- 1585 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
310 - EL CELİL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Virane, arı kovanı gibi işliyordu. Fakat bunda Define’nin rolü büyüktü. Dinlenmek ve bir şeyler içmek için böyle, ara sokakta, çürümeye yüz tutmuş asırlık bir ahşap binanın rutubetli, küf kokan arka bahçesinde oturmaktan kim tercih ederdi? Fakat bahçeye gelenler, hayatlarından memnun görünüyor, gitmek istemiyorlardı. Dedenin acayip bir çekim gücü, bulunduğu yerin büyülü bir atmosferi, beraberliğin vazgeçilmez bir tadı vardı.
Üç tarafı, çamurla örülü taş duvarla çevrili, bir yanı heyula gibi ev… Duvarların üstü, pencereler hariç olmak üzere evin arka yüzü, her yer sarmaşıklarla kaplı. Kocaman bir çardak, gümrah ağaçlar… Kışın yapraklarını çekip güneşe fırsat veren, gökyüzünü doyasıya seyrettiren bu bitkiler, yılın bu zamanında sözleşmiş gibi yeşererek önlerine geriliyor, avuçlarını güne açıyor, sere serpe yayılarak egoistçe yaşamaya başlıyorlar. Sanki bilmiyorlar, her şeyin sonlu olduğunu. Bu zevk-ü sefanın da gün gelip biteceğini… O güzelim yapraklarını toprağa bahşetmek zorunda kalacaklarını…
Ağaç ki ne ağaç! Evle yarışıyor. Bu ne heybet, ne gurur! Engin ol gönül, engin ol! Henüz keşfedilmemiş, uç dallarına kadar çıkılıp küçültülmemiş. Oysa mümkün… Yeryüzündeki her yaratılan gibi her yeri keşfedilebilir ve fethedilebilir.
Değil ağaçlar, en yüksek dağlar bile çıkıldıkça ayaklar altında kalır, erir, küçülür gider, ne ululuğu kalır, ne heybeti… Yeryüzünde ayak basılmadık yer mi kaldı! Her şey, keşfedilinceye kadar cazip ve gizemli, teslim alınıncaya kadar erişilmez.
İlhan da benim için öyle… Sadece karşıdan seyredebildiğim, yollarında yürüyemediğim yemyeşil, şipşirin bir köy. Belki yakından görsem, sokaklarında dolaşabilsem, içinde bir süre yaşasam o köy hayatını belki o cazibesi kalmayacak. Oysa her an gözlerimin önünde, hep hayalimde. Gece gündüz aklımda ve ısrarla davet etmekte…
Eteğine dahi varamadığım, patikalarında yürüyemediğim, döne döne çıkamadığım, doruklarına ulaşamadığım, sarp kayalıklara sahip heybetli bir dağ. Öylesine dik yamaçlara sahip ki profesyonel bir dağcı marifeti ve güveniyle dahi tırmanılabilecek gibi değil. Belki de bu yüzden hep yepyeni ve çekici. Hep göz alıcı ve hayranlık uyandırıcı… Cazibesinden zerre kadar eksilmemesi, yakınına dahi yaklaşamamamdan… Oysa nasıl da davetkâr bakmakta...
