisi de yoktu yanında. İlk aklına gelenler de onlardı.
“Gelecekler kuzum, gelecekler. Yat uyu sen, dinlen ki geldikleri zaman yorgun görmesinler seni.”
Teyzesinin söyledikleri mantıklı gelmişti Kemal’e. Her şey yolunda gibi görünüyordu. Bir de şu baş ağrısı olmasa… Bunları düşünerek tekrar uykuya dalıyordu ki bir anda kapı çaldı. Yerinden fırladığı gibi kapıya koştu Kemal, ne baş ağrısı kalmıştı ne de yorgunluk, hepsini unutturmuştu anne babasının geldiğini düşünmek. O heyecanla teyzesinden önce yetişti kapıya. Müstakil bir evde oturuyorlardı evin kapısı sokağa açılıyordu.
“Dur Kemal! Fırlama sokağa, dikkat et!”
Teyzesi bunları söylerken o çoktan kapıya varmıştı bile. Heyecanla açtı kapıyı. Tam kendini babasının kucağına atlayacak şekilde hazırlamıştı ki karşısında iki polis duruyordu. Arkasından da teyzesi geldi. Bir anda yüzünün rengi atmıştı teyzesinin. Polislerin işaret etmesiyle Kemal’i içeriye yolladı genç kadın. Kemal bu duruma sinirlendi, koca delikanlı olmuştu hem! Bu yüzden içeriye gitmek yerine bir köşeye saklanıp konuşulanları dinledi.
“Mustafa Bilgin’in yakını mısınız?”
“E..Evet,eniştem olur.Bir şey mi oldu,iyi mi Mustafa?”
“Kendisi hain saldırıda yaralanarak hastaneye kaldırılmış, ne yazık ki fazla dayanamadı, başınız sağ olsun…”
Daha fazlasını duyamadı genç kadın, bir anda yere yığıldı. Kemal yerinden fırlayıp teyzesinin yanına koştu. O sırada kapıya bir araba yanaştı. Tanıyordu bu eski arabayı, dayısı olmalıydı. İçinden annesi de inince koşarak annesine gitti Kemal. Dayısının koluna girmiş, çok bezgin ve yorgun görünüyordu. Diz çöküp kucakladı Kemal’i. Dayısı da yerde yatan kardeşine koştu. Annesiyle Kemal iç içe geçmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Annesi aşkına, çocuğunun babasına, hayat arkadaşına, ömrünün yarısına ağlıyordu; Kemal ise babasına, tanıdığı en güçlü adama, ne olduğunu tam anlayamamasına, annesinin akıttığı yaşlara, yerde yatan teyzesine ağlıyordu. Ağlıyordu Kemal, tek kelime edemeden hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Teröre ilk kurbanı değildi üstelik bu. Çok küçükken askerdeki ağabeyini de almıştı hainler. Şimdi de babası… İşte tüm bunlara ağlıyordu küçük Kemal.
*****
“Çok güzel oldu benim kuzum, dur yakanı da takalım…”
Aradan iki yıl geçmişti. Acılar hala tazeydi ancak hayat devam ediyordu. Kemal, babasız büyüyordu. Amcası, dayısı hiç yanından ayrılmıyorlardı belki ama babasının yerini dolduramıyordu hiçbiri. Tüm bu duygular içinde okul yaşı da gelmişti Kemal’in. Annesinin en çok önem verdiği şeydi eğitim. Okuyamamanın acısını yaşamıştı çünkü. Nasıl bir duygu olduğunu, toplum içinde kendisine yer bulamadığını ve kocası göçüp gittikten sonra doğru düzgün iş bulamadığı için her gün temizlik yaparken çektiği çileyi çok iyi biliyordu. Kemal böyle yaşamamalıydı, bunun için de okuması şarttı. Kemal kadar o da heyecanlıydı. Kemal de okul bahçesine girene kadar çok mutluydu. Okul bahçesine girip babalarının elini tutan çocukları görene kadar… Ağlıyorlardı,”Gitme!” dedikleri anlaşılıyordu sadece. Babalarını beş altı saat göremeyecekleri için ağlıyorlardı. Kemal’in içine girebilseler, o fırtınaya tutulsalar, babasız kalmayı bilseler, bir de o gözle baksalar hayata yine ağlarlar mıydı acaba? Tüm bunları düşünerek girdi sırasına Kemal ama ağlamadı.
Nihayet kimsenin anne babası kalmamış, öğrenciler sınıflarına girmiş ve Kemal rahatlamıştı. Bulduğu ilk sıraya oturdu. Üzerinde yazılarla, çiziklere yılların yorgunluğunu anlatıyordu sanki şu tahta parçası. Üzerinde ne dirsekler çürümüştü, ne hayatlar sönmüş ne umutlar yeşermişti kimse bilemezdi ondan başka. Hastanedeki hemşireye benzetti sırayı Kemal. Hissiz, emektar, yorgun ama işinin başında… Tüm bunlar geçerken aklından öğretmen çoktan sınıfa girmişti.
