- 671 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞARHOŞ
Bugün Perşembe, ben her zamanki yerimde, kuruşmuşum bar taburesine kadehimi aktarmaktayım damarlarıma. İçtiğimde çok şey hissettiğim olurdu ama bugün sanki biraz daha farklı. Dirseklerim bar masasında, başım eğik, kadehimi sağ elimden sol elime, sol elimden sağ elime doğru masada kaydırıp duruyorum. Sanki bi şeyleri çözememişim de onu düşünüyormuş gibi davranıyorum. Aslında bunu yaparken kendimi çok da zorlamıyorum, nede olsa bu benim doğal halim.
İki, üç… Derken kadehleri bir bir yuvarlamışım. Son yudumu alırken yüzümü ekşitip:
-Şarap tadı, kabak tadı vermeye başladı, bu ne la, diye homurdanmaya başladım. Söylediğim lafa gülesim geldi, güldüm de. Şarap tadı, kabak tadı verdi ha. Daha sarhoş olmadım farkındayım ama nedense bu gün hiç yapmadığım şeyleri yapasım geliyor. Ben kendimle konuşmam mesela, ama nedense konuşuyorum işte. Kendiyle konuşmak acizlerin işi olsa gerek. Kendini anlatacak kimseyi bulamaz ya, kendine anlatır ancak. Belki farkında olmadan ben de o acizlerden oluyorum artık. Neyse canım acizlik de olsa konuşmak iyi geliyor. Bu şarap tadı örneğin, bu güne kadar hiç kendime itiraf etmemiştim. Benim hoşlandığım bi tad değil ki bu, evet artık kabul ediyorum, sevmiyorum arkadaş, zorla mı? Kadehi dibinde bıraktım, tam bitirmedim ve içim de cız etmedi, elimi kaldırarak barmene o meşhur parmak hareketini yaptım. Yani cin istedim. Bizim buraların usulü farklıdır. Hem okumuş-bilmiş adamlar gelir hem de öyle marjinal takılanlar. Yani sabit bi fikir bulmazsın. Ama burada cin istemenin tek şekli vardır. Elini kaldırdıktan sonra garsonun veya barmenin seni fark etmesini sağlarsın ve diğer parmaklarını kapatıp yalnızca serçe parmağını gösterirsin. Bu yalnızca bi sipariş biçimidir diyemeyiz zira aynı zamanda buranın müdavimi olan bizler dışında gelenleri de tanımladığımız bir kimlik belirtme şeklidir. Ben de acemi olmadığımı belirtip bi cin istedim bu şekilde. Belki de sırf bu işareti yapabilmek ve kendimi buranın bi parçasıymış gibi gösterme ihtiyacı duyduğum için istemişimdir. Aslında bu mekânda pek cin tüketilmez. Bu yüzden böyle bi işaret geleneği de çıkmış olabilir. Dediğim gibi genelde yazıp-çizen, öykücü, beş parasız roman yazarları ve acemi şairlerin, bunların yanı sıra kafasına göre yaşayan, hiçbir şeyi umursamayanların takıldığı yer olduğu için bira, şarap ve tabii ki rakı türü içkiler tercih edilir. Aslında bu tür içkileri genelde filmlerde veya hayatımızı adadığımız, okuyup büyüdüğümüz kitaplarda görüp-okuduğumuz için seçiyoruz. Etkileniyoruz, bu gerçek. Sonra da biz etkilemeğe çalışıyoruz yazıp çizerken. Her daim alkol listemizin başıdır rakı. İşte mehtaba karşı, falan filan. Bi de Türk Sanat Musikisinden bir nihavent kopardık mı tamam. Ama işin aslı hiç de öyle değildir. Göze hoş görünür ama içinde olduğun zaman pis bi durumdur. Çünkü o filmler veya kitaplar o sahnenin en fazla 5 dakikasını gösterir veya anlatır. Ondan sonrasını anlatan pek yoktur. Sonrası nedir biliyor musun? İçmene sebep olan düşünce her neyse masadan kalkana kadar beynini kemirip durur, içmeden o şeyi düşünsen dahi sarhoş olursun yani. Sigarasız olmaz tabi. Anlayacağın dert bi yandan beynini, içki diğer yandan damarlarını, dumanı ise sigaranın, ciğerini kemirip durur. Bi muharebe meydanı olursun ve ayağa kalkınca ki bu vakit sabaha karşıdır, kendini yenilmiş hissedersin o meydanda. İnsan bunu bilinçli yapar aslında. Yani derdi onu yarıya kadar kuyuya indirir, o çıkmak ister, çabalar fayda etmez. Ve salıverir kendini. Dibe vurmak ister, iyice hem de, sonuna kadar. Neden, çünkü ancak dibe vurmuş insanlar tekrardan doğrulmasını bilir. Belki de sadece biz yazarların uydurduğu bi ütopyadan başka bir şey değildir bu. Öyle veya böyle sonuçta bu işe yarar ve genellikle böyle yaparız. İşte insanlara gösterilmeyen manzaranın aslı budur.
