- 1757 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
TOPLUMCU GERÇEKCİ ŞİİR
ALİ RIZA KARS
TOPLUMCU GERÇEKCİ ŞİİR,
TASAVVUF EHLİNİN, ÖLÜMÜ, BİR HÂLDEN BİR HÂLE GEÇİŞ SAYAN İNCELİĞİ
Gerçek bir eleştiri; eserin ve sanatçının gelişmesine katkıda bulunabildiği ölçüde yararlıdır.
Ancak, bir şiiri her yönüyle inceleyip, üzerinde değerlendirme yapabilmek, bilebildiğim kadarıyla, binlerce yıllık geçmişi olan şiirimizi ve dünya şiirini bilmekten geçebilir. Bu donanımı edinmiş eleştirmenlerin eleştirilerine “muhatap” olabilmenin değerini, sözcüklerle anlatmada yetersiz kalabileceğimi düşünüyorum.
Eleştiri, doğruyu veya yanlışı açıklamak, ürünün iyi veya kötü tüm yönlerine, -gözü ağrıyan olabilir demeden- ışık tutmaktır. Övmek veya yermek, eleştirmenin kendi duygularını yansıtmak ve öne çıkarmak çabasından kaynaklanabilir. Yoksa eleştirinin olmazsa olmazlarından biri değildir. Eleştiri, kimi okuru etkileyebilecek olumlu veya olumsuz propaganda değeri de taşıyabilir görüşündeyim. Bunun en açık örneklerinden biri de, Nâzım Hikmet’in şiirlerine ve kendine yapılanlardır. Eleştirmenin bilgi torbasında sulandırılmış kirli toprak veya benzeri maddeler bulunmamalıdır. Hele de kurnazlık mayası. Hoşgörü veya hoş görünme yine kendine özgülüğüdür kişinin; eleştirinin malzemesine karışırsa, depreme dayanıksız ürünler çıkabilir ortaya.
Eleştirmenin, bir şiirin güzelliklerinin üzerine ışık tutması, şiirin daha net görünmesini sağlayabilir. Bu da çiçeğe su vermek kadar şiiri besler. Kötü yönlerinin üzerine ışık tutması da şairin şiirini arındırmasına katkıda bulunabileceğinden, çiçeklerin içinden ayrık otlarının ayıklanması gibi şiiri besleyecektir.
Bunları niye mi yazıyorum?
Papirüs’ün 29, 33, 34, 35 ve Damar’ın 105. sayılarındaki, “Toplumcu şiirin direnişi” ve “Mustafa Şerif Onaran’ın Direnişi” başlıklı yazıları okuduktan sonra, yazmamaya direnemedim de ondan.
Bilindiği gibi, Mustafa Şerif Onaran, Papirüs’ün 29. sayısında, değerli şairimiz Enver Gökçe’nin yaşamından söz edip, değerbilirliğini gösterdikten sonra, “Şiirinde toplumsal duyarlılığı yaşatmak isteyen ozanların ona bir saygı borcu vardır.” diyor! Hele neyse, saygı borcunun adını da koyuyor: ”Ölüm adın kalleş olsun” dizesini dilden eksik etmemek!
Devam ediyor Mustafa Şerif Onaran; “Yalnızca dayanışmadan gelen, günaydın der gibi bir davranış yok bu dizede; bir başkaldırı da var. Gepegenç ölen, öldürülen insanlara bakıp öfkesini dile getiriyor ozan, kafa tutuyor ölüme. Kuşku yok ki bu dize, toplumsal duyarlılığı taşıyan şiirin bütünü içinde anlam kazanıyor. Bir başına yinelenirken yadırganması pek önemli değil.” şeklindeki “önemli” açıklamalarıyla da, Toplumcu Gerçekçilerin, bu dizeyi dillerinden eksik etmeme nedeninin, (daha sonra bu dizeyi “yetersiz” ve “basmakalıp” şeklinde nitelendirecektir) saygı borcundan kaynaklandığını söylüyor. Evet, toplumcu gerçekçiler, saygı borcu nedeniyle, dilden eksik etmediğimiz dizenin ne olduğunu öğrendik mi?
Ben o dizede; öfkeden, ölüme kafa tutmadan daha önce, kalleşçe öldürülmelerin, dile getirilebilen, hüzünlü ve acılı resmini görür gibi oluyorum. Hem de “işin kolayına kaçmadan.”