“Kemal Bilgin! Kim bakalım Kemal? Kalkıp tanıtsın kendini bize.”
Kemal başını kaldırıp öğretmenine baktı. İnce bıyıkları, kısa boyu, biraz çıkmış göbeği ve beyaz gömleğiyle orta yaşlı bir adam duruyordu karşısında. Gülümsedi öğretmeni Kemal’e, o da ayağa kalktı.
“Benim öğretmenim, adım Kemal.”
“Onu biliyoruz yahu!” dedi gülerek öğretmen ve ekledi. Ancak diğer çocuklara sorduklarını sormadı Kemal’e, annesi kendisiyle konuşmuştu çünkü. Anne babasıyla ilgili hiç soru sormayacaktı öğretmen.
“Söyle bakalım, hayallerin neler, ne olmak istiyorsun büyüyünce?”
Sahi ne olacaktı Kemal? Hiç düşünmemişti bunu. Daha önce kalkan çocukları da dinlememişti, hiçbir şey söyleyemedi ilk başta. Ama bir şey olmalıydı, annesine bakmalıydı, bir mesleği olmalıydı. Kızdı kendine, çok kızdı. Sonrasında cevap verebildi.
“Doktor! Doktor olacağım öğretmenim.”
“Hmm… Ne doktoru olacaksın bakalım?”
“Babamın doktoru!”
Öğretmen sustu, kendine geldikten sonra gülüşen öğrencileri susturdu. Kemal yerine oturmuştu. Ne vardı ki bunda? Neresi komikti, neresi yanlıştı? O hemşire, yanındaki o doktor kurtaramaz mıydı babasını? “Ben babamın doktoru olacağım, o zaman geri gelir belki babam, iyileşir…”diye geçirdi içinden. İlk kararını böyle vermişti Kemal, doktor olacaktı, babasının doktoru…
*****
Liseye kadar başarıyla geldi Kemal. Karnesinde hiç zayıf yoktu, bütün öğretmenleri onu çok seviyordu. Okumak da istiyordu, doktor olacaktı çünkü. Bu yüzden liseye gitmeye karar verdi. Ancak annesi artık bu yükün altında ezilmeye başlamıştı, bir şey beli etmiyordu oğluna ama düşünceli tavırlarından çok belliydi. Lise masrafları çok ağır gelecekti ama okumak istiyordu. Düşündükçe düşündü, bir çıkar yol aradı. En sonunda yatılı okumaya karar verdi. Burs kazanırsa para vermek zorunda kalmayacaktı. Sınava çok iyi hazırlanmalıydı. Yaşıtları kurslara gidiyor, özel ders alıyordu. Kemal ise tek başına çalışmak, kendi ayakları üzerinde durmak zorundaydı. Hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmadı, yılmadı. Ne zaman vazgeçecek olsa annesine baktı. Yaşlılıktan değil yorgunluktan solmuş yüzüne baktı, geçmişi hatırladı, annesinin onu tek başına nasıl büyüttüğünü hatırladı. Hatırladıkça çalıştı, çalıştıkça başardı ve en sonunda sınav sonuçları açıklandı. İlk gördüğü zaman çok sevinmişti çünkü kazanmıştı. Ancak bir sorun vardı. İstanbul dışında bir okulu kazanmıştı; İzmir Atatürk Lisesi…
Annesine nasıl söyleyecekti? Yatılı okumaya zor ikna etmişti zaten şehir dışına nasıl ikna edecekti? Başka şansı yoktu, okumak istiyorsa ne yapıp edip bunu başaracaktı. En sonunda sonuçları annesine de gösterdi. Annesi ilk başta kabul etmedi,”Okuma, okuyunca ne olacak sanki? Görmüyor musun herkes işsiz, kriz her yeri kırdı geçirdi.” Haklıydı, büyük umutlarla girilen “milenyum”un ilk yılında ekonomi neredeyse çöküyordu. Ama annesine karşı bu sefer yılmadı.”Doktor olacağım anne, doktor hiç işsiz kalır mı? Ben bu okula gideceğim!” İlk defa bu kadar yükselmişti sesi annesine karşı. Ergenlik miydi yoksa istediğini elde etme isteği miydi bilinmez. Çok hırslı bir çocuktu Kemal, istediğini almadan bırakmazdı hiçbir işi. Yine öyle oldu. Adeta savaştı annesiyle ve kazandı. Önce şaşırdı bu kadar çabuk ikna olmasına annesinin. Ancak sonradan anladı işin gerçeğini.
“Hem dayın İzmir’e taşınalı çok oldu, bir düzen kurmuştur ben de gider orada kalırım.”
