AMELE 1
Yavaşça cebinden çıkardığı kese kağıdını önündeki kirli gazete parçasının üzerine koydu. Aynı barakada kaldığı sekiz arkadaşının üzerinde kaçamak bakışlarla dolanan gözleri şimdi yere inmiş, zayıf kuru elleri itina ile kese kağıdını açmaya başlamıştı. Yavaş, ürkek tavırları ellerine de sinmiş, ruhundaki korku parmak uçlarından, paketine geçmişti sanki.
Kese kağıdının içinden, gazete parçasının üzerine dökülen bir kaç zeytin, parçalanmış bir parça peynir akşam yemeği idi. Öbür cebine yöneldi eli bir naylon poşete sarılı yarım ekmek parçasını da aynı özenle çıkarıp bir lokma kopardı. Başı iyice önüne eğilmiş, sırtındaki kambur daha çok belirginleşmişti. Elleri yavaş hareketlerle önce bir zeytini, sonra bölünmüş bir peynir parçasını ağzına attı. Arkadan bir lokma daha ekmek ısırdı.
Havayı demlenmiş çayın kokusu sarıyor, günün yorgunluğuyla odayı paylaştığı arkadaşlarının her biri, bir köşede uyukluyorlardı. Zafer hariç. Aynı odayı paylaşan bu sekiz kişinin "usta" diye hitap ettiği, ustadan öte bir ağabey gözüyle gördüğü Zafer, yarılanmış gözlerinin arasından bu yeni yoldaşlarını düşünceli gözlerle izliyordu. Henüz bu yeni arkadaşlarının adını bile bilmiyorlar, günlük yorgunlukları arasında varlığını bile hissetmiyorlardı. Yerinden usul adımlarla kalkan Zafer, kendi bardağına doldurduğu çayı uzattı;
"Buyur gardaş, kuru kuruya gitmez şimdi yediklerin" Gözleri bu yeni arkadaşı izliyor, çayı alıp almamak arasında yaşadığı tereddüdü açıkça görüyordu. "Al kardaş al, çekinecek ne var, buyur !”
Çekinerek uzanan el, Zafer’in elinden bardağı aldı, duyulur duyulmaz bir ses belki de sadece gözler teşekkür etti. İlk yudum boğazını hafif yakarak geçti. Dudakları ikinci yudumu beklerken bardağı tutan eli ayıp olur mu diye kımıldayamıyordu.
"Kusura bakma kardaş, geldiğinden beridir soramadık halini. Necisin, neredensin hasbihal edemedik. Malum ekmek derdindeyiz hepimiz." ikinci yudumu dudaklarına götürüşünü seyretti gözleri, acımıştı garibana. "Geldiğimde ben de böyle miydim ki" diye düşündü. Muhakkak o da bir çekingenlik yaşamıştı. "yok yok, İmkan yok bu kadar ürküntüm yoktur" dedi içinden. Yavaşça yere oturdu.
"Adını bağışla hele bir, nerelisin gardaşlık, " ellerinin arasında bardağı sıkı sıkı tutan yeni arkadaşları, gözlerini daha bir önüne indirirken fısıldar gibi cevapladı.
"Süleyman, Mardinliyim."
"Süleyman ha, dedemin adıdır. Rahmetlik az sopasını yemedik ama iyi adamdı" bir elini dizine dayayıp yerden kalkarken, diğer eliyle Süleyman’ın omzuna bastırdı.
"Rahmet istedi herhal, kusura bakma senden konuşacağımıza dedemi andık" Tekrar yerine otururken önünü de Süleyman’a döndü.
"Demek Mardinlisin ha! Uzak yerler orası, ne demeye geldin ki Istanbul’a ?" bakışlarında bir acımayla süzdü Süleyman’ı. "Büyük şehirin çiğneyeceği bir evlat daha" diye geçirdi içinden. Bir bardak daha çay koyup, tadına vararak bir yudum içti. Gözleri Süleyman’ı bir süre düşünceyle süzdü.
"Kaç yaşındasın Süleyman"
Cevap yine ürkekçe çıktı Süleyman’ın ağzından.
"yirmi altı"
"yirmi altı haa... sanki..."
Dili diyemedi elli gibi duruyon diye sadece bir yudum daha aldı bardağından. Süleyman’ın tavırlarından da belliydi sohbet etmek istemediği. Yavaşça, yine aynı özenle kese kağıdını dürüp bir cebine, ekmeğini naylona yerleştirip diğer cebine koydu. Önündeki gazeteyi katlayıp kapının yanındaki çöp poşetinin içine bıraktı. Zafer de ayağa kalkmıştı artık,
"Haydi" dedi "yatalım gayrı, yarın işimiz çok" başıyla onayladı Süleyman, yatak yerine kullandığı şiltenin üzerine uzanıp yüzünü duvara döndü, Ceketini omuzlarına, bacaklarını karnına çekti. Bir süre baktı Zafer Süleyman’a. Yatışı bile garibandı.
"Zavallı" diye düşündü. "Hayat erken bitirmiş bu gencecik fidanı"
Devam edecek...