- 2336 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
Elma Yer misin?
Adam; o tıklım tıklım köhne barı, alabildiğine yalnız kalabildiği için seviyordu. Cep telefonu da evde bıraktı mı, her hücresine çuvaldız gibi batan hayattan yakasını sıyırıyordu. Ne annesi, ne can! dostları, ne doktoru ona ulaşabiliyorlardı. Burada kendine seçtiği ruhu giyinip, istediği hayalleri kurabiliyordu. Kimse, ama hiç kimse düşünce baloncuklarına nefesini üfleyemiyordu...
Sanki barın içindeki her ayrıntı yalnızlığı vurgulamak için özenle seçilmişti. Rengi siyaha dönmüş masalar, sessizliği içine çekmek için kabuklarından çıkanlarla doluydu. Kapı girişinde artık işlevini yitirmiş, bir gramofon, çarpraz köşesinde ise eski fotoğraflar duruyordu. Antika bir gümüşlüğün içersinde, içlerinde kocaman sırlar saklayan sedef kakmalı kutular ve kapaklı gümüş tablalar vardı. Tüm bunları hacmi geniş bir susku kaplamıştı. Aslında yüksek sesle oldukça depresif bir müzik çalıyordu ama, duyan yoktu. Barın arka kısımlarına doğru ilerledikçe, insanın yalnızlığı perde perde derinliyordu. Giriş kapısının karşısındaki duvarda, tozlanmış bir kitaplık, tıka basa ıssızlıkla doldurulmuştu. Öyle bir kitaplık ki; kalabalığından kaçan herkesi, öfkeli bir hortum gibi içine çekiyordu.
Elini uzatıp, ismine bile bakmadan bir kitap aldı tozlu raflardan. Tek boş masaya oturdu. El işareti ile garsonu çağırdı, seslenmek için ne hâli ne de isteği vardı. Garson kendi yaşlardaydı, onun boylarında, aynı cüssede ve aynı bıkkın ifade yüzünde. Bazı farklar vardı aralarında elbette. Örneğin garsonun omuzlarına inen simsiyah kıvırcık saçları vardı, kara kaşları alttan-üstten cımbızlanmış, yabani şekli biraz uysallaştırılmıştı. Sağ kulağında gümüş kaplaması atmış halka bir küpe taşıyordu. Adam kendi görünüşü ile ilgili ayrıntıları es geçmeği yeğledi. Menüyü işaret parmağı ile göstererek; hiç konuşmadan bir şişe şarap ısmarladı. Garson kafasını sallayarak seçimi onayladı ve sırtını dönüp, bara doğru yöneldi. Bir yandan, ’acaba ısmarladığı şarabın parasını ödeyebilecek mi’diye düşünürken, diğer yandan da ’acaba ne kanseri, içerek mi ölmeye uğraşıyor?’ diye içinden geçiriyordu. Adamın bedeninde kemo terapinin yoğun izleri göze çarpıyordu. Saçları, kaşları ve kirpikleri tamamen dökülmüş, teni bembeyazdı. ’Adam sen de! Ödeyemezse, ödeyemez, tek tasan bu olsun! ’ diye geçirdi aklından.
Şarabı alıp, tekrar adamın masasına döndü. Tepsinin içinde biraz meyve, biraz çerez ve üzerinde su lekeleri olan bir bardak vardı. Tepsinin üzerindekileri özensiz ve isteksiz masaya yerleştirdi, şarap servisini yaptı. Adamın teşekkür etmesini beklemeden, afiyet diledi ve döndü. ’ Kimse için üzülme, hiç kimse için. Belki senden daha mutludur.’ dedi içinden. Zaten bar öyle keder doluydu ki; kimseye özel ilgi gösterecek vakti yoktu.