Karşı çıkmak bir fayda getirmeyecekti çünkü Kemal annesine benziyordu. Annesi de inatçıydı. “Peki!” diyebildi sadece Kemal. İki üç ay daha bu koca şehirde kalıp İzmir’e gidecekti. İyi de nasıl bırakacaktı bu şehri? Burada doğup burada büyüdü. En güzel, en acı anılarını bu şehrin caddelerinde sokaklarında yaşamıştı. Nasıl bırakacaktı? Bırakacaktı işte… Başka yol kalmamıştı artık. Hem gideceği yer de İzmir’di.”Prenses” İzmir. Babasının “Orada yaşamayı çok isterdim.” dediği İzmir, hayatının dönüm noktası olacak İzmir.
İstanbul’da bunca yıl çok yavaş geçmişti onun için. Babasının, ağabeyinin gidişi, annesinin haykırışları, okul sıraları çok yormuştu Kemal’i. Tüm bunlara inatmış gibi son iki üç ayı su gibi geçti. Son yazını geçiriyordu İstanbul’da. Gezmedik, dolaşmadık yerini bırakmadı iki yakası iki kıta olan bu efsane şehrin. Zamanında ve günümüzde tüm dünyanın göz diktiği bu tarih kokan şehri bırakma vakti gelmişti. Okullar açılacaktı, dayısı onları almaya gelmişti bile. Hazırlıklar tamamdı, yola çıkma vakti çoktan gelmişti. Eşyalarını arabaya yerleştikten sonra ön koltuğa oturdu. Başını cama yaslayıp İstanbul’u son bir kez izledi.
“Seni bir daha görecek miyim İstanbul? Hiç sanmıyorum…”
Martı sesleriyle uyandı Kemal. Yolculuk henüz bitmemişti. Başını kaldırıp camdan dışarıya baktı. Berrak bir deniz, üzerinde sevişen martılar… Üstelik trafik de yoktu, en iyi gelişmelerden biriydi bu. Artık günün yarısını trafikte geçirmek zorunda değildi. İnsana huzur veriyordu bu şehir. İstanbul kalabalıktı, insanların telaşı daha fazlaydı. Burada ise bir sakinlik vardı, telaş yoktu, yozlaşma yoktu, özgürlük vardı. Sahil boyunca yürüyen çiftleri görünce daha iyi anladı bunu Kemal. İmrenerek bakıyordu gördüğü her sevgiliye. Hiç kimseyle böyle yürümemişti, elini sıkı sıkı tutan bir kız arkadaşı olmamıştı. Vakti olmamıştı belki de aşık olmaya. Hayat onun için aşktan daha fazlasıydı... Nihayet yolculuk bitmiş dayısının evine gelmişlerdi. Ertesi gün okul vardı ve Kemal çok yorgundu. Hemen eşyalarını yerleştirip annesinin yanına uzandı. Kokusunu içine çeke çeke uykuya daldı, yeni umutlarla, yeni hayallerle ve gerçek hayalinin peşinde.
Güneş gözüne giriyordu,”Kalk artık!” diyordu tüm sıcaklığıyla Kemal’e. Kalkmalıydı, yeni okuluna, yeni çalışma alanına girmeliydi. Annesi çoktan kalkmıştı yanından, kahvaltı hazırdı bile. Hemen kahvaltısını yapıp dayısını beklemeye başladı. Yabancıydı bu şehre, ne sokaklarını biliyordu ne de insanını. Dayısı götürecekti ilk gün okula ve yatakhaneye yerleştirecekti yeğenini. Annesi de gelecekti elbette. Herkes işini tamamladıktan sonra tekrar yola çıkıldı. Bu sefer uyumadı Kemal, İzmir’i seyretti. İstanbul’a benzemiyordu pek. Yolda seyyar bir arabada “Sıcak Boyoz Yumurta” yazısını görünce bir anlam veremedi, yanlarından geçen adam “Tazeee Gevreeeek!” diye bağırınca dayanamadı dayısına sormaya karar verdi.
“Dayı bu geçen simitçi değil miydi?”
“Evet, ne oldu aç mısın alalım mı?”
“Yok, hayır da geçerken levrek gibi bir şeyler dedi tam anlamadım.”
“Gevrek, gevrek. Eee İzmir’e hoş geldin Kemalciğim!”
Dayısına ve annesine el sallıyordu Kemal. İlk ders günü başlıyordu işte. Yeni bir okul, yeni bir yorgun sıra, yeni öğretmenler… Sırasına oturduğu zaman, okul hayatındaki ilk gününü hatırladı. Öğretmeninin sorusu karşısında bocalamasını hatırlayıp gülümsedi. Öğretmeni girmişti sınıfa ve yine bir tanışma sohbeti başlamıştı. Önce öğretmen tanıttı kendini. Sınıftaki çocukların “hocam” demesini garipsemişti çünkü ilkokuldaki öğretmeni asla “hocam” dedirtmezdi öğrencilerine, lisenin daha rahat bir yer olduğunu düşündü belki de İzmir’in rahatlığından kaynaklanıyordu, alışmak zaman alacaktı.
