- 1350 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
314 - EL VASİ
Onur BİLGE
Neyse ki kadınlar çok oturmadılar. Duygu’nun elinden birer bol köpüklü orta kahve içip kalktılar. Tavlaları kapatıverdik ve hemen eski yerlerimize geçtik. Biz de kahve içecektik. Kaldığımız yerden yardıma devam edecek, sohbeti sürdürecektik. Dede hiç nazlanmadı yine. Tatlı tatlı anlatmaya başladı:
“Şarampol semtinde, cadde üstünde, garaja yakın bir otel vardı. Oraya yerleştik. Bir taraftan ev aramaya başladık. Portakal bahçeleri arasında bir apartmanın ikinci katını beğendik. Burası, eskiden Pali Bahçesi denilen yerdeydi.
Ev sahibimiz yaşlı bir adamdı. Seksen üç yaşını yeni kutlamış. İyi kötü iki büklüm dolaşabiliyor, evin içinde ama çocuklarını bile tanımıyor. Büyük oğlu hacir altına almış.”
“Hacer altına almak mı? Hacer kim ya? Neden altına alıyor? Kavga mı yapmışlar? Alt alta üst üste? Anlamadım ben orasını, dede.” Kimde can kaldı!.. Herkes karnını tuta tuta gülmeye başladı! O kadar komik bir merakla sordu ki Işıl’dan başka herkes kahkahaya boğuldu. Gülme krizi ona da sirayet etti. Fakat neye gülündüğünü bilmiyordu. Bir ara soluklanan Orçun, cümle aralarında kahkaha atmaktan kendini alamayarak:
“İlahi Işıl!.. Yahu, sen hukuk okumuyor musun? Neden aptalca sorular soruyorsun? Derste geçti ya!”
“Hacer mi geçti? Nerden geçti, arkadaşım? Ben neden görmedim? Neye gülüyorsunuz ya?”
“Ne Hacer’i kızım? Hacir, hacir… Hiç duymadın mı? Hastalık, bunama gibi sebeplerden ötürü ne yapacağını bilemeyen insanların mallarını mülklerini idare etme haklarının mahkeme kararıyla elinden alınması…”
“Aman, dede! Nerden bileyim ben? Bir sürü Osmanlıca sözcük… Hangi birini ezberleyeceğim? Bir değil, iki değil… Zaten hukuku onun için sevmiyorum.”
“Hukuku, sevsen de sevmesen de bilmek zorundasın. Kanunları bilmemek mazeret sayılmaz. Madem bu ülkede yaşıyorsun, bunlardan az çok haberdar olman lazım. Hacir, ‘kısıtlamak’ demektir. Hukukta okumuştuk bu konuyu. Vesayet bahsinde… Yani o, mahcur olmuş. Malını mülkünü yönetemez hale gelmiş. Oğlu, vâsi tayin edilmiş.” dedikten sonra Define’ye döndü: “E, sonra dede?”
“İşte öyle oldu, Orçun. Babası devreden çıktığı için oğluyla sözleşme yaptık. Zaten o yaşlı kişilerin imza yetkisi olmuyor. Yaptıkları sözleşmeler geçersiz oluyor. Anlaşma yapılabilmesi için sağlıklı olduğunu ispatlaması lazım. Akli melekelerinin yerinde olduğunu belirten doktor raporu olacak. Elinde aynı gün içinde alınmış kapı gibi bir sağlık raporu yoksa, avukat bile tayin edemiyor, yani vekâlet bile veremiyor. Dünyanın bin türlü hali var, çocuklar. Neydik, ne olduk, ne olacağız? “Ne oldum!” dememeli, “Ne olacağım?” demeli! Allah’ın bize bahşettiği en büyük nimetlerden biri de akıldır. O gidince, geri gelmez!”