Adam kitaplıktan aldığı kitabın herhangi bir sayfasını açmış, boş boş bakarken, bir yandan da kadehi ile oynuyordu. Kim bilir, kaç kez daha buraya oturup, şarap içebilecekti. Belki de bu sondu. Kadehini yudumladı ve yalnızlığın çok asil olduğunu düşündü. Öldüğünde nasılsa mahşeri bir kalabalığa düşmeyecek miydi! Kim bilir orada nasıl bir uğultu vardı! Hâlâ şansı varken, sessizliğin ve yalnızlığının tadını çıkartmalıydı. Kadehi masaya bıraktı ki; birden boş bir kadeh gözlerinin önünde sallanmaya başladı. Kadehi narin bir el tutuyordu. Adam kadehin sahibine döndü. Karşısında ateş kızılı saçlarını incecik örmüş, solgun yüzünü pudrayla kandırmış, kemiklerini kapatamayacak kadar zayıf tenini, üzerinden dökülen bir elbise ile saklamış, gülüşünde pür neşe, gözünün bebeğinde bedeninden büyük bir hüzün taşıyan bir kadın, belki de bir çocuk gülümsüyordu.
- Masanızı mı karıştırdınız?
-Çok hoşsun, içkili gibiymişim gibi davranma! Daha damla içmedim.
-İçin o hâlde!
-İçeceğiz ya...
-Kimle? Benimle mi?
-Hı hım...
-Ben yalnız kalmak istiyorum!
-Ben ise hiç yalnız kalmak istemiyorum!
-Etrafta onca insan var, neden ben?
-Onların gözlerinin üzerinde kaşları var.
Adamın tüm ciddiyeti bir anda uçup gitti. Öyle sesli bir kahkaha attı ki, bardakilerin tümünün bakışları adamın masasına yöneldi. Adam kemo terapiden dolayı dökülen kaşlarının kendisine bir artı getirebileceğini hiç düşünmemişti. Kadın bu kahkahayı davet olarak algılamış olmalıydı ki, hemen adamın karşısındaki boş sandalyeye oturdu.
-Meyvelere dokunmamışsın.
-Evet.
-Kısa ve kupkuru bir cevap.
-Islatalım dilerseniz. Kadehinizi uzatın!
-Islatalım... Islatalım da; farkındaysan ben tek başımayım. Siz derken kaç kişiden bahsediyorsun anlamadım.
-Böylesi daha iyi, fazla kalabalıktan hoşlanmam!
Kadehlerini tokuşturdular. Göz kırpması kadar kısa bir sessizlikten sonra, kadın meyve tabağına uzandı.
-Alsana.
-İstemem...
-Neden? Sana günahkâr meyveyi vermemden mi korkuyorsun?
-Armudun sapı, üzümün çöpü var.
Bu kez kadın okkalı bir kahkaha bıraktı. Garsona seslendi.
-Hey Cuma!
-Cuma?
-İsmini bildiğimden değil, Robinson Crusoe’un Cuma’sına benziyor.
-Ya ben?
-Dur bir dakika, ne sabırsızsın!
-Hayat kısa, saniye kaybetmemeli...
-Güzel şeyleri dar alanlara sıkıştırmamalı...
Garson gülümseyerek geldi.
-Buyrun.
-Elma var mı?
-Elma mı?
-Kuş sütü istemişim gibi bakmasana Cuma! Elma, bildiğin elma, hani zebil meyve...
-Mutfağa sorup, hemen geliyorum.
Garson mutfağa doğru döndü ve hızlı adımlarla kayboldu. Adam kadının rahatlığından çok etkilenmişti. İçindeki yalnız kalma baskısı hafiflemiş, yanında bir refakatçi olmasından memnundu.
-Beni cehenneme mi yollamak istiyorsun, neden elma?
-Sen hep sebepler ve sorgularla mı yaşarsın? Cehenneme hiç gittin mi? Neden bu kadar korkuyorsun?
-Korktuğumu kim söyledi!
-Bal gibi de korkuyorsun. Yiğitliğe de dışkı sürmüyorsun!
-Hayır, korkmuyorum! Hiçbir şeyden korkmuyorum...
-Ben de.
-Ya ölümden?
-Ölümden de korkmuyorum.
-Hiçbir şeyden mi?
-Yalnızlıktan ödüm patlıyor. Yalnızlık ölümden haşmetli...