Konuştukça eksilir insan. Konuşan, hangi konudan bahsederse bahsetsin, bir süre sonra kendisini anlatmaya başlar. İlhan, belki de hiç konuşmadığından orijinalitesini muhafaza etmekte, konuşmadığından keşfedilememekte. Hâlbuki onunla ama sadece onunla konuşmayı ne çok isterdim! Bir tarafı: “Gel!” bir tarafı: “Uzak dur!” demekte. Gençliği, yakışıklılığı ve pek çok olumlu özelliğiyle oluşan dayanılmaz cazibesiyle çağırırken, mümin erkeklere özgü vakarıyla ulaşılmazlığını haykırmakta, Süreklilik arz eden, eksilmeyen ilgisi, emin olduğum sarıp kuşatan sevgisi ve günden güne artış kaydeden aşkı çekmekte, mahremiyet, mahcubiyet ve sahip olduğu İslami heybet itmekte…
Hiç dokunamadığım bir ateş, güneşe emsal… Yakınlaşsam yanacağım, dünyamdan elini çekse donacağım. Oysa yücelerde parıldarken nasıl göz kamaştırmakta! Uzaklardan nasıl da gülümseyerek göz kırpmakta mütemadiyen…
En çok sevdiğim, gönlümde şehzadeleştirdiğim, benim için en önemli kişiye ait olan, fakat sadece uzaktan seyredebildiğim; gezip dolaştığı bölümleri, kullanmakta olduğu eşyaları ve onların nasıl dekore edildiğini son derece merak ettiğim halde, kapıları yalnız bana kapatılan muhteşem bir saray. Belki bir günlüğüne orada kalmam mümkün olsa, oturduğu yerlere oturabilsem, baktığı pencereden bakabilsem, onu değilse de yaşamakta olduğu yeri keşfedebilsem, bir nebze de olsa ona yakınlığı hissettirecek. Dokunduğu eşyalara dokunabilsem, ona dokunmuş kadar mutlu olacağım ama mümkün değil. Asla olamaz! Ne yazık ki hiç mi hiç olmayacak, olamayacak, biliyorum. Onun için hiçbir şey beklemiyorum ondan. Hiçbir şey istemiyorum. Acayip bir yakınlık duygusu, tuhaf bir hayranlık, beklentisiz bir aşk… İnişsiz çıkışsız, virajsız, dümdüz… Mecburi istikamet… Sadece seviyorum işte! Öylesine… Ölümüne!
Ne kadar çekici olsa da içine giremediğim, kırılmasından korktuğum için kapısını dahi çalamadığım muhteşem kristal bir köşk, seyrine doyamadığım.
En romantik aşk şiirinin yapısı kadar narin, kırılgan, gizemli… Öyle nadide bir sırça kasır ki! Nasıl da çekiyor içine! O kadar ki!.. Fakat anlamına giremiyorum. Oldukça karmaşık bir labirent… Anlam içre anlam… Matruşka… Manada kaybolacağımı hissediyor, korkuyor, geri çekiliyorum. Onun için büyüsünü korumakta ve sarhoş etmekte, her dinlediğimde. Anlasam, anlayabilsem, onca etkilemeyecek; çözsem, çözebilsem, bunca sersemletmeyecek belki de. “Kapat gözlerini ve dinle!” diyor. “Sadece hayal et!” Belki de gerçek değil, o bir hayalet! Ürküyorum.
Ne denli merak uyandırsa da içindeki antik eserler, girip gezemediğim yalnızca bana yasak olan bir müze… Ancak afişlerini görebildiğim, yapıtlarını görmeye aşırı istek duyduğum halde mahrum bırakıldığım çok beğendiğim bir ressamın son sergisi. Hayran olduğum bir yazarın belki de sadece bana yasaklanan son kitabı.
Ne kadar büyütmüşüm onu gözümde! Nasıl yüceltmişim! En ulaşılmaz yerlere koymuşum. Nasıl da değerli! Muazzam, mükemmel, muhteşem… Alarmlı kasasındaki muhafazasında, korumalı, dokunulmaz…
Bir kulu bu denli yüceltmek doğru değil, biliyorum. Şirkin sesi, kara gecede, kara taş üstünde gezen kara karıncanın ayak sesinden daha fark edilmezdir. Maazallah, bu düşünceler beni o en büyük günaha sürükleyiverir de haberim bile olmaz!
Ey, sevmek için yaratılan gönlüm! Sevginin yoğunluğunu azalt! Ey, aşk aşk diye atan kalbim! Aşksa aşk!.. Dozunu ayarlamaya bak!