“Kemal Bilgin?”
“Benim öğr… Hocam, hocam!”
“Tamam evladım, heyecanlanmana gerek yok.”
Kaderinin bu olduğunu düşündü Kemal. Sınıf yine gülüşüyordu, ama bu sefer alınmadı çünkü kendisi de gülüyordu. Tanışmaları hiç sevememişti zaten.
“Annen baban ne iş yapar?”
“Annem İzmir’e yeni geldi, henüz işe girmedi, babamı on yıl önce kaybettim hocam.”
Birçok gerçekle yüzleşmişti Kemal ve artık üstesinden gelmişti geçmişin. Bu cevabın ardından derin sessizlik oldu sınıfta. Bunu bozan yine öğretmendi.
“Ne olmak istiyorsun, var mı bir hedefin?”
“Doktor. Doktor olacağım hocam.”
“Hedefinin olması güzel bir şey, aferin oğlum. Bir dal belirledin mi kendine?”
“ Henüz kesinleştirmedim hocam ama cerrah olmak istiyorum. Kalp cerrahı.”
Tanışma sohbetini iyi bitirmişti Kemal ve öğretmeninin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Çünkü hedefi olan birinin başarısız olma ihtimali çok düşüktü öğretmenine göre. Okulda ilk günü iyi geçiyordu Kemal’in. Çok acıkmıştı. Neyse ki yemek saatiydi ve yemekhaneye gidebilirdi. İçeriye girdiğinde yoğun bir koku vardı, iyice acıktırdı bu koku Kemal’i ve hemen sıraya girdi. Fazlasıyla kalabalıktı sıra ve itişmeler vardı. Bir an sırtına aldığı bir darbeyle neye uğradığını şaşırdı. Arkasına dönüp baktı ve bir süre bakakaldı. Kalp atışları öylesine hızlanmıştı ki hiçbir şey duymuyordu, başka bir dünyaya gitmiş gibiydi. Daha önce böyle duygular yaşamamıştı, elleri böylesine terlememiş ve bu kadar heyecanlanmamıştı. Kömür karası gözleri güneş gibi parladı. Sonrasında hoş bir sesle kendine geldi Kemal.
“Özür dilerim, arkadan beni ittikleri için çarptım, iyi misin?”
“E..Evet… İyiyim, iyiyim sorun değil.”
“Bu arada Sevgi ben. İlk günüm buradaki.”
“Benim de öyle, Kemal ben, memnun oldum. Çok memnun oldum.”
Bir süre daha konuştular ve sıra Kemal’e geldi. Yemeğini aldı bulduğu ilk yere oturdu. Açlığından eser kalmamıştı aklı hala o kahverengi gözlerdeydi. Öylesine derin bakıyorlardı ki bir bakan bir daha zor çevirirdi başını. Sevgi… “Ne güzel isim!”diye düşündü. İsmi gibiydi hissettirdikleri. Sevdiriyordu kendini sıcaklığıyla, bakışlarıyla ve içtenliğiyle. Üstelik çok da utanmıştı davranışından dolayı, o da kızarmıştı Kemal gibi. Tüm bunları düşünürken Kemal başını kaldırdığında o gözleri tekrar üzerinde gördü. Bu okuldaki ilk arkadaşı, ilk heyecanı olan kız karşısına oturmuştu. Bir süre konuştular, Kemal yemeği hiç düşünmedi bile.
“Buralı mısın?”
“Hayır, İstanbul’dan geliyorum, yatılı kalacağım. Sen?”
“İzmirliyim, çok seveceksin bu şehri emin olabilirsin.”
Dayısı bu şehrin kızlarının diğerlerinden farklı olduğunu söylemişti Kemal’e ama o pek ciddiye almamıştı. Şimdi anlıyordu, bu şehrin havası da suyu da kızı da bir başkaydı. Sevmeye başlamıştı bile bu şehri. İlk Cahit Külebi’den okumuştu İzmir’i. Boşuna dememiş şair “İzmir’in kızı deniz, denizi kız, sokakları hem kız hem deniz kokar.”diye. Ne kadar da haklıydı.Deniz gibi duru,içinde nice duygular barındıran bir kızdı karşısında oturan. Ne güzel bir duyguydu bu!