-Neden yalnız kalasın ki? Sen çok güzel, çok etkileyici bir kadınsın. Senin yanında olmak için can atan yüzlerce adam vardır.
-Can atan! Can! Can tatlı cancağızım.
-Ömür kısa!
-Can söz konusuysa, canan ayrıntıdır.
Bu kez birlikte güldüler. Konuşmalarını kesmek istemeyen garsonun arkalarında olduğunu farketmediler bile. Garson, hiç konuşmadan içinde dilimlenmiş elmaların olduğu tabağı masaya bıraktı. Şarap şişesi yarıya inmiş, sigara tablası dolmuştu. Adam ne kadar uzun zamandır, kendini bu denli iyi hissetmiyordu. Kadın elma tabağına uzandı. Bir dilim elma alıp, ucundan ısırdı. Isırdığı elmanın kalan yarısını adama uzattı.
-Yer misin?
-Niyetin beni yakmaksa, zaten zamanım az.
-Neye göre?
-Nasıl yani?
-Boşver!
-Elmayı vermeyecek misin?
-Beni de götürsene!
-Nereye?
-Cehennemin dibine!
-Ben dibine kadar inmeyi düşünmüyorum, alta indikçe sıcaklık artıyormuş.
-Gittiğin yere kadar, kalan yolu otostopla giderim.
-....
-Ne zaman gideceksin?
-Kim bilir, belki yarın, belki yarıdan da yakın.
-Tamam! Ben de geliyorum.
-Senin aklından zorun mu var kuzum!
-Sanmam, bence aklımın benle zoru var.
-Seni anlamak zor...
-Bilmediğim bir şeyler söyle.
-Neden ölmek istiyorsun?
-Bunu da nereden çıkarttın? Ölmeyi hiç istemiyorum. Bin yıl yaşamak istiyorum. Yüz bin yıl...
-Öyleyse?
-Sen hiç bin yıl yaşayan insan gördün mü?
-Yaşayacağın kadar yaşa o zaman, ne işin var cehennemin dibinde! Hem sende bu neşe varken, üç nesil gömersin...
-Adın ne senin adam?
-Ecel.
-Ecel mi?
-Ceza gibi bir isim değil mi?
-Ecel, ben yalnızlıktan korkuyorum.
-Sen yalnız kalmazsın!
-Ecel, ölüme kimse gönüllü eşlik etmez...
-Sen daha çok yaşarsın...
-Ecel, benim kucağım ölüm.
-Bir Asprin al, bir şeyin kalmaz.
-Seninle geleyim ya da sen benimle, yalnızlıktan korkuyorum...
-Neden ben?
-Başkalarının gözlerinin üzerinde kaşları var, senin yok...
Adam gülmeğe çalıştı, gülemedi. Konuşacak tek bir kelime, bir kelime kuracak tek bir harf bile bulamıyordu. Masadaki kitaba uzandı, yerinden alıp, kitaplığa götürdü. Kitaplık daha da tozlanmıştı sanki, sanki iyice karışmış, iyice eskimişti. Kitabın yerini arar gibi yaptı bir süre. Sonra, tam bir boşluğa yerleştirecekken,kitabın kapak resmini gördü. Ateş saçlı, elinde kan kırmızı bir elma tutan, benzi soluk bir kadın... Kitabın başlığına bakmaya korkuyordu ama, gözleri ona itaat etmedi. ’Ölüm Meleği’! , Mırıldanarak tekrarladı ’ Ölüm meleği’ Beyninde patlamalar vardı, her patlamada içinde bir şeyler çöküyordu. Hayır! Böyle anlamsız bir oyunu oynamayacaktı. Masaya döndü...
-Sanırım sen normal değilsin!
-Sanırım öyleyim...
-Nasıl?
-Gördüğünden fazla ya da eksik değilim.
-Gördüğüm yeter, eve gidiyorum.
-Ben de gelebilir miyim?
-Bana mı?
-Yolda inerim. Lütfen, lütfen yalnız gitmeyeyim.