Ben bunları anlatırken altıncı cin kadehini parlatmışım. Bu arada bir şey daha fark ettim. Ben bunları kime anlatıyorum diye sordum kendime. Kime anlatıyorum lan? Ha şimdi hatırladım, Mahmut evet Mahmut’a anlatıyorum. Bıyık altından gülerek, senin adın Mahmut olsun, dedim.İçimdeki ben şimdi yeni bir isme sahip. Mahmut kardeşim anladın mı şimdi neden içtiğimi? Neee, anlamadın mı, yüksek sesle konuş la duymuyorum. He halâ anlamadın neden içtiğimi… Neresi saçma be o kadar şey anlattık. Sen de içindeki herif gibi aptalın tekisin. Bak ne diyecem. Ben yazıyorum, anladın mı?... Ne eee’si be dur iki Dakka, yazarım işte, aslında yazamayan bi yazarım. En son “Pıttık Osman” diye bi karakter çıkarmıştım öykümde, hatırlarsın ondan sonra çıkmadı yeni bi karakter be yahu. Şu godoman yazarlar yok mu, onların çıkardığı sansasyonellerle gündeme gelmiştim. Yok neymiş, ahlaka uygun değilmiş bizim pıttık çok küfür ediyormuş, falan da falan… Sen boş ver be kardeşim okuyucu beğendi mi, kendisini o karakterde buldu mu iş tamam demektir. Ama yine de sağ olsunlar sayelerinde çok ekmek yedik. İşte son zamanlar da çıkmıyor böyle bi öykü, böyle bi kahraman. Yazdıklarım tekrardan ibaret artık, fiyaskodan başka bi şey değil. La Mahmut belki sen bilirsin he bana yardım etsene. ..Neeee, yok ya. Bundan önceki karakterleri de bu bulmuşmuş. Kimi kandırıyorsun be hepsi benim eserim, daha senin adını yeni koydum önceden yoktun bile. Ukala seni, adam yerine koyduk, konuşuyoruz bizde… Sarhoş falan değilim, ben iyiyim! Kafam da yerinde, sen kendi haline bak! Şöhretimin üstüne oturacak, çakal seniii!
Aslında Mahmut benim hiçbir zaman sarhoş olmayan yanımdı. O hiçbir zaman içmez de zaten. Ben ne zaman otursam şu masaya kalk deyip durur. Dur iki dakika, bak şu ambiyansa, derim, ne kadar da güzel, tıpkı eski zamanlardaki gibi bu meyhaneden bozma bar. Tıpkı Rumlardan kaldığı gibi, baksana şu tarihe. Beyoğlu’nda kimsenin tahmin edememeyeceği bi bodrumdur gittiğimiz o mekân. Girişte hemen sol tarafta koca bi kağnı tekeri vardır, ben geldiğimden beri orda durur. Öylece ağ bağlamış her yanı, temizlemezler de. Çok döküntü bi yer sayılmaz ama öyle lüks bi mekân da değildir yani. Sonra şu devasa avizeler çok mistik görünüyor gözüme. Tüm şartlar içmek için uygun ama gel de şu Mahmut’u ikna et. Kalk deyip duruyor.