Okul bitmiş, Kemal tek başına kalmıştı. Yatakhanede ilk gecesini geçirecekti. Henüz arkadaşı yoktu. Zaten okulda sadece Sevgi’yi tanıyordu şimdilik. Yatağına uzanıp uzun uzun düşündü. Annesini, babasını düşündü. Çocukluğunu düşündü. İlk defa ayrı kalıyordu annesinden. Babası ise hep yanındaydı zaten sadece kokusu, sesi, bakışları yoktu ama hissediyordu, biliyordu. Annesiyle babasının aşkını düşündü, kendisi de bulabilecek miydi annesi gibi birisini? Nasıl anlayacaktı bulduğunu? Daha önce bir kıza karşı yoğun duygular hissetmemişti ama bugün bayılacak gibiydi. Aşk dedikleri bu muydu? “Şimdi düşünecek başka şeyler var.” diye geçirip içinden düşünce bulutlarını dağıttı. O sırada da yeni öğrenciler geliyordu yatakhaneye. Ranzanın alt tarafına yerleşti Kemal, yüksek yerleri çok sevmiyordu. Ranzasını paylaşacağı kişiyi de merak etmiyor değildi. En sonunda merakını dindirecek olan arkadaşı geldi.
“Selam.”
“Selam.”
Bundan ileri gitmedi konuşma. Gözleri şişti zaten adını bilmediği arkadaşının. Ailesinden ayrıldığı için üzgün olmalıydı, bu düşüncesini duyduğu ağlama sesleriyle de destekledi. Zor bir yıl olacak gibiydi. Neyse ki yatakhane psikolojisini bilen “kıdemli” ağabeyleri onlara yardım ediyorlardı. Bir aile olmak zorundaydılar, çünkü ailelerini bırakıp gelmişlerdi. İlk günü böyle geçirdi ve umduğundan daha iyi geçmişti. Hemen yarın olmasını diledi, Sevgi’yi görmek istiyordu. Annesiyle de konuştuktan sonra uykuya daldı.
Ertesi gün bütün boş anlarını Sevgi ile geçirdi Kemal.Git gide bağlanıyordu İzmirli kıza. Ama onun ne düşündüğünü bilemediği için rahat davranamıyordu. Bir de şu kızarmalar, kekelemeler olmasa… Aralarındaki sohbet koyulaşmıştı. Birbirlerine hayatlarını anlatıyorlardı. Kemal ilk defa içini döküyordu, döktükçe rahatlıyordu. Gözleri dolduğu zaman başını başka tarafa çevirip öyle anlatıyordu. Konuşmak iyi geliyordu. Daha önce niye hiç konuşmamıştı? Annesi her fırsatta konuşmaya çalışmış ama o susmuştu. Annesi onu anlamaz mıydı? Ya da içini dökebilmek için böyle hisler mi gerekliydi? Belki de sadece biraz daha yan yana durabilmek için anlatıyordu her şeyini Sevgi’ye, sevgiliye. Ne önemi vardı bunların? Mutluydu, uzun zaman sonra mutluydu.
*****
Aylar ayları kovalamıştı yabancısı olduğu bu şehirde. Yine başarıyla devam ediyordu okuluna. Hedefine bir adım daha yaklaşmıştı. Üstelik mutluydu, annesi güzel bir iş bulmuştu dayısı ona çok iyi bakıyordu. Yanında sevdiği kızla beraber iki yılı geride bıraktı Kemal. İzmir’de aylar, haftalar, mevsimler geçirdi, bu şehir her mevsim bir başkaydı. Kordon’a ilk çıktığında yürüdü, yürüdü… Sonra yürümekten vazgeçip çimlere oturdu, insanları izledi. Bir gün Sevgi ile de gelmeliydi buraya. Herkes el ele dolaşıyordu, sevginin şehriydi, aşkın sahiliydi burası. İstanbul kalbinde bir yaraydı, İzmir ise o yaraya sürdüğü merhem. İstanbul’a iki yıl boyunca dört ya da beş defa gidebildi, babasını ziyarete. Keşke o da olsaydı. Çok özlüyordu Kemal, yaşasaydı ona Sevgi’yi anlatacaktı, baba-oğul sohbet edeceklerdi, balık tutacaklardı, yıllar önce mutlu oldukları gibi yine mutlu olacaklardı. Ama yapacak bir şey yoktu, giden geri gelmiyordu. Buna alışmıştı aslında, bir de şu özlem dalgaları olmasa…
Artık son sınıftaydı Kemal. Yanında ilk günkü gibi Sevgi vardı yine. Ama bu sefer tek tanıdığı kişi o güzel kız değildi. Güzel arkadaşlıklar kurmuştu, gülümsemesini sağlayan insanlarla tanışmıştı. Burayı çok sevmişti. Üniversiteyi burada okumaya karar verdi. Hem Sevgi de buradaydı. En iyisi burada kalmak olacaktı. Bu sefer annesi ikna etmesi de gerekmiyordu üstelik. Çünkü annesi de sevmişti bu şehri, düzenini kurmuştu ve acısını biraz olsun dindirmişti.