Ecel, nereye giderse gitsin, artık kızıl saçlı bir gölgesi olacağını, hatta bu gölgenin hep yanında olduğunu anladı. Gölgesi ona sarılana kadar yalnız kalmayacaktı.
-Haydi yürü.
-Bir dilim elma bile yemedin!
Adam son cümleyi duymadı. Bara gidip, hesabı ödedi. Kapıya doğru giderken, birden geri döndü, garsona teşekkür edip, elinde buruşturduğu, cebinde kalan son parayı bahşiş olarak bıraktı. ’Hoşça kal Cuma.’ dedi, ’ Hoşça kal.’
-Ecel, yürüyecek miyiz?
-Hayır, araba az ilerde.
Arnavut kaldırımlı yolda, çocukluğunu düşünerek yürüdü adam. Hayat gerçekten kısaydı ve kalan kısmını olabildiğince iyi geçirmeliydi. Hiç kızıl saçlı sevgilisi olmamıştı.
Arabaya vardılar. Adam kapıları açtı. Kadın adamın yanına oturdu. Hava aydınlanmak üzereydi. Gökyüzü kadının saçları gibi kıpkızıldı. Kahrolası zaman! Bir gün daha eskimişti.
Adam kadına döndü:
-Nerede oturuyorsun?
-Çat orada, çat burada, çat kapı arkasında.
-Peki şimdi, oraya mı, buraya mı, yosa kapı arkasına mı gitmek istersin?
-Elma ister misin?
-Sahi senin adın ne? Yoksa sen kötü bir cadı mısın?
-Melek...
-Güldürme! Sen ve melek, hiç kızıl saçlı melek olur mu?
-Benim ismim Melek, elma ister misin?
-Ver bir dilim, yoksa senden kurtulamayacağım...
Kadın bardan çıkarken avucuna sıkıştırdığı elma dilimini, adamın ağzına uzattı. ’ Yaşasın! ’ diye bağırdı, ’ Birlikte gideceğiz, cehennemin dibine birlikte gideceğiz!’
Adam güldü...
Güneşin kızılı yeryüzüne inmişti, adamın gözleri yanmağa başladı. Sanki güneş onları içine çekiyordu. Görme gücünü kaybediyor, yol tekerleklerin altından kayıyor, direksiyona söz geçiremiyordu. ’ Korkuyor musun?’ dedi Melek. ’ Ben bir şeyden korkmam, ya sen?’ dedi adam. ’ Ben bir tek yalnızlıktan korkarım’ dedi kadın... ’ Bir tek yalnızlıktan, o yüzdendir elmayı sevişim...
İki gün sonra, aynı barda, aynı masayı toplayan Cuma, son müşterinin unuttuğu gazeteyi buruşturmak üzereyken, gözüne bir resim takıldı. Konuşmaktan hoşlanmayan, ama kızıl saçlı dilberi görünce dili çözülen kanser hastası müşterilerinin resmiydi. Merakla haberi okudu:
Kanser hastası, 32 yaşındaki E.C. araçta yediği elmanın nefes borusuna kaçması sonucu meydana gelen bir trafik kazasında, hayatını kaybetti. Araçta yalnız olan sürücünün, direksiyon hakimiyetini kaybedip, bariyerlere çarptığı düşünülüyor. E.C’nin ailesi ise, oğullarının hastalığından dolayı hayattan koptuğunu,psikolojik dengesinin bozulmuş olduğunu, intihar etmiş olabileceğini dile getirdiler. Olayın açığa çıkması için Adli Tıp Kurumunun hazırlamakta olduğu otopsi raporu bekleniyor.
Cuma gazeteyi buruşturup, hışımla mutfağa koştu. Lavobonun kenarında duran elma kasasına yöneldi. Kasayı büyük bir öfkeyle yere fırlatıp, yere dağılan elmaları var gücüyle tekmelemeğe başladı. ’ Melek değildi! Melek değildi! Bütün suç sizin...’
Kapı açıldı. Komi seslendi: ’ Abiiiii masa dörde bir elma tabağı...’