Onaran, bu dizeyi, Tekke Edebiyatının kurucusu olarak da bilinen tasavvuf şairimiz Yunus Emre’nin;
“Bu dünyada bir nesneye/ Yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere/Gök ekini biçmiş gibi”
dizeleri ile karşılaştırarak, “Genç ölene içi yandığı için ölüme bir sitem gönderiyor Yunus; dokunaklı bir sitem. Kimi zaman sitem, öfkeli görünmekten daha etkili değil mi?” diye soruyor.
Evet, daha etkili olabilir, ama öfkeliyken sitem gönderiyormuş gibi görünmeyi becerebilen yapsın bunu.
Onaran’ın, “Ölüm adın kalleş olsun dizesi ne kadar yetersiz kalıyor” ve “Şiirin basmakalıp sözlere katlanması olanaksızdır.” diyebilme uğruna harcadığı onca çabanın dayanağında “Ölüm adın kalleş olsun” dizesinde öfkenin öne çıkarıldığı varsayımı yatıyor.
Onaran, ”Yaşamın görkemli güzelliği varken, bir gün ölümün gelebileceğine inanmak istemiyor, ona yakışan bir öfke ile şöyle diyor.” şeklindeki açıklamasının ardından, Dağlarca’nın, aşağıdaki şiirini örnek olarak veriyor.
“Kim aldatmış bu kadar insanı / Ki kimsecikler aldırmıyor ölüme
Ölüm, ey göklerden büyük! / Sığdıramıyorum gönlüme.
Nasıl yaşamayı bırakmak, nasıl / Bir memleket mi bu, bir elbise mi ki
Ben nasıl yok olurum anlamıyorum / Dünya yok olabilir belki”
Bu dizelerden sonra yönelttiği, “Dağlarca’nın yaşama sevinci yüklü bu direnci ne zaman kırılıyor?” sorusunu;
“Ne sıcak vücutlar gitti / Toprağı ısıtmak için.”
“Dediği zaman.” şeklinde yanıtladıktan sonra, “Toprağın ısıtılması için yaşama sevinciyle dolu insan sıcağını yok etmenin ne anlamı var! İşte bunu duyumsatan bir sitem var Dağlarca’nın şiirinde.” diye açıklamalarını sürdürüyor.
İşte burada, Toplumcu Gerçekçi bir şairin, hiçbir şeyin vardan yok olamayacağını, ölümün yokluk olmadığını; insanın “topraktan gelip toprağa giden” olmanın dışında da bir şey olduğunu; günü dönüştürmenin, yarını biçimlendirmenin, ölümü ertelemenin, olanaklı olduğunu, düşünebileceğini, kadere inanmayacağını, sürekli değişimin bilincine varmış olabileceğini, gözden kaçırmamak gerekir.
Özgen Seçkin’in aşağıdaki dizeleri geliyor dilimin ucuna:
“Dirimden korkmadım / o benim emrimde zaten / silahı kaptığında ölümüm
iş nereye varır gün ne getirir / ardımdan neler söylenir / utanırım bu yüzden
Ölümüm ne der
Arpayı buğdayı iyi ektim mi / sabah erkenden düştüm mü yola/ büyüttüğüm kirazlar memnun mu benden / yazdığım yazı okuduğum satır/ sandalyem masam yatağım / yürüdüğüm yol sevdi mi beni
Ölümüm ne der”
Şimdi siz gelin de bu dizeleri, “Topraktan geldik, toprağa dönüyoruz“ anlayışı olarak, ya da Onaran’ın, Arif Damar’ın dizeleri için söylediği gibi, “tasavvuf ehli’nin, ölümü, bir hâlden bir hâle geçiş sayan inceliği” olarak yorumlayın. Belki yorumlanabilir, ama o zaman da Arif Damar’ın dizelerinin yorumlanışına benzemiş olur.
“Toplumcu şiir birikiminden gelen Arif Damar ne sitem ediyor ölüme, ne de öfkeleniyor.” diye yorum yaptıktan sonra, şu dizeleri örnek olarak veriyor Sayın Onaran,
“Ölüm kendi sessizliği herkesin / Kendi sonsuzu / Bir kapı / Bir kez açılan kapanan”
“Arif Damar’ın şiiri boyun eğme anlamına da gelmez. Belki de tasavvuf ehli’nin, ölümü, bir hâlden bir hâle geçiş sayan inceliği var bu şiirde.” diye yorumunu sürdürüyor.
Toplumcu Gerçekçi şiire Tekke Edebiyatı gözlüğüyle bakmanın resmini kim çizebilir, bu yorumlama kadar.