Kemal hedefine yaklaştıkça daha çok çalışıyordu. Zamanının çoğunu derslerine ayırıyordu. Sevgi ile bu yüzden çok kavga ediyorlardı. Sevgi, Kemal’den daha rahat bir karaktere sahipti. Zekiydi ancak üniversite onun için çok önemli bir yer değildi. Kemal için tek çıkar yol olan üniversite Sevgi için zaman kaybından başka bir anlama gelmiyordu. Ters düştükleri tek konu buydu. Zor idare ediyordu durumu Kemal, bir yanda hedefleri ve hayalleri diğer yanda hayallerini süsleyen kız. Üç yıllık bir ilişki elbette böyle konular yüzünden bitemezdi, halledilemeyecek bir sorun değildi onlar için.
Sınav artık çok yakındı. Bir aydan az bir süre kalmıştı. Artık okula gitmiyordu Kemal, evde kendisi çalışıyordu. Tıpkı lise için çalıştığı gibi. Haftada bir iki defa Sevgi ile görüşüyorlardı, yetmiyordu ona ama başka şansı yoktu. Sevgi ise çok önemsemiyordu sınavı. Ama artık anlayış gösteriyordu sevgilisine, hak veriyordu. Kemal bu yüzden çok seviyordu ya zaten Sevgi’yi. Hem evlendikleri zaman iyi bakabilmeliydi Sevgi’ye. Onun için de çalışıyordu. Sebepler gittikçe artıyordu, hedefe yaklaştıkça hırslanıyordu.
*****
Annesinin ellerinden en güzel kahvaltıyı yapıp evden çıktı Kemal. Bu sefer dayısı bırakmıyordu onu, İzmir’i ezberlemiş gibiydi artık. Okula giderken ilk defa üniforması yoktu. Garip geliyordu tabii ki ama içi içine sığmıyordu. Yine bir ilk gün, yine yeni bir okul, yeni hayaller… Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanmıştı Kemal. Doktor olacaktı, babasının doktoru değil belki ama babası gibi insanların doktoru olacaktı. Sonuçlar açıklandıktan sonra babasını ziyaret edip ona da vermişti bu güzel haberi. Her şey güzeldi ancak tek sorun Sevgi’ydi. Hiçbir üniversiteyi kazanamamıştı, o pek önemsemiyordu bu durumu ama Kemal çok üzülüyordu. Eskiden her gün gördüğü sevgilisini kim bilir ne kadar görebilecekti artık. Bu düşüncelerle geçti yine yerine. Eski okullarından çok farklıydı burası. Çeşit çeşit insan vardı etrafında. Öğretmenleri de eski öğretmenleri gibi değildi. Tanışma konuşması olmadı elbette, bu sefer daha rahattı Kemal. Bir o kadar da mutluydu. Altı yıl boyunca okuyacağı bu okula ısınmıştı. Hayatının aşkıyla tanıştığı, en yakın arkadaşlıkları kurduğu eski okulunu özlüyordu ama hedefine ulaşmaya bu kadar az kalmışken canını hiçbir şey sıkmıyordu.
Zorla geldiği bu şehirde isteyerek kalmıştı Kemal. Üniversitede bazı derslerde zorlansa da yoluna devam ediyordu. Artık yatılı da değildi, annesiyle beraber dayısının evinde kalıyordu. Annesi üniversite masraflarını karşılayabilmek için elinde neyi var neyi yok satmış ve daha çok çalışmaya başlamıştı. Bu durum Kemal’i daha çok kamçılıyordu ve sadece kendisi için okumadığının farkındaydı.
*****
Kemal son sınıfı da bitirmişti. Koca altı yıl bitmiş mezun oluyordu, doktor olacaktı artık. Bu altı yıla dönüp baktığında hayatının en büyük acılarından birini görüyordu. Üçüncü sınıftayken annesi artık iyice hastalanmıştı. Kemal’e ömür boyu bakan, bir dağ gibi tüm zorlukların karşısında dikilen o güçlü kadın göz göre göre erimişti. Kalbi yaşadıklarını kaldırmıyordu artık. Çok zor geçiniyordu, kocasını hala çok özlüyordu. Hayatındaki tek mutluluk kaynağı oğlunu okutmuş olmaktı. Bir gece Kemal’i yanına çağırdı.
“Oğlum, sakın yılma. Hayat bu, geldiğimiz gibi gideceğiz hepimiz, sıra kime gelirse o gidecek. Ben görevimi tamamladım, her şeyinle en iyisini hak eden bir çocuksun, ne olursa olsun hayallerinden vazgeçme. Seni seviyorum.”