“Anneannem, “Her kime uzun ömür verirsek, hilkatini nekse uğratırız. Ta’kul etmezler mi?” mealinde bir ayet olduğundan bahseder, insanın yaşlandırılışından, bildiğini bilmez duruma gelişinden bahsedildiğini söylerdi. “Ta’kul etmezler mi?” demek de: “Akıl etmezler mi?” demekmiş." dedim.
“Dinlemesine dinledim de… Anlamasına karışmadım. Ne demek o?” Orçun , tatlı sert:
“Işıl! Darılma gücenme ama bu böyle olmaz! En iyisi, sen yanına bir Arapça Farsça sözlük al! Çantandaki onca ıvır zıvırı çıkar at! Yerine onu koy! Öyle dolaş! Anlayamadığın sözcükler olunca, çıkar, aç, bak, öğren! İkide birde sohbeti bölme!” diyerek onu uyardı ama kime söylüyorsun? Anlamaz ki o!
“Ne demek, ‘hilkatini nekse uğratmak?” diye sordu, bu defa da. Ben cevapladım:
“Hilkat, ‘yaratılış’ demek… Nekse uğratmak. ‘değiştirmek, tersine çevirmek’ demek. Yaklaşık olarak: “Kime uzun ömür verir isek, yaratılışlarını değiştirir, tersine döndürürüz.” Anlamına geliyor. Uzun yaşatılanların yaratışlarının değiştirildiği, yaşlandıkları, bildiklerini bilmez hale geldikleri… Yaşlanmak, çocuklaşmak… Hiçbir şey bilmezken bilmeye başladık. Gerekli olduğuna inandığımız inanmadığımız, öğrenmemiz gereken gerekmeyen, iyi kötü çok şey öğrendik. O melekeleri bahşeden Allah-ü Teâlâ, gerektiğinde yavaş yavaş geri alır, alabilir ve ona kimse müdahale edemez!”
“İnsanoğlu, dört ayaktan iki ayağa, iki ayaktan üç ayağa, daha sonra dört ayağa ve nihayet ayaksızlığa doğru yol alır.” dedi, Define.
“Üç ayak mı?” diye sordu yine. Dede sakin sakin elindeki tahtaya şekil vermeye devam ederek:
“Evet. Yaşlanınca bastona ihtiyaç hasıl olur. Sonra o da yetmez, emeklemeye başlar ve nihayet ona da güç yetiremez, elden ayaktan düşer, yatağa mahkûm olur. Bu da ayaksız kalması demektir.” dedi.
“Gençliğimizin hiç farkında değiliz ama yaş ilerledikçe mumla arayacağız! Sonra dedeciğim?”
“Öyle ya Ahmet! Sorma! neydi o günler yahu! Ah benim aptal kafam! Zerre kadar değerini bilemedim! Neyse... Nerde kalmıştık? Ha... Eşyaların naklini istedik. Gönderiverdiler, sağ olsunlar. İyi kötü yerleştik. Çocukları okula yazdırdık. Küçüğün velisi annesi oldu. Diğerlerinin ben… O, onun sevgilisidir. Kendisine benzediği için çok sever.”
Bu arada Işıl masadan kalktı ve üst kata çıktı. Elinde kalınca bir kitapla geri geldi. Yine başladı:
“Dedeciğim, sözünü kestiğim için şimdi bana yine kızacaksın belki ama baksana burada ne yazıyor! Vasi, ‘İlim ve insanı her şeyi içine alan’ demekmiş. Allah’ın sıfatlarındanmış. Mutlak ve hakiki Vâsi; ilmi, rahmeti, kudreti, af ve mağfireti geniş ve sonsuz olan, müsaadekâr…” diyor.”
