Anılar
Şükrü emmi’nin harmanı yüksekçe kalır diğer harmanlara göre. Harmanın kenarında yüksek kayalar vardır bolca. Çok severim , köye gittikçe gider otururum. Üçyüz altmış derece manzaralıdır. Göz hizasında uzak köyler , köylerin etrafında tarlalar yeşil yeşil. Ormanlar ve tarlalar iç içe geçmiş sanki. Ne kadar çok yeşil renk varmış böyle!
Gözlerimi aşağılara çeviriyorum. Çağıl çağıl akan bir dere. Sesini duyamıyorum ama hissedebiliyorum.
Geriye dönüyorum. Samanlıklar dizili , artık sahipsiz. Harmanlar da öyle zaten. Hiç kullanılmıyor artık. Şükrü emmi de karısı da öleli uzun yıllar olmuş.
Şu arkadaki de bizim harman yeri. Samanlık yıkılalı yıllar oldu; biliyorum. Onun üst tarafındaki tarla bizim. Başkaları ekip biçiyor şimdi. Üniversite sınav sonuç kağıdı geldiğinde o tarlada buğday yüklüyordum kağnı arabasına. Zarfı heyecanla açıp üniversiteyi kazandığımı görünce öyle sevinmiştim ki sanırım yükleme rekorunu o zaman kırmışımdır.
İktisat Fakültesi’ni kazanmıştım. Ne olduğunu bile bilmiyordum. Oralardan kurtulmaktı herhalde ilk hedefim. Peki neden bu kadar çok farklıydı şimdi hissettiklerim. Anılar “geride kaldıkları” için mi bu kadar güzeldi. Ya da o an, orada yapayalnız otururken samanlıkların, harman yerlerinin, tarlaların, ağaçların yalnızlığını görmek mi yakınlaştırmıştı beni onlara.
İçinde yaşarken doğanın bu güzelliklerinin hiç farkına bile varmadığımı anımsıyorum. Zor ve yorucu yanlarını yaşıyorduk çünkü. Sabahın köründe yatağımızdan kalkıp sığırları otlatmaya götürüyorduk kardeşimle birlikte. O kadar çok sıkılıyorduk ki daha bir saat bile olmadan birimiz eve gidiyorduk ;birer dilim ekmek üzerine tereyağı sürüp getirmek için. Yanında da bir şişe ayran.Acıktığımızdan falan değil. Bu fiil bize öyle bir heyecan veriyordu ki nöbetleşe yapıyorduk bu işi.
En büyük eğlencelerimizden biri de radyo dinlemekti. “Arkası Yarın” programları vardı. Ünlü yazarların ünlü romanları radyo oyunu şeklinde sunulurdu. Yaşadığımız yaşamın “dışını” o oyunlarda tanıdık biz. İnce Memed’le ağaları tanıdık,dağları gezdik. Leyla ile Mecnun’la çöllere düştük.
Diğer oyunlarla şehirleri dolaştık, nehirlerde yüzdük. Gemilerde tayfa, uçaklarda pilot olduk.
Aşklar vardı radyo oyunlarında , aşkların karşısında birileri. Umutlar vardı, umutların karşısında birileri. Bizim oralarda yoktu böyle şeyler. Bazen duyardık falankes filanca kızı istemiş, kızın babası vermemiş diye; o kadar. Daha sonraları izlediğim filmlerde de benzer şeyler oluyordu. Bu işlere engel olanlar hep ağalardı ve ben onları hep kızın babası şeklinde algılıyordum.
Üniversite döneminde bu yaşantımın bende oluşturduğu kişiliğin olumsuz olduğunu düşünürdüm nedense. Bir sürü olayda “Çok duygusalsın” sözüyle karşılaştım. Bu ne demekti anlayamıyordum çoğu kez. Yani iyi miydi,kötü mü çözemiyordum.
Bakışlarımı sola çeviriyorum. Aile mezarlığımız vardı şimdi gözlerimin önünde.Harmanlara,samanlıklara,tarlalara komşu. Babaannemi anımsadım. Sırtında yük taşımaktan iki büklüm olmuştu. Çocukluğumun en lüks yiyeceği idi yağda yumurta. Ocakta yumurta pişirirdi bize. Tereyağı tavada biraz fazla tutar, yağ hafifçe kararma kıvamına gelince kırardı yumurtaları.