Kemal hiçbir şey söyleyemeden öptü annesini ve çıktı odadan. Annesinin son sözleri oldu Kemal’e söyledikleri, bir daha sesini duyamadı Kemal. Babasından sonra annesi de gitmişti. Yıllardır süren hasret annesi için bitmiş, Kemal için yeni bir hasret başlamıştı. Yaşayabileceği en acı iki olayı yaşamıştı Kemal. Dayısıyla kalmaya başlamıştı, tek kelime etmiyordu. Tek dayandığı kişi Sevgi’ydi. Sevgi de hiç yalnız bırakmıyordu sevgilisini. Kemal böyle geçirdi altı yılı. Acılarına yeni acılar ekleyerek, yeni kayıplar vererek.
Okuldan mezun olduktan sonra beklemeye başladı Kemal. Görev yapacağı yer için tercih yapmamıştı. Nedenini tam olarak bilmiyordu, belki uzaklaşmak istemişti, belki şansına inanmıştı. Görev yapacağı yeri kura belirleyecekti. Sevgi bunu duyunca çok kızdı. İzmir’de kalmasını istiyordu sevgilisinin. Evleneceklerdi. Üstelik artık tamamen birbirlerinin olmuşlardı. Dayısı, Kemal’e iyi geleceğini düşünüp bir süreliğine arkadaşına gitmiş ve Sevgi’yi de Kemal’e destek olması için eve çağırmıştı. Bir hafta aynı evde yaşadılar. Hayatlarının en güzel bir haftasını yaşadılar. Sevgi kendini en çok Kemal’in yanında güvende hissediyordu, bu yüzden hiç çekinmeden gitmişti yanına. Sevdiği adamla birlikte olmak hakkıydı, en çok istediği şeydi. Kemal ise bunca acının üstüne ilk defa bu kadar mutlu olmuştu. Bundan daha iyi bir veda olamazdı.
*****
Kemal yine yollara düşmüştü. Ancak bu seferki hepsinden daha uzundu, Türkiye’nin bir ucundan diğer ucuna gidiyordu Kemal. Uzaklaşmak istemişti de bu kadarını istemiş miydi bilmiyordu. Mardin Devlet Hastanesi’ne gidiyordu, doktorluğunun ilk durağına. Genç ama bir o kadar yaşlı, saçları yer yer beyazlamış, beyaz önlüğün içinde güneş gibi parlayan bir doktor olacaktı. Annesinin istediği gibi, babasının istediği gibi…
Mardin’e geldiğinde çok etkilendi. Tarihi dokusu, mimarisi insanın içine işliyordu Mardin’in. Ancak kafasını kurcalayan ve onu endişelendiren tek şey terör olaylarının artık iyice artmasıydı. Teröre ağabeyini, babasını kurban vermişti. Hayatta en büyük düşmanı terördü ve şimdi en büyük düşmanının kucağındaydı. Çocukluğundan beri terörü Güneydoğu Anadolu halkı ile bütünleştirmişti Kemal. Bunun tamamen yanlış olduğunu burada gördüğü hürmetten, sevgiden sonra anladı. Terörden daha büyük sorun eğitimdi. Buradaki insanlar eğitimli olsa teröre alet olmazlardı diye düşündü. Zaten birçoğu zorla alet ediliyordu. Çocuklar okul yerine eylemlerde yer alıyordu. Hastaneler her gün yaralılarla dolup taşıyordu. Hayat kurtarılan bu yerler birçok yönden eksikti. Kemal’in gittiği hastane de öyleydi. Ama bu ona engel olmamalıydı. Görev bilinci yerinde bir genç olmuştu Kemal. Mardin’e geldiği günden sonra da arı gibi çalışmaya başladı. Çok çalışmasının bir sebebi de Sevgi’yi aklından atabilmekti. O kafasını kurcaladıkça kendini işine veremiyor, başarılı olamıyordu. Bu yüzden kendini sadece işine veriyordu.
Mardin’de ikinci ayında terör iyice artmıştı. Acil servis hiç boş kalmıyordu ve doktor sayısı azdı. Kemal yaralıdan yaralıya koşmak zorundaydı. Halk artık kayıp vermeye başlamıştı. Asker operasyon kararı alıp harekete geçti. Sokaklarda teröristlerden ve askerlerden başka kimse yoktu. Hastaneler gelecek yaralıları bekliyordu. Kemal en büyük sınavını burada verdi.
Asker operasyona devam ediyordu, hastaneye ilk yaralılar gelmeye başladı. Yakalanan her teröristten örgüt hakkında bilgi alınacaktı bu yüzden ölülerinden çok dirileri lazımdı askere. Hastaneye asker ve sivil yaralılarla beraber terörist yaralılar da geliyordu. İlk gelen yaralıya koştu Kemal. Teröristti. Doktor olmasaydı, yemin etmeseydi oracıkta öldüreceği bir teröristti Kemal’in kurtarmak zorunda olduğu yaralı. Hastanedeki hocası başka bir hastanın başındaydı ve bu işle Kemal ilgilenmek zorundaydı. Teröristin yüzüne baktı. Önce ağabeyinin yüzünü gördü hayal meyal. Sonra her gece gördüğü, babasını kaybettiği rüyayı gördü, daha sonra annesinin ağlayışını, yerde yatan teyzesini, koca özlemiyle göçüp giden annesini gördü. Ne yapmalıydı? Bunun gibi adamlar hayatını almıştı Kemal’in. Bu sırada hastanın bilgilerine ulaşılıyordu.