“Sen o kitabın arkasındaki açıklamalara bakma! O, bahsi geçen konulara göre açıklama yapmış. Osmanlıca Türkçe sözlüğe bak! İstersen git, al! İçerde… Odama gir, sağ tarafta, rafta… Kur’an-ı Kerim’in yanında…”
“Ömür uzunluğu, rızık ve sıhhat genişliği için okunurmuş. Ya Vasi ismini zikreden; hırs ve sıkıntılardan kurtulurmuş; ahlakı güzelleşir, rızkı bollaşır, ömrü uzar, zor işleri kolaylaşırmış. Kin ve haset içinde olandan bu kötü duygular alınır, o insanın ruhu huzura kavuşurmuş. İhlâsla okumayı sürdürenler için manevi perdeler kalkar ve bazı sırlara ererlermiş. Esarette olanlar, özgürlüklerine kavuşurlarmış. Bakın neler yazıyor:
Allah geniş olandır, bilendir. Göklerin ve yerin, bütün genişliğin tek sahibidir. Her yere istiva etmiş olup, evreni an be an genişletmektedir. ’Vasi’ sıfatının tecellisi müminlerde daha yoğundur. Nimetleri tükenmez, rahmet ve merhameti sonsuz, affı çok geniştir.
Yüceliği, iktidarı, mülkü, fazlı ve keremi, iyilik ve ihsanı, cömertlik ve keremi pek geniştir. Varlığı ezeli ve ebedidir. Öncesiz ve sonsuzdur. İlmi, tüm ilimleri kapsamış olup, bilgisi engel tanımaz. Gücü, tüm güçlerin üstündedir hiçbir durum, onu başka bir durumdan engelleyemez. Her sesi birden duyar, her yeri birden görür. Dualar O’na yükselir, O’nun tarafından hepsi birden duyulur. Birinin duyulması diğerinin duyulmasına, birinin kabulü, diğerinin kabulüne engel olmadığı gibi, her yeri, her şeyi ve her olayı birden görmesine, her şeyden haberdar olmasına da engel değildir.”
“Yahu, kızım! “Oku!” desem, bu kadar hevesli okumazsın! Bir şey anlatmaya çalışıyorum şurada! Bir dur! Bir nefes al! Müsaade et de devam edeyim!”
“Özür dilerim, dedeciğim! Buyun, lütfen!”
“Bu memleketin tek sıkıntısı, sıcağı… Ekşi portakalına da razıydım, kireçli suyuna da, tozlu topraklı yollarına da… Bahçelerinde top koşturan, çelik çomak oynayan üstü başı toz toprak içinde çocuklarını, geçim derdinde ter döken esnafını, giyinip kuşanıp, çarşısında, Kara’lıoğlu Parkı’nda, Tophane’de gezen, kordon boyunda dolaşan insanlarını çok seviyordum. Frenk yemişi yiyorlar, arıklarında çimiyorlar, “Ene, abu, gari, agam, endeki, ilimon…” diyorlardı. Antalyalıların, atasözleri ve değimlerle konuşmaları hoşuma gidiyordu.
Şehirlerden bir Antalya vardı, portakal, limon, mandalina çiçeği kokan. Ben artık bu vilayetteydim. Antalyalıların arasında… Hepsi birbirini yakından tanıyan, yabancıları kucaklayıveren ve bağırlarına basıveren...”
“O günleri hatırladım da, burnumun direği sızladı, dedeciğim! Eski evler vardı, avlularında ağaçları, çiçekleri; sarnıçlı, kuyulu… Kuyularından, şangır şungur zincirlerle kova kova su çeken kadınları, kızları… Onlarla yıkanan betonlar, su serpilerek süpürülen kırmızı topraklar, sulanan saksılar… Hemen hemen her evin önünden veya bahçesinin içinden geçen arıklar… Sulayarak yeşerttiği, boy attırttığı meyveler sebzeler, çiçekler... Taşlıklarında yemekler yenen, bahçelerinde mevlitler okunan, düğünler yapılan, gülünen oynanan o yerden, o tek katlı, bitişik nizam, beyaz badanalı, o derme çatma fakat şipşirin evler, içinde güzel insanların yaşamakta olduğu, sıcacık yuvalar… Onların daima açık duran kapılarından, perdeleri dahi açık duran pencerelerinden sadece karasineklerin ve sivrisineklerin girmemesi için önlemler alınmaya çalışılırdı ki oralardan Kur’an sesleri, radyo sesleri, neşeli konuşmalar, şen kahkahalar yükselirdi. Üç mevsim boyunca, evlerinin önlerinde yiyen içen, oturan insanlar, komşularıyla uzaktan uzağa da konuşur, şakalaşırlardı. Misafirliklerin apayrı bir tadı vardı. Nerde kaldı dedeciğim, o günler? Televizyon ve apartmanlaşma, komşuluk bırakmadı. Burada da öyle... Televizyon, aşağı yukarı her eve girdi; o akşam oturmaları, ailelerin o eski kaynaşması ve tadına doyulmayan sohbetler falan kalmadı. Kimse akşamları misafir kabul etmek istemez oldu. Belki ancak eski evlerin yer aldığı böyle sokaklarda, geleneklerine bağlı insanların oturmakta olduğu mahallerde ve kırsal kesimde hâlâ aynı adetler devam etmektedir.”