YORUMLAR
Zeynep Süberk
''Ümit var, bitirmeye gayret edin'' buyurmuşsunuz da, bu kusurumu es geçiniz, ben finalin sizin gözünüzde nasıl olacağını bilemedim. Siz hayâl gücünüzü çalıştırın, benim miskinliğim üzerimde...
Teşekkürler, saygılar.
Rivayet mi yoksa gerçek mi, pek bilinmez; İstanbul fethedilirken Bizans’ın papazları, kilisede meleklerin cinsiyetini tartışırlarmış. Erkek mi yoksa dişi mi diye. (Şayet papazlar hala tartışmaya devam ediyorlarsa, “dişi”ciler açık ara önde olmalılar.)
“Melek” kelimesi her ne kadar “sıfat” olarak uniseks bir kimlik gibi gözükse de, isim olarak kullanıldığında pembemsi bir renk çağrıştırır. (Bknz. Çarli’nin Melekleri) Daha ileri gidecek olursak; neredeyse bütün kültürlerde “melek” cins isminin kendisi bizatihi bayan ismi olarak “özel” bir statüye terfi et(tiril)miştir. Sanki öyle olması gerekiyormuş gibi. Siz hiç isim hanesinde “Melek” yazılı mavi bir nüfus kâğıdı gördünüz. Ben şahsen, henüz kaideyi bozacak böyle istisnai bir vakaya şahit olmadım.
Dünyada, meleklerin kadın olduğu görüşü, resmen ilan edilmese de üstü kapalı olarak çeşitli vesilelerle kabul görmüştür. Veya buna kabul görme demeyelim de, yakıştırma diyelim. Zira; en azından İslam inanışına göre cinsiyetsiz varlıklar olduğunu biliyoruz(m).
Bütün bu veriler ışığında; hikâyenizde ölüm meleği olarak bir bayan sureti kullanmanız, herhalde tesadüf değildir :- )
Birde şu elma meselesi var değil mi?
’ Abiiiii masa dörde bir elma tabağı...’
Yazının son cümlesi olmasına rağmen, ilk bakışta; “seni sevmeyen ölsün” şeklinde bedduavari bir temenni duygusu ile ürpermemize sebep oluyor(en azından benin için). Bir içki masasındaki en masum argüman bir tabak elmadır herhalde. Hele hele gündemde sahte içkinin sebep olduğu turist ölümleri henüz tazeliğini korurken.
Hâkim kültürde, ölüm meleğinin; tabanca, tüfek, bıçak, balta, satır, testere vs gibi birçok alet dururken hala“tırpan” gibi yarı feodal bir alet kullanması, hâkim kültürün hâkimiyeti hakkında fazlası ile ipucu vermekte zaten. Buna mukabil ölüm meleğinin eline “tırpan” yerine tutuşturduğunuz “elma” gibi masum bir simge ile bu konudaki hâkim statükoyu param parça etmişsiniz tabiri caizse. Hikayenin orijinalliği ve sürükleyiciliğinin yanında kreatif zekanız ayrıca takdire şayan.
Tebrikler, selamlar, saygılar.
Zeynep Süberk
Cevap ve teşekkür hakkımı kullanayım dedim.
Rivayetler ve gerçekler arasında gezinip kendimi yoracağıma, kendi meleğimi kendim giydirdim. Hikâyenin baş kahramanı erkek olmasaydı meleğimiz başka bir kılığa da girebilirdi. İslami inanışa göre ölüm meleği olan Azrail gelseydi, adamımızı bu kadar kolay kandırabilir miydi? Bu gibi konularda esnek olmakta fayda var :)
Bir de elma var değil mi?
Hep derim: Elmayı Havva buldu, ilk lokmayı Adem yuttu, olan garip iblise oldu...
Suç ipek şal olsa giyinmeyiz vesselam :)
Gülümseme sebebi güzel yorumunuz için yürekten teşekkür ederim.
Saygılar.