Gönül, Allah’ın yeri, Muhabbetullah’ın; kalp, Zikrullahın… Gönlü kul aşkı işgal ederse, Allah aşkına nasıl yer kalacak? O, yere göğe sığmayan, bir müminin kalbine sığan için yüreğin, her türlü aşırı sevgiden boşaltılması lazım. Bütün bunları biliyorum. Biliyorum ama bilmek başka, uygulayabilmek başka ve çok zor.
Aşırı büyüklükleri düşündüğümde, Allah-ü Teâlâ’nın tarafımızdan kavranması mümkün olmayan sıfatları aklıma geliyor. Celal ve Azamet sahibi olan Allah’ın sonsuz kemâlde olduğunu bildiren El Celil sıfatı, mesela… Akıllara zarar bir heybet!.. Tasavvuru mümkün değil!.. Nasıl bir ululuk, nasıl bir erişilmezlik!.. Kavrayabilmek ne mümkün! Hayal zavallı, akıl aciz… Öğrendiğim kadarıyla yazmaya kalksam, dil acınacak halde… Bilmem ki acziyetim, o ululuğu anlatmaya kâfi mi?
Cemâl Ehadiyetin, Celâl ise Vâhidiyetin tecellisinden. Yarattığı tüm güzellikler, Celîl isminin yansıması Ululuğu sınırsız olan, sıfatlarında her türlü büyüklüğe sahip bulunan…
Uzay ve okyanuslar gibi büyüklüklerde, Celâl içinde bir Cemâl tecelli etmekte. Onlara bakınca, önce Allah’ın celâli görülerek korku duyulmakta, sonra Celîl ismi seyredilmeye başlanmakta. Böyle sonsuzluklarda ve korkunç büyüklüklerde, Celîl Hâlıkiyeti, Celîl Hâkimiyeti ve Celîl Mâlikiyeti bir arada görülmekte, Allah’ın büyüklüğü ve yüceliği bir kez daha kabul edilmekte. Bunun için O’na, sadece O’na secde edilmekte.
Yüceler yücesi olan Allah-ü Teâlâ’nın, büyüklükleri yaratan anlamındaki Celil ismi, bütün büyüklük, azamet ve onları anlatan bütün sıfatları en mükemmel bir şekilde yaratan, kendinde toplayan, demek. Celali isimlerinin zirvesi ve en şümullüsü olup, idraki mümkün değil. Bize verdiği ilim, onu kavramamıza yetmez. Öyle bir yüceliğe sahiptir ki o ululuğu hiçbir ayna yansıtamaz! Sayılarla ifade edilemez, düşünceler almaz, hayallere sığmaz, düşlere gelmez. O sıfatı kavramak, kavrayamama; anlatabilmek, anlatamama aczi içinde olduğumu idrak etmem demek.
Ben, sınırlı yeteneklere, algılama gücü kısılmış duyu organlarına, madde dünyasına ayarlanmış bir beyne sahibim. Evrendeki en akıllı varlıklardan olduğum, düşünme yeteneğine sahip bulunduğum halde, Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarını tam anlamıyla anlamam ve anlatmam mümkün değil. Celil sıfatını da öyle… Sayılara sığmayan, tarifi imkânsız bir ululuk olarak algılayabiliyorum, yüceliğini tam anlamıyla idrak edemiyorum. Çünkü ne kadar mükemmel yaratılmış olursam olayım; beynim, O’nu kavramaya müsait değil. Öyle bir büyüklük, ne kadar uçsuz bucaksız ve sürekli genişlemekte de olsa kâinata sığmaz. Evren de yaratılandır. Allah, zaman, mekân ve ihtiyaçtan münezzeh... Bunlar, yaratılanlar için.
Yeryüzünde, yüksekliğe sahip canlı cansız, hareketli hareketsiz yaratılanlar, aynada veya ayna görevi gören bir suyun yüzeyinde kendilerini seyredebilirler. Çünkü görüntüleri onlara sığar. Akarsular ve büyük durgun sular; ağaçları, dağları, bulutları, ayı, güneşi, yıldızları aksettirebilir ama onların tamamını kapsayabilecek parlak yüzeyler olmadığı için kendilerini seyretmeleri mümkün değildir. O evrene sığmayan, küçücük kalbime sığar ama onu görmem de tasavvur etmem de imkânsız.