Vakitte bayağı erken kalkıp eve gideyim bari. Erken dediğim dünkü gün için değil, girdiğimiz yeni gün içindir. Gider gitmez kafayı vurup yatmışım. Yarı hatırlar yarı unutur vaziyette, yani sarhoş olmuştum açıkçası. Öğleden sonra dört gibiydi uyandığım zaman. Beynim çatlıyordu, gözlerim kan çanağı, ağzım it yalağına dönüştü, elimin tersiyle uyku mamurluğundaki salyalarımı silerken, sallana sallana ayakyoluna gidiyordum. Sonra yüzümü falan yıkayıp, alarak havluyu elime balkona çıktım. Daha yüzümü kurulamadan deli yel yüzümdeki su tanelerini alıp götürdü. Biraz şu tabureye oturayım dedim. Başımı yaslayıp duvara hafiften kapadım gözlerimi. Esen yel düşüncelerimi de söküp atarken bi anda sıçradım telefon sesiyle. Elimdeki havluyu büküp öfkeyle yere attım ve söylene söylene kalktım ayağa.
- Ne zaman rahat bıraktılar ki, kafayı toplayalım…telefonu açtım:
- Alo ,
- Haldun ağabeyi müjdemi ver.
- Sen kimsin be?
- Ağabeyi benim, Taner.
- He buyur Tanercim, hayırdır müjde falan.
- Gazeteden aradılar bugün. Sana ulaşmak istedim ama bulamadım bi yerde. Belki evdesin diye evi aradım şimdi.
- Eee uzatma be oğlum, ne var anlat şunu.
- Gazete yeni bi kampanya başlatmış, yarışma düzenliyor. Öykü yarışması. Sloganı şu “Hikâyeni bul, kahramanını yarat ve kazan” . Her insanın katılabileceği bi yarışma bu, kazanana 10.000 lira verecekler. Ve bi de öykü kitabı bastıracaklarmış adına, ücretsiz!
Bu gün başvurular başlıyor. Sakın kaçırma, hemen öykünü götür kayıt yapsınlar. Beni arayıp sorduklarında işte bildiğin iyi öykücü varsa haber ver dediklerinde aklıma ilk sen geldin
- İyi de, ben de yok ki öyle orijinal bi hikaye. İyi olurdu ama yazamıyorum kaç zamandır.
- Yapma be ağabeyi, yazık olacak hayatının fırsatı bu. Hem bak gazeteden arayan arkadaş şunu da söyledi, yani tiyo maksatlı dedi ki, öykü ruhsal bir hesaplaşma ve çıkmaz bir psikolojik panaroma olursa daha iyi olur. Günümüzün en çarpıcı hikâyeleri insanın içinden çıkıyormuş falan dedi. Ben de pek anlamadım ama sen anlarsın herhalde.
- Maalesef kardeşim, hayat bu fırsatı da bize teğet geçti, artık fukaralık… dur bi dakika hikaye hazır koçum. Son gün ne zaman demiştin.
- Ağabeyi yok diyordun.
- Bizde yok olur mu lan, hem de tam istedikleri gibi bi öykü var. Şaka yaptım. Hemen söyle ne zaman son gün ben şu düzenlemeleri yapayım.
- Ayın 10’u son gün. Hayırlısı ağabeyi, inanıyorum ki bu fırsat senin için açıldı. Neyse ben daha fazla bekletmeyim, anlarsın ya ağabeyi Müjgan’la buluşacağız.
- Tamam koçum, çok sağ ol bu iyiliğini unutmayacam, ulan düğününüzde benden çok oynayan olmaz, ha bi de kazanırsam benden çok takı takan da olmaz haberin olsun. Hadi görüşmek üzere.
Telefonu kapattıktan sonra ayakta durup düşündüm, yüzümde anlamsız ve aptalca bi gülümseme vardı. Heyecanlanmıştım elim ayağım titriyordu. Sonra tekrar kendi içime dönerek dedim ki;
- Elbette öykümün konusu belli. Mahmut’u yazacağım. Hadi kalk oğlum vakit geldi, seni kağıda dökeceğim, seni saklandığın bu dipsiz kuyudan kurtaracağım, seni aşikâr edeceğim. Artık herkes bilecek Haldun’un içindeki şey delilik değil, Mahmut. Seni ne kadar iyi anlatabilirsem o kadar kazançlıyız demektir. Hadi kalk, toparlan artık tembel herif. Kağıt nüshalara dökülme vakti geldi artık.
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.