“Ne kadar sıcakkanlı insanlardı! Ne kadar içten karşıladılar bizi! Sevgili karım, buz baltasıdır. Burnu büyüktür. Ne bir arkadaş edindi, ne komşuluk kurdu! Kokmaz bulaşmaz... Tavşan kakası gibi... Yapayalnız yaşadı ya! Neyse... Ben herkesle anlaşırım. Arkadaş canlısıyım. Antalyalılarla da can ciğer kuzu sarması oluverdik. İlk dikkatimi çeken, konuşmaları oldu. Evvela yadırgadım, sonra alıştım. Daha sonra onlardan biri gibi oluverdim ben de… Ne ilginç simalar vardı! Hatırlar mısın onları, Semiray?”
“Bir Deli Zühre varmış, bir zamanlar. Bursa’nın Deli Ayten’i gibi…”
“Deli Zühre” derlerdi kızınca, kızlara, kadınlara… Onu duydum da, kendisini görmedim.”
“Ben de görmedim. Çok önceleri yaşamış.”
Sohbetin burasında kahvelerimiz geldi. Dede de piposuna uzandı. Kahve kokusu rutubet kokusunu bastırır gibi oldu. Derken dedenin kakao kokulu tütününün kesif dumanı sardı ortalığı. Fincanlardan yükselen buğu içivermeye teşvik ediyor fakat sıcaklığından fincana dudak değdirilemiyordu. Ben çok sıcak içemem. Dilim yanar. Epey bir çekerim acısını. Onun için tabağına geri koydum. Biraz soğumasını beklerken dedeye baktım. Minicik kara gözleri, kömürlükten fare bakıyor gibi ışıldıyordu. Neler hatırlamıştı da efkârlanmıştı, acaba?
“Biraz soluklanalım, çocuklar! Hele bir kahvelerinizi için, ben de pipomu tüttüreyim şöyle bir! Biraz sonra devam ederiz.” derken, yukarıya doğru yükselerek, sokak kapısından esen rüzgârla bahçe kapısına doğru yola koyulan mavimsi dumanı seyrediyordu. Bulut halinde çıkıyor, bahçede darmadağın oluyordu. Ortamda çok ağır bir is kokusu…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 314
YORUMLAR
ankara eskişehir bursa ve 3 günlük seyehat sonrası edebiyata sayfamı açtığımda ilk karşıma sizin bu güzel anlatımınızla karşılaşı verdim.
gençlik yıllarım bursada imam hatip ve ismail hakkı kuran kursunda 3 senam ve 7 senemde imam hatipte yıldırımın yollarını gide gele bezdirmiştim altı delik ayakkabılarımla. ...
rahmetli Deli ayten konusu keçti ve girdap gibi beni hem o korku dolu simasına hemde o güzelim yıllarıma girdap gibi çeki verdi .
aslında rahmetli deli ayten korkulacak bir insan değildi ama o haşmetli bakışları ve aniden çıkan naraları bizi korkutuyoru .
konu ve anlatım çok güzel severek okudum sizi can-ı gönülden kutluyorum