Yoksa ben, O’nu göremedikçe, Cemalinin yansıdığı kişiyi mi seyrediyorum? Gerçekte Yaratan’ı görmek istiyor, göremediğim için kula mı bakıyorum? Aslında Allah’ı seviyor, İlhan’ı sevdiğimi mi sanıyorum?
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 310
YORUMLAR
Allah c.c. Sevgisini kazanmak marifettir...
Sevgi de O'na aittir...
Kul olarak bizim kullara sevgimizin tek şahane sebebi de O'dur.
Bir nevi nebatat ve hayvanatın gölge olma meselesi gibi...
Celil ismine kurban ONun...
Manidar ve dahiceydi her zaman ki gibi yazınız..
Hürmetle..
Yüceler yücesi olan Allah-ü Teâlâ’nın, büyüklükleri yaratan anlamındaki Celil ismi, bütün büyüklük, azamet ve onları anlatan bütün sıfatları en mükemmel bir şekilde yaratan, kendinde toplayan, demek. Celali isimlerinin zirvesi ve en şümullüsü olup, idraki mümkün değil. Bize verdiği ilim, onu kavramamıza yetmez. Öyle bir yüceliğe sahiptir ki o ululuğu hiçbir ayna yansıtamaz! Sayılarla ifade edilemez, düşünceler almaz, hayallere sığmaz, düşlere gelmez. O sıfatı kavramak, kavrayamama; anlatabilmek, anlatamama aczi içinde olduğumu idrak etmem demek.
Sevgili Onur Bilge, sen değerli bir kalemsin ve senden çok öğreneceğimiz var; öğrendiklerimiz cabası.
Bu güzel yazının hakkıyla güne gelmesine sevindim.
Tebrik ederim. Sevgimle.
Allah'ı seveni sevmek, Allah'ı sevmek demektir. İbadet sayılır. Bir nevi ibadettir. Onun için Allah'ı sevemeyen, O'nu nasıl seveceğini bilemeyen, Allah'ı seveni sevsin! O zaman O, kendisini ona sevdirir. Bunlar iç içedir. Allah'ı sevmeyen, O'nu seveni de sevemez zaten. Aslında seviyordur da sevdiğinden habersizdir. Fakat bir Allah Dostunu aşk raddesinde sevdiği zaman, aslında sevginin de aşkın da tamamının Allah'a ait olduğunu, kullara adeta ödünç paylaştırıldığını görür. O zaman tüm kalbiyle Allah'a yönelir ve asla rampayı dönmeyen, sevdikçe artan bir aşkla Allah'ı sevmeye başlar ve bu ölümsüz aşk, kabrin kapısına kadar da değil, sonsuza kadar artarak, arttıkça hazzı çoğalarak içinde bulunduğu kalbin sahibini, hak ettiği kadar hatta kat be kat fazlasıyla mutluluğa gark eder.
Yoksa ben, O’nu göremedikçe, Cemalinin yansıdığı kişiyi mi seyrediyorum? Gerçekte Yaratan’ı görmek istiyor, göremediğim için kula mı bakıyorum? Aslında Allah’ı seviyor, İlhan’ı sevdiğimi mi sanıyorum?
.......................................................................................................................................
EL-CELİL:Zamanla ölçülmez, mekânlara sığmaz. Bu olsa olsa sevgi olmalı...Tespit güzel. İfade ediş ondanda güzel.Sınırlı düşünme ve algılamamıza göre hangimiz sevdiğinde o yüce duyguyu hissetmez ki ? Denir ya hani ALLAH ruhundan üflemiş insanoğluna, bizler bu ruhu seviyoruz aslında...Fakat gördüğümüz cisim ve ona yüklüyoruz bu sevdayı...