“Bekir Şahin, kod adı Kara. Örgütün üst düzey adamlarından…”
Kemal bunu duyduktan sonra beyninden vurulmuşa döndü. Hafızasını zorladı. Babasının ölümünden sonra annesinin sakladığı gazeteler geldi aklına. Okumayı söktükten sonra ilk okuduğu yazılar o gazetelerdi. “25 Aralık 1991’de İstanbul’daki terör eylemini gerçekleştiren teröristlerden bazıları tespit edildi: Ahmet Büyük, Abdullah Soy, Bekir Şahin…” yanılmıyordu Kemal. Karşısında yatan, babasının katillerinden biriydi. Kafası iyice karıştı. Hayatını karartan adam karşısında oturuyordu. Öldürse eline ne geçecekti? Babası, annesi, ağabeyi geri gelecek miydi? Peki yaşatırsa ne olacaktı? Asker konuşturacaktı, belki örgüt ağır darbe alacaktı. Yaşatmalıydı, vatanı için, annesi, ağabeyi, babası için yaşatmalıydı. Öyle de yaptı. Elinden geldiği kadar çalıştı çabaladı ve yarı baygın yatan teröristi hayata döndürdü. Hayatının en büyük sınavını vermişti. Ancak vicdanı hiç rahat değildi. Ailesine ihanet etmiş gibi hissediyordu. Bu yüzden sevgilisine, Sevgi’sine bir mektup yazdı.
“Sevgilim…
Bu satırları nasıl yazacağımı inan bilmiyorum. Burada hayatımın en zor günlerini geçiriyorum. Başımı yaslayacağım, içimi dökebileceğim kimse yok. Seni çok özlüyorum, annemi, babamı çok özlüyorum.
Sana karşı bundan yıllar önce ilk gördüğümde ne hissettiysem hala aynı şeyleri hissediyorum. Sen ilk aşkımsın benim, son olacaksın. Hayata bakış açımı, içimdeki duyguları, karamsarlığımı değiştirdin. Ağladığım da gözyaşımı sildin, anlattığımda dinledin, başımı yaslayabilecek bir omuz oldun bana. Hiçbir zaman yalnız bırakmadın beni, bu yüzden minnettarım sana hayatımın anlamı. Beni ben yapan sendin. Ama burada sen de yoksun. Kararlarımı alırken ilk defa bu kadar yalnızım, uzun zaman sonra kendimi güçsüz hissediyorum, buna dayanamıyorum. İçimdeki vicdan azabına dayanamıyorum, babama, ağabeyime ihanet etmeme dayanamıyorum. Babamın katilini kurtardım burada ben, ağabeyimin canını da o aldı belki. Bir katili kurtardım ben, ama yapacak bir şeyim yoktu, çaresizdim. Hem yemin etmiştim, doktordum, görevim buydu benim. Ama insanlığım bana izin vermiyor, vicdanım rahat bırakmıyor sevgilim. Bu acıya dayanamıyorum… Özür dilerim, pes ediyorum. Benden buraya kadardı… Seni çok sevdiğimi, hep sevdiğimi hiç unutma. Kendine iyi bak aşkların en güzeli… Hoşça kal!”
Aynı gün, Kemal’e Sevgi’den bir mektup geldi. Mektubu olay yerindeki polis açtı.
“Hayatım,
Aslında bu mektubu daha önce yazacaktım ama emin olamadım. Şimdi ise kesinlikle eminim bu yüzden sana da haber vermeye karar verdim. Bunu bilmeye hakkın var, orada destekçin olsun vereceğim haber sevgilim. Bilirsin pek mektup yazamam, kısa tutuyorum cümlelerimi. Sen gittikten sonra bazı rahatsızlıklar yaşadım, hastaneye gittim. Merak etme kötü bir şey yok, aksine iyi haberlerim var sana aşkım. Sen gitmeden önce bir haftada birçok şey yaşamıştık hani, en güzel, en özel günlerimiz. Meğer o haftadan beri yalnız değilmişim sevgilim, karnımda ufacık bir bebek varmış. Evet, hamileyim! Seni dört gözle bekliyor olacağız hayatım, umarım izin alıp gelebilirsin bilmiyorum imkanın olur mu? Ama ben seni ölene kadar bekliyor olacağım sevgilim, ben ve çocuğumuz. Seni çok seviyorum orada kendine iyi bak!”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.