Bu şiirin “boyun eğmek” deyimini çağrıştıran dizesi mi var! Dizelerde şairin ölümünü sahiplenişi ve bunun sonsuzluğu çağrıştırılmıyor mu? Şimdi bu güzelim dizeleri dilimden düşürmezsem, biri çıkıp beni Arif Damar’a “borçlandırır” diye düşünüp, vazgeçmeli miyim? Ya da şiir inceden inceye çağının gerisine gönderilirken, kendi sessizliğime mi geçmeliyim? Daha kapım bile kapanmadan. Her güzel dize yazana borçlu değil miyiz? Hele de bu, toplumsal duyarlığı ağır basan bir dize -şiir- olursa.
Onaran; Papirüsün 29. sayısında; “Söz oyunları ozanın kişiliğini gösterebilir.”, 33.sayısında; ”Yerli yerinde kullanılmalı sözcükler.”, şeklinde açıklamalarda bulunduktan sonra, aynı derginin 35.sayısında, “Toplumcu şiirin direnişi başlıklı yazımı Damar dergisinin bir etkinliğinden esinlenerek “ısrar” yerine “direnme” sözcüğünü kullanarak yazmıştım. “Direnme” yerine “dayatma” desem de olurdu.” Diyebiliyor! Direnme sözcüğünün bir anlamı da dayatma değil midir? Ama, “direnme” dememiş ki... “Direniş” demiş. Dili iyi bildiğini söyleyen biri için bu açıklama bir çıkmaz değil mi?
Damar’ın sloganı “Toplumcu Gerçekçiliğin Israrı”dır, bildiğim kadarıyla. Burada, Toplumcu gerçekçiliğin sanat, edebiyat üzerindeki etkisinin ipuçları; hayata bu gözle bakılıp, olguları bu duyarlılıkla kavramanın iletisi var. “Israr” sözcüğü burada yerli yerinde kullanılmıştır. “Toplumcu şiirin direnişi” dediğinizde ve bu başlığın altında yazdığınız yazının düşünsel boyutu olumsuza yöneldiğinde; “direniş” sözcüğü asla “ısrar”ın yerini tutmaz. “Direniş”te, can çekişen ama bir türlü teslim olmayan; aslında, artık ölüp gitmesi gereken bir anlam yatar. Bu direniş sözcüğünün ikincil yan anlamlarıdır.
Üstelik “direnme” ile “direniş” arasında da ince bir ayrım var. Hele, “dayatma” ile anlam özdeşliği, bu bağlamda hiç yok. “Israr” bilinen bir doğruyla devam edileceği anlamını verirken, “direniş” boşa çabalama gibi bir anlamı da içerir. Mustafa Şerif Onaran, dilin bu inceliklerini bilmez mi!
Şairlerin yazdıklarını, şairleri birbiriyle kıyaslayarak değerlendiremeyiz. Onların ürünlerini; kimlikleri, kişilikleri, felsefeleri, hayat içinde duruşları bağlamında değerlendirebiliriz. Özgen Seçkin’in Hayatla Ufalanmış Şiirler’indeki 43. Şiiri, “Ölümüm ne der” duyumsanışıyla şairin kendi ölümüne bakışını ne güzel anlatıyor bize. Bir şairin ölümünün ne diyeceğinden korkması, ilk kez rastladığım bir tema. Çünkü toplumsal sorumlulukları yerine getirip getirmeme konusunda kendini sorgulayan bir şairle karşılaşıyorsunuz bu şiirde. Bu şiirin sonunda şairin kendini ne ile, kimlerle değerlendirdiği şöyle dile getiriliyor:
“Ne olduysa oldu işte / bunca yıla yazık mı dersiniz / yer gök sanat şiir arkamda
sessizlik çok mu sürer / hele bir de yoksa kalabalıklar / ölümüm ne der”
Şairin kaygısı, ne yazıp yazmadığı; ölümü hak edip etmediğiyle ilgilidir. Bunun da ölçütü, bir bakıma, arkasında bıraktığı kalabalıklar, kaynaşma ya da sessizlik. Bir toplumcu işte bunları duyar, bunları hayatında mihenk taşı sayar. Onaran, bu güzel şiirlerin farkında olmayabilir; ama ben bir haksızlığın giderilmesini istedim. Hem sözcüklerin anlamları bağlamında, hem de şairleri anlama bağlamında. Hepsi bu.
Damar edebiyat dergisi
13 Tmmuz 2001
Sol Sayı.161