Bu öyküyle aslinda elmanin o kadar da sakincali bir meyve olmadigini gördük. Öykünün kahramani isirdigi elmayla korkdugu yola korkusuzca ve mutlu cikti. Hic kizil sacli sevgilisi olmamisti, belki de hic sevgilisi olmamisdi. Mutlu ölümlerde vardir... Keyif alarak okudugum bu mini öyküde tebriklerimi canim ablama birakdan sayfasindan ayrilmak istemedim. (cicek veren kiz ifadesi)
Sevgilerimle
Laura tarafından 6/27/2011 12:01:24 AM zamanında düzenlenmiştir.
Zeynep Süberk
Çiçekleri lütfen vazoya yerleştirip, suyunu da ver, ben çok yorgunum :)
Sevgimle :))
Anlaşıldı her yerde, herkesin uzattığı elma ikramına evet demeyeceğiz.
Ama hayır deme şansmız yok gibi bu hikayede. Ecel gelmiş çihane elma yemek bahane misali.
Çok güzel bir kurguydu, kutlarım.
:)
Billur T. Phelps tarafından 6/26/2011 11:18:12 PM zamanında düzenlenmiştir.
Zeynep Süberk
Teşekkürler ve sevgiler.
Billur T. Phelps
Tabii ki, eğer bu açıdan bakarsan, sana katılıyorum :)
Sevgili Zeynep, öykünüzü heyecanlı bir hikaye okur gibi sonunu merak ederek soluksuz okudum ve çok beğendim. Vaktim olduğu müddetçe sayfanızı ziyaret edeceğimden emin olunuz.
Öykü; konu ve akıcılık olarak da yazım olarak da dört dörtlük bir öykü olmuş. Ben çok beğendim ve tam puanla sayfanızdan ayrılıyorum. Tekrar gelmek üzere...
Tebrik ederim
sevgimle
Zeynep Süberk
Çok teşekkür ediyorum.
Sevgiler.
İlginç bir öykü doğrulmuş, enteresan bir konu. Hala uzunluğuna takılanlar var mı? Okumayı seviyor muyum diye yeniden sormalılar kendilerine. Bar kültürü olan biri değilim bir bar'da kütüphane olacağı hiç aklıma gelmemişti doğrusu. Öykünün finaline geldiğimde belki de hepsi bir hayaldi diye düşündüm. Başarılı çalışmalara imza atıyorsunuz. Sizi okumak keyifli. Selam ve sevgimle...
Zeynep Süberk
Çok teşekkür ederim sevgili asran hoş ziyaretiniz ve sayfama bıraktığınız beğeni için. Onurla aldım.
Sevgimle.
Merhaba Zeynep Hanım,
Öykünüzü beğeniyle okudum. Fırsat bulursam, öbür yazılarınızı da okuyacağım.
Farkında olmadığınız bir hususu özellikle belirtmek istiyorum. Özellikle dememi aşağıda açıklayacağım.
Bir zamanlar ben de aynı yanlışı yapıyormuşum. Beş sene önce bir uyarıyla farkına vardım. (y) harfi yerine (ğ) harfini kullanıyormuşum. Aynı yanlış uygulama sizde de var. Sanırım farkında değilsiniz. Öyküde, birkaç yerde gözüme takıldı.
"...ayrıntıları es geçmeği yeğledi." (geçmeyi), "...adamın gözleri yanmağa başladı." (yanmaya)
Şimdi sayın Harun Aktaş beye sormak istiyorum. Güzel bir öykü yazan değerli kaleme, yazım kurallarının bir gereği
olarak bir uyarıda bulunmak soytarılık mı oluyor? Bazı ifadeleri dikkatli kullanmak gerek.
Zeynep Hanım, başarılarınızın devamı dilerim. Saygılar.
Zeynep Süberk
Her ne kadar özen göstersem de, yazım hatası yapabiliyorum zaman zaman.
Her uyarıda daha fazla öğreneceğim diyorum.
Saygımla.
