EDEBİYAT DEFTERİ'NİN ÜÇ NOKTASI ... (2)
Taksim’de indik. Eyüp Sultana gidecek 55-T no’lu otobüsümüzü beklemeye koyulduk. Aaaa ne de güzel şanslı bir gün bize gülmüştü. Sıcaklığın kavuruculuğunda terlerimiz akmadan otobüs yüz metre ileriden göründü. Bazı zamanlar yarım saatten fazla beklediğimiz oluyordu otobüsü. Hatta bir saat beklemiştik Yenibosna durağında Sefaköy’e gitmek için. Bu otobüsün beklemeden bize görünüşü günümüzün şanslı oluşuna delaletti!.. Bahar’a dönerek;
__ Aaa bak Bahar, bizim otobüs göründü. ne güzel ya!..
__ Evet fazla beklemedik!
__ Eğer yollar çok kalabalıksa cumaya yetişemeyecek olursak yarı yolda iner bir camide cuma namazını kılar gideriz, dedim.
__ Sanmam, zaman daha çok ve yollar tenha gibi görünüyor. Sanırım yetişiriz ezana.
Otobüs durağa yanaştığında içeride beş on kişi var yoktu. Yolun kalabalık olmayışı bizi sevindirdi. Ya kalabalık olsaydı; o kadar yolu ayakta gidebilirdik! Trafik yoğunluğunda yolculuk etmek nefesimizi daraltıyor, adeta bunalım geçiriyor insanlar. Kalabalık şehrin ağır şartları hiç bitmiyor otobüslerde, tranvaylarda... Zor yaşamdır İstanbul’da hayat sürdürmek! Artık eskisi kadar saygı, sevgide yaşamını yitirmiş İstanbul’da. Genç yolcular; yaşlı insanların, hamile kadınların, özürlü insanların ayakta duracak hallerini gördükleri halde otobüslerde yer vermediklerine şahit oldukça, insanlığın nasıl tüketilip, çıkarcılık kültürünün kafalara kazındığını gördüm bu şehirde. Bir gence yer vermesi için ricada bulunduğunda; ters ters bakar, seni öldürecek kin ve nefretle suratınızda yankılanır kabalığı, mahçup bir eda ile ’özür diler bakışlarınızla birşey bile diyemezsiniz artık!.. Çürümüş, özünden koparılmış toplumun, batıcılık adına batırılan değerlerimiz dumura uğratılmışlıkta birşeyler beklemek imkansız, insanlığımız hazin hale dönüştürülmüş...
Kafamda bu olumsuzluklar dalga dalga düşünce kıyılarıma çarparken klimalı, tertemiz, mis kokulu otobüsün orta kısmında güneşe sırtını dönmüş gölgelenmiş koltuğuna oturduk Bahar’la...
Tarlabaşı’ndan sessizce ilerleyen otobüsde, gözlerimiz yolun tenhalığına dalıp gidiyordu. Haliç’in üstüne basa basa Unkapanı köprüsünden geçerken, Haliç’in balıkçı teknelerine, suya fırlatılmış misinalarına, ’rastgele’ temennileri ile nasiplerini bekleyen balıkçıların keyifli hallerine takılıyordu bakışlarımız. Ağaçların altına serilmiş gençlerin, mangal yapanların odun kömürlerini tutuşturmak için nefeslerini tüketiyorlardı. Köz haline getirmek için ellerindeki kartonları sallayan çocuklar, biryandan dumandan yaşaran gözlerini siliyorlardı. Bayanların salata yapma telaşları, seyyar satıcıların simit, közlenmiş ve haşlanmış mısır, su satmak için üç tekerlekli arabalarının başında tellal gibi bağrışıyorlardı. Bu tür satışlar yasak olmasına rağmen zabıtanın görmezlikten gelişi emek parası kazanmalarına yardımcı oluyor, çevreyede hoş görüntüler veriyorlardı. Bazı satıcılar çok arsız satıcı olduklarından, çoğu kişileri bıktırmışlardı ısrarcı tavırları ile! Kıyı manzaralarına baka baka otobüsümüz gelin gibi süzülerek yol alıyordu Eyüp Sultan’a... Genç satıcıların bağırışları arasında adeta kayıp gidiyordu koskoca şehrin yollarında otobüs... Sorunlu trafiğin eksik olmadığı İstanbul, bugün sokaklarından arabalar el ayak çekmişe benziyordu. Belkide cuma namazının yaklaşması neden olabilirdi yolların kalabalıksızlığına...
Bahar arkasını dönerek tepelerde görünen büyük bir binayı işaret etti. Baktım binanın nursuz suratına, kusacak gibi oldum. Benzimin rengi soldu, moralsizliğim tavan yaptı...
__ Bu binanın ne olduğunu sanırım anladın, daha önce de gösterdim galiba... Burası Fener Rum Patrikhanesi.
__ Biliyorum, kin kapısı dedikleri yer şu kapı değil mi?
__Evet orası. Devletimizin bütün imkanları seferber edildiği halde, devletimize en büyük ihaneti yapan alçak papazın cezalandırıldığı kapı! O kapının açılması için bir Türk büyüğünün orada sallandırılmasından sonra açılacağına dair yemin edilmiş. İnşallah kendileri takılır o yağlı urganlara alçaklar!.. dedi Bahar.
__ Bırak bir büyüğümüzün orada sallandırılmasına; biz Türklerin hepsini sallandıracaklar aslında bu hainler! İstanbul’umuzu Türksüzleştirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Elli yıl sonrasında ben burada varlığımızın tehlikede olacağından eminim uyumamız devam ettikçe!
_Haklısın Zafer, derken bahar nasılda içleniyordu. Derin bir soluk aldı ve öylece kaldı.
Otobüs virajı dönüp Eyüp Sultan durağına yöneldi. Etrafta yer yer kalabalıklar görüyordum. İstanbul’un her köşesinden mübarek beldeye gelenlerin sayısı oldukça fazlaydı. Cuma’nın bereketinde Yaradan’a kalkacak eller; ülkemizin, milletimizin, devletimizin ve perişan Türk-İslam aleminin hayrına dualar yollanacak, peygamber efendimizin şefaatine sığınılacak nurlu beldenin manevi atmosferinde huşu içinde cuma namazı eda edilecekti.
Durakta otobüs durdu. Aşağıya inip Eyüp Sultana yönelirken ezanın okunup okunmadığını karşıdan gelen iri yapılı, simsiyah uzun sakallı, siyah cübbeli birine sordum;
__ Hacım cuma ezanı okundu mu?
Beni şöyle bir süzdü, biraz uzamış bıyıklarıma alaylı bir bakışla ve mağrur sesiyle;
__ Yok daha okunmadı!
__ Teşekkür ederim nazik cevabınıza, dedim.
__ Nasıl bir cevap verişti, yobaz birine benziyor, deyince Bahar;
__ Belkide ne düşüncesi vardır şu an! Dalgın da olabilir. Kimsenin iç dünyasını bilemediğimizden bize tavrı yanlış gelmiş olabilir, diyorum Bahar’a.
__ Olabilir zafer. Neyse; biraz gezelim veya kafelerden birine geçip çay içelim.
__ Tamam içelim.
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
04 Temmuz 2011 Pazartesi 01.00 İstanbul
YORUMLAR
Kardeş,hazır Türkiye'ye gelmişken Ankara'ya da uğrasan olmaz mı?Bir acı gayfemi içersin...
Selamlar...
direniş
Nasipse gelir, çayınızı, kahvenizi içmek onur verir bize...
Selam ve saygılar istanbuldan...