Nereden Bileceksiniz
Güneşin altında kavruluyor olması, onun sonsuz bir karanlığa doğru yürüyor olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Korunma talep ettiği dostlarından aldığı birer kuru ret cümlesi dışında, elinde avucunda bir şey kalmamıştı. Sığınmak istediği eski yuvasının eğer halen dört duvarı olsaydı, eğer eskisi gibi kuş cıvıltılarıyla yıkanan şen şakrak insanlardan sadece biri onu görebilseydi, her şey çok farklı olabilirdi.
Yaşanan onca şeyden sonra nasıl oluyor da halen ayakta durabiliyor olduğuna şaşırırken, dik durması gerektiği, hatta gürlemesinin beklendiği bir zaman dilimindeydi. Hep öyle olmamış mıydı zaten onun için hayat. Ondan istenenleri kusursuz yapması beklendiğinden, o da bunu başarıyla ve her seferinde daha mükemmel olarak yerine getirdiğinden, üstüne yaftalanan hiç sevemediği bu sakil karakterle başı hep dertte olmuştu. Bu durum onu bir müddet sonra ailesinin hatta sülalesinin çözüm ombudsmanı yapıvermişti. Kimse, onu takdir etmesi gerektiğini düşünmüyordu, artık bu onun görevi olmuştu. Doğru ya işini yapıyor diye birine teşekkür etmek saçma olurdu.
Çok bilinmeyenli denklem ve işin ilginci çözülmeyeceğini bilerek usanmadan çözmeye uğraştığımız lanet bir denklem değil mi hayat.
‘Doğru’ denilen şey ise anlık değişiyor, bazı doğrulara daha uzun inanıyoruz hepsi bu, misal otuz yıl kadar.
Onun da baba dediği kişinin sadece iyi kalpli bir insan olduğunu öğrenmesinin ardından; o an değişen bu ‘doğruya’ alışması için, ona tanınan birkaç gün zaman sonunda ondan inanabileceği yeni bir ‘doğru’ üretebilmesi ve her şeye rağmen güçlü olması istenmişti.
Dizilerden, filmlerden, romanlardan alışık olduğu bu durum karşısında, ‘cılız ıslak bir fare’ gibi titremek ona yakışmazdı. En azından rahmetli dedesine ait bu tabir onu gülümsetmişti. Ağzından küfür eksilmeyen aksi dedesini ne kadar özlediğini fark etti. Bir insan hem bu kadar avam olup hem nasıl bu denli asil olabilirdi ki…
Bu durumdaki bir roman kahramanının, senaryo gereği aynı kaderi paylaşan oyuncuların yaşadıklarını, ruh hallerini hiç bilememiş olduğuna olan şaşkınlığıyla yürümeye devam etti. Dört yaşında üstünde koşuştururken düştüğü okul duvarının yüksekliğinin ne kadar da abartıldığını o an fark etti. Bu hikâyenin doğruluğu konusundaki tereddütleri gitgide artıyordu. ‘’Belki de gerçek evinden uzaklaşmış, kaybolmuş bir çocuğu buldukları, o iyi insanlarla tanıştığım ilk gündü o –duvardan düşme günü-‘’ diye içinden geçirdi.
Kokusu aklına kazılı o simit fırınının yanında oturan şımarık kız ne yapıyordur şimdi, otuz yıl sonra halen aynı güzellikte miydi kıvırcık saçları, bir göze yakışacak en güzel yeşil, halen çok can yakıyor mudur? Diye düşünürken yerde bir okaliptüs yaprağı gördü.
Şehir çok değişse de, yıllar çabucak geçse de, doğanın anımsattıkları hep aynı kalıyordu. İşte aynı tonlardaki yeşili, aynı biçimdeki kıvrımıyla, benzer bir kaldırımda sere serpe yatan bu yaprak, onun gökyüzüne bakması gerektiğini hatırlatmıştı yine. Tıpkı bir ağabeyinin yıllar önce ona öğütlediği gibi, en umutsuz anlarda gökyüzüne bakması gerektiğini hatırladı. Koca ağacı sevgiyle selamladı. Gençliğinde de büyük olan bu ağacın şimdi kaç yaşında olduğundan çok, kaç umutsuza ışık olduğunu merak etmişti.
Dilinde baba bildiği kişinin ağzından düşmeyen şiir; ondan ilk tokadını yediği sokak köşesinde öylece duruyordu.
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
O zamanlar kimin şiiri olduğunu bilmiyordu. Şiirin devamı olduğunu da, baba sandığı kişinin politik yapısını da…
Yıllar sonra neden onun öldürüldüğünü de, asıl babasının kim olduğunu da öğrenecekti birazdan. Tahminlerine göre de asıl babası, baba sandığı kişinin katiliydi. Yıllarca hapiste yattığından ona gerçeği anlatmamışlardı, şimdi cezasını doldurduğundan onla tanışmak istiyordu.
Böyle bir ayrılığın, aldatmacanın, hayal kırıklığının, olmamışların burukluğu ile olanların ıstırabının cezası ne olacaktı…
Babası; yıllarca alışveriş yaptığı bakkal Ali Amca olsa ne fark eder, evlerine bir dönem çok sık gelen, o zamanların yeniyetme öğretmeni Hasan Abi olsa ne değişirdi…
Kitap kokulu evin önünde durdu. Ev artık orada yoktu. Kitap kurdu Hilmi ise yıllar önce birdenbire kaybolmuştu, eve yapılan baskın sonrası, mahallenin ortasında yakılan bir öbek kitap külü hayatına şekil vermişti. O küllerden yapılı heykelcik zihninin en ışıklı köşesinde daim oldu. Cesedi bulunamayan Hilmi için, çok sevdiği körfezin orta yerinde tören yapmışlar ve o kitap küllerini onun bedeniymiş gibi sulara savurmuşlardı. Her yıl aynı gün, aynı yerde toplaşıp, sonradan hepsini evladı bellemiş Nedime Teyzeye-Hilmi’nin annesi- türkü* söyletmek iç acıtsa da, hepsini o yıllara götürdüğünden bir başka güzeldi.
Ana,
Gümüş olmak istiyorum
Oğul,
Çok üşürsün sonra
Ana,
Su olmak istiyorum
Oğul,
Çok üşürsün sonra
Ana,
Yastığına işle beni
Oğul,
Olur hemen şimdi
Nerdeyse varmak üzereydi, birazdan bir adam ‘ben senin babanım’ diyecekti, sağlığını soracaktı. Ne yüzle? Ne cüretle?
Sorması gereken soruları zamanında soramamış, ergen döneminde ‘git başımdan be adam’ denememiş, saçını doğru zamanda okşamamış bir –baba- bu vakitten sonra neye yarardı ki…
O en derin sularda debelenirken uzanan elini tutmamış, taş kaleye atılan penaltılarda şikeyle de olsa yenilmemiş, oğlunun ilk tıraşında içi yanarak gururlanmamış bir –baba- neye yarardı ki. Yanlış adamın hayaliyle avunmak bile güzeldi.
Doğduğu eve birkaç adım kala, bir taksiye el etti.
_Otogara lütfen.
29.06.11
Nadir
*www.youtube.com/watch?v=nLPj8bXQ_iA