Bir öyküyü okumak "lütfetmek" değildir. Aman çok uzun nasıl okuyacağız serzenişlerini anlayamıyorum bazen. Öykü bu, ille de finalinde havai fişek gösterisi çıkacak diye bir şey yoktur. Bazı öyküler olaya dayalıdır, bazıları anlatım ağırlıklıdır. Hangi türü yazacağı yazara, hangi türü seveceği de okura bağlıdır. Evet, ekran karşısında uzun süre yazı okumak zor, deniyor. Ben buna da katılmıyorum. Çünkü insanlar saatlerini o ekran karşısında geçirirken hiç de yorulmuyorlar. On dakika sürecek bir yazı neden yoruyor anlamıyorum. Tabi sağlık sorunları olanları bu gruba dahil etmiyorum.
"Sabırla okudum" lafı emeği üzer. O yüzden hep derim, kimse sayfama kendini mecbur hissederek gelmesin. Kimse herşeyi beğenmek zorunda değil. Beğenen okur, sabırla değil keyifle okur. Beğenmeyen okumaz, bu da vefasızlık değidir.
Ben sayfanıza üslubunuzu çok beğendiğim için geliyorum. Artık hemen hemen belli buradaki arkadaşlarımızın tarzı. Kimde ne bulacağımızı biliriz. Çalışmalarınız bana keyif veriyor. Kaliteli, samimi ve düzgün bana göre...
Kutluyorum.
Sevgiler.
Aynur Engindeniz tarafından 6/25/2011 5:42:26 PM zamanında düzenlenmiştir.
Zeynep Süberk
Ziyaretiniz ve desteğiniz için çok teşekkür ederim.
Ben, bir hikâyeyi,sonuna kadar okumayı kendime şiar edinmişim.
Ve bundan ötürü sonuna kadar sabır göstererek, hatta gözlerimin benle küs kalacağını bile bile okurum*.
Sonunda yazar’ın bana bir sürprizi olduğunu düşünürüm çünkü.Kaçırmamam gerek.
Okurum,demek neden megolamanlık olarak addedilsin ki,öyle değil mi?
Çok yazıyoruz hem de öyle böyle değil.Hassas bir teraziye koyacak olursak,
‘okuyan mı yoksa yazan mı hangisi daha ağır basar?’ diye absürt bir soru sormaya gerek bile yok.
Hepimizce malum. Oysa okumadan,yazılmayacağını acizane bilenlerdenim.
Sahi gerçekten yazıyor muyuz?
Aslında bunları söylemenin yeri burası olmadığını biliyorum;ancak hikâyeyi bitirince, bunları söyleme ihtiyacı hissettim kendimde. Ve sadece bir dipnot olarak sıkıştırmak istedim.Hepsi bu.
…
Sitede şiir okuduğum kadar hikâye okuyabilseydim keşke;ama ne yazık ki,gözlerim buna müsaade etmiyor,ille de dokunmak istiyor okumak için o hikâyeye...
…
Çok yaramazlık yaptım sanırım,hemen sadede girmelim:
Elma:
‘’Latincede ‘elma’ ve ‘kötülük’ anlamlarına gelen kelimeler neredeyse benzerdir.
Bu durum da, elmanın incildeki ‘yasak meyve’ olarak yorumlanmasına yol açmış olabilir.
İnsan boğazındaki gırtlağın diğer adının da adem elması olmasının sebebi, bir halk hikâyesinde
boğazdaki çıkıntıya Adem’in boğazına takılan yasak meyvenin yol açtığı görüşüdür.
Cinsel cezbenin sembolü olarak elma bazen, büyük ihtimalle ironik bir tavırla, erkekler arasındaki cinselliği ima etmek için kullanılmıştır.’’
Hikâyeyi okuduğumuzda, aslında buralara ince bir dokunmanın mevzu bahis olduğunu hemen anlayabiliriz.
Zaten elmanın geçtiği bir oyun,bir şiir,bir hikâye’de buralara seslenişte bulunmadan hikâyeye son verilmez.
Geçmemeli belki de.
Elma’nın metafor olarak başka başka anlamları da var tabii;ama farklı bir yerde,
uygun bir zaman diliminde ya da bunlara da değiniriz. İnşallah!