Muhteşem olurdu görüntüsü de tadı da.
Doğruldum oturduğum yerden. Mezarlığa doğru yürümeye başladım. Mezarlığın içinde bir kiraz ağacımız vardı. Baktım hala duruyor. O ağaçtan hiç kiraz yemediğimi anımsadım. Mezarlıkta olunca ürkütücü mü oluyordu acaba? Dallarında kuşlar ötüşüyordu. Kuş sesleri…çocukluğumda hiç farkına varamadığım kadar güzeldi. Bestelenmiş bütün şarkılardan güzel. Bildiğim tüm duaları okudum babaanneme, yüzünü hiç görmediğim anneanneme, doğar doğmaz ya da küçücük bebekken ölen ağabeylerime.
Dönüşte harmanların ortasındaki başka bir kaya parçasına takılıyor gözüm. Yanı başında bir yabani arı (bir ismi vardı ama unutmuşum) yuvası vardı. Sopayla karıştırıp kaçışırdık. Arılar da peşimizde. Ancak hiç arı sokması olayı kalmamış belleğimde.
Samanlıkların arasından yürüyüp giderken saklambaç oyunlarındaki en iyi saklanma yerleri olduğunu anımsıyorum.
Aşağı Su dediğimiz yerden geçerken çeşmeye takılıyor gözlerim. Yapıldığı zamanları biliyorum. İnşaat halinde sıvası yapılırken tarih atmıştı babam.Baktım 1977.
Evlerde hiç hareket yok. Sadece 3-4 tanesinde yaşayan var çünkü. Onlar da sadece karı-koca.
Artık eve gitme vakti. Yürürken farkına varıyorum ki kuş sesleri her yerde. Çok fazla değiller ama sesleri her yere ulaşıyor.
Gece pencereyi açıyorum, hayret gece de ötüyorlar. Ertesi gün yağmur yağıyor. Yine kuş sesleri.
Ölümün olduğu yerde de , yaşamın olduğu yerde de kuş sesleri. Çocukluğumdan kalan anılarımda neden kuş sesleri yok peki? Büyük olasılıkla insan seslerinden,kuş sesleri duyulmuyordu. Peki nerede bu insanlar?
Bir kısmı mezarlıkta, peki ya diğerleri? Ekmeğin peşinden mi koşarak gittiler , bunca harman yeri boş dururken. Değilse neydi onları peşine düşüren? Mutluluk mu,para mı ?
Gittikleri yerlerde sesleri duyuluyor muydu kuşlar kadar. Gecenin karanlığına, yağmurun soğuğuna ve ıslaklığına rağmen şarkılar söyleyebiliyorlar mıydı?
Eve girdiğimde soba gürül gürül yanıyordu. Bir çay iyi giderdi. Hem de nasıl iyi giderdi. Pencerenin önüne oturup yağmurun yağışını , yağmur tanelerinin ağaçların yapraklarındaki muhteşem duruşunu seyrederken bir yandan da kuş seslerinin yağmurun şarkısına vokal yaparak oluşturduğu o müziği dinlemeye başladım.
Çayımı yudumlarken düşünüyordum. Dünya ne kadar garipti. Bir zamanlar kavuşmak istediğimiz şeylerden kaçıp uzaklaşıyor , kaçtığımız şeyleri ise kovalıyor ve özlüyorduk.
Kaçtığımız yerler,kaçtığımız şeyler bizleri sabırla bekliyor ve yine hiçbir şey olmamışçasına hasretle kucaklıyor,kavuşmak istediğimiz şeyler ise hep ileriye hep ileriye kaçıyordu.
YORUMLAR
Çok naif tertemiz pastoral ögelerle ruhumu dinlendiren bir yazı oldu. Islak samanı koklattınız adeta.
Ben de bazen bu hatayı yapıyorum. O nedenle söylemek istedim. Daha çarpıcı bir başlık ve paragraflar arasında birer satır boşluk bırakmak belki yazınızın hakettiği kadar okuru olmasını sağlar.
Benim çok hoşuma gitti. Elinize sağlık.