Kayıp Kentin Yakışıklısı
“dokuzunda kayboldu Mayıs’ın,
cesedi bulundu
on ikisinde.
kaçırıldığında da
kaybolduğunda da
ve cesetken de
yakışıklıydı.
amcamdı.””
Yılmaz Erdoğan yazmıştı bu şiiri…
Kayıp kentin yakışıklısı amcasıydı.
Bu yazının kahramanı benim dolayısıyla kayıp kentin yakışıklısı da benim naçizane… Kendini bulan herkese armağanımdır bu ifadeler. Kayıp kentin kahramanlarınadır sözüm. Kendisini kayıp kentin yakışıklısı olarak addedenlere selam olsun.
Kayıp kentin yakışıklısıyım âlemde… Tasvirim bu olacak olur olmaz yerde uzun ve sıkıcı ve dolambaçlı paragraf sorularında anahtar cümle olarak… Seni bana getirecek olan bu tamlamanın eksik öğesiyim; tamlayan sen tamlanan ben! Tarifi imkânsız acıların adamıyım.
Tanımı zor kavramların kendisiyim. İspatı zor iddiaların ta kendisi, faili meçhul bir aşkın müsebbibiyim. Ağzıma acı biber sürün.
“Hayatımı anlatsam roman olur” un öznesiyim.
Kayıp kentin yakışıklısıyım âlemde!
Kayıp kentin divanesiyim mekânda…
İyi olan ne varsa aksi, doğru olan her neyse tersi, güzel olan her kimse zıddı olanım. Meskenim viraneliklerdir, ikametim karanlık üzredir, açlığım ve susuzluğum gözyaşı içredir. Duvarlarda resmim asılı, insanlık namına diye not düşülmüş altına… Anonslar geçiyor polis telsizlerinden, adımı duyuyorum harbiden daha bir yok oluyorum aniden.
Yitik kentin divanesiyim.
Nevi şahsına münhasır bir zat, alâmetifarikası kendinden menkul bir kul… Evveli karanlık ahiri karanlık! Karanlıkların prensiyim. Çözebilirsen çöz, anlayabilirsen anla, idrak edebilirsen idrak et. Çözümün parçasıysan sorun yok, sorunun parçası isen sus.
“Hızlı yaşa
Genç öl
Cesedin yakışıklı olsun” un ta kendisiyim.
Taze bir ölü ve yakışıklı hem. Ya da canlı ama çirkin. İstediğini al; seçme ve seçilememe özgürlüğün var memlekette! Her nedense Üstat Necip Fazıl geldi aklıma… Böyle olurmuş zayi olmalar. Ne yaptığını bilmezlikler böyle başa gelirmiş.
“Ne hasta bekler sabahı
Ne taze bir ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar” diye…
Kayıp kentin yakışıklı cesediyim.
Kayıp kentin esiriyim…
Özgürlüğüm dört duvar içredir. Sokaklarım dar, duvarlarım taş, ranzam demir, çiçeklerim yapma, ağaçlarım çakma… Bu hayata küsüm, bu hayata restim var, itirazım var… Durup dururken Ahmet Arif geldi aklıma nedense:
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.”
Yaşamak bir mahkûmiyettir açık hava cezaevinde… Üstümüze gökyüzünü çekmişler, altımıza yeryüzünü sermişler.
Kayıp kentin mahkûmuyum…
Kayıp kentin yakışıklısıyım. Izdıraptayım 24 saat, nardayım, nerdeyim, hardayım zarardayım, dardayım işte… Viranelerin yasçısıyım, hazinelerin ejderhasıyım, harabelerin sultanıyım, zindanların efendisiyim… Var mı daha beteri!
Anlatsam roman olurdu.
Sustum.
Kayıp kentin suskunuyum artık.