…
Hikâye’yi ele alıp şu şöyle olmalıydı,burada zamir eksik,zarf tümleci neden yok,
gibi afra tafralara girerek soytarılık yapacak değilim.
Ancak Brecht’in bir oyununda kahramanlarından biri, ötekinin’’ inanıyor musun’’ sorusunu şöyle yanıtlar: daha fazlasını yapıyorum,anlamaya çalışıyorum’’
Bunu da çok görmeyin ama ,lütfen!..
Bu yazı bana çok şey hatırlattı,çağrıştırdı, bir yerlere götürdü daha önemlisi;
ancak daha önce tecrübem olmasa bu gitmelere,götürmelere,kaybedebilirdim kendimi oralarda.
Beni götüren hikâyelere bırakırım kendimi,bir çocuk gibi,sesim bile çıkmaz hem de.
Üslup harika,isimler bile tam ahenkli yazıyla…Ecel!
Ben çok şey aldım bu sayfadan çok çok…
Ya gel(e) meyenler, ne çok şey kaybetti,acaba farkındalar mı?
Harun Aktaş tarafından 6/25/2011 4:33:42 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
gibi afra tafralara girerek soytarılık yapacak değilim."
Sayın Aktaş, bu sözleriniz hiç hoş değil. Burası internette boy gösteren diğer edebiyat sitelerinden farklı olacaksa eğer -ki zaten öyle- o saydığınız şeylere de az biraz dikkat edilmeli. Burada bu soytarılık dediğiniz şeyi insanlara faydalı olmak için yapan kişilerin var olduğunu pek ala biliyorken, size bu söylemi yakıştıramadım. Saygılar.
Zeynep Süberk
öncelikle yorumuza dönmekte geciktiğim için özür dilerim.Elimden geldiğince belirttiğiniz ayrıntılara değinmek isterim.
Okuma-yazma bağlantısı gerçekten önemli bir konu, nitekim okumayan şahsın iyi yazabilmesi mümkün değildir. Anladığım kadarıyla sağlık sorunuzdan dolayı, monitörde uzun yazıları okumakta zorlanıyorsunuz. Buna karşın, küçük hikâyemi okuyup, değerlendirdiğiniz için teşekkür ederim. Mutlaka yanlışlarım, eksiklerim vardır. Öğrenmenin yaşam boyu elzem olduğunun bilincindeyim. Zaman içersinde bildiklerini yitirmek ya da değişen kuralların arkasında kalmak söz konusu elbette. Belki de öğrenmeyi es geçtiklerimiz olmuştur. Yolumuzda bunlar karşımıza çıkıyorsa, toplayıp cebe atmak gerekir. Bakıyorum da; ben Almanca dil bilgisi öğrendiğim dönemde geçerli olan kurallar, kızımın döneminde değişmiş. İlk öğretimden bu yana, imlâ kurallarını onunla tekrar öğreniyorum. Öğrenmeye her zaman açığım. Bu sebepten, eksiğimle birlikte, yamasını da verirseniz ben buna minnettar olurum.
Yazımda örnek olarak verdiğiniz zamir ve zarf tümleçleri eksikliğine bir göz attım. Hikâyede replik ağırlıklı çalışmayı tercih ettiğimden olsa gerek, fazlaca zamire rastlamadım. Bu bir eksiklik olabilir. Ben kalemin karakteri olduğuna, taklitçiliğe soyunmazsak, nesir ya da şiirin, yazarı yansıttığına inanırım. Benim kalemimde, benim dilim gözlenilebilir. Zarf tümleçleri benim gözümce yeterliydi. Elbette siz okur olarak, kendi aradığınız yerlerde bulamayınca, eksikliğini hissetmiş olabilirsiniz. Yazım hatalarım olduğunu da fark ettim. Hoş değil. Her ne kadar yirmi küsür senedir Türkçeyi hemen hemen yalnız yazım dilinde kullansam da, madem yazıyorum, özen göstermem gerekir Bu konuda özrüm yok.
Ve her şeye rağmen sayfama bıraktığınız beğeni...
Teşekkür ederim sayın Aktaş.
Saygılar.