- 372 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 107
107] Atatürk toplumsal yolumuzu, bu çelişmelerle, güncedeki konjonktür gerçekleriyle belirlemiştir. Akli ve bilimsel gelişmeleri, olgunlaştırarak bizi tutumlaştırmaya gayret etmiştir. Her bir iki tökezlemesinden sonra; tecrübeleri, kararlı ve doğru, dimdik adımları getirmiştir. Yol düşülmeden tökezletilmeden yürünmüyordu. Bir takım kayıplar ve fedalar olmadan da, doğru olanı bulamıyordunuz. Esasen yolu şaşmadan yürümek de, olası değildir.
Zaten kalıcı olacak olan doğruların olmayışını, o da biliyordu. Tek gerçek çağdaş uygarlık düzeyi olmalı diyordu. Parametre konmuştu. Çekikleşme aidiyet alanı var edilmiş, toplumun dizaynı buna göre bir üretim ve paylaşımı, öngörüyordu. Adımları bu hedefe yönelikti. Kimi deneme yanılma yoluyla akıl koyuştu. Kimi bilinen emin ve sağlam adımlardan oluşuyordu. Tüm deha ve büyüklüğü de burada idi. Zaten akılda, akılsızlıkta böylesi bir davranışlarımızın edimsel öğrenilmesinden ötürü ortaya çıkmıyor muydu? Bu evren kendiliğinden bir akılı, henüz tanımıyordu.
Tüm mesele ve temel çelişmeler, yanılmalarıyla tecrübeler edindiği zenginleşmeyi, çevresinin bilemez anlamaz gibi oluşundaki, anlayışsızlıklardı! Gazi’nin rahatsızlığı bu gerçekliği bilemeyen çevresindeki kadroların çıkardığı engellemelerdendi. Ve bunların yanıltmalarından da pay alan bu yanıltıcı olumsuz tavırlarıydı. Sevgili gazi, burada, bir müteşebbis gibi toplumsal yatırımların pekiştirmelerini önemsiyor idi. Bu kadrodan kimi kişiler, devrimin gelişip, yayılıp, sükûn bulmasını gizliden gizliye pek şiddetli engelliyorlardı.
Yeryüzünde çelişkilere düşmeyen, yanılmayan bir akıl, henüz daha icat edilmiş değildi. Burada temel olan şey, genç cumhuriyetin zemini, konjonktür selin gerçekleriyle girişip güncel taban yapılmış mıydı? Böylesi pek çok tercih sel menfaatler, kişi egolarının üzerine çıkar. Kişi egosu üzerinde olan gelişmeler toplum severlikler ve vatanseverliklerdir. Böyle durumlarda kişiler kendilerini genelin çıkarlarına mustarip kılmıştırlar. Bu da kişileri mücadelelere atmak, feda etmek demekti.
Aydınlanma ile buluşturulamayan necip halkımız, alternatif tercihlerden de habersizdiler. Tek bildiği ve aşina olduğu söylem sel sözleri kimde duyarsa, hem saygısından, hem sevgilerinden, hem gönül insanı olmaları gereğinden ötürü, onlara yöneliyorlardı. Böylelikle bu necip halk; ’kendisinin kurdu’ da, ’kedisi’ oluyordu. Halkın kendilerine güvendikleri de, bu olanağı, kendi yararlandım düzeylerinden kullanıp, ’halk için ne iyi ise biz onu yaparız! Bu memlekete komünistlik gelecekse, onu da biz getiririz!’ deme fütursuzluk ve aymazlığını yapacaktılar.
Bunlara göre; halk, siyasete katılıp da, bilgilenip de, ne olacaktı ki? Halk, dininin icabını yapsın idi! Çalışsın, vatana, millete hayırlı olsundu, yeterdi! Halkın ideolojisi mi olurdu! Halk, kafayı bunlara takmamalıydı! Alabildiğine özgürlükle, istediği tarikatın, istediği dergâhın içinde, gönüllerince zikir edebilsin idiler! Bu nedenle tarikatlar bile sivil toplum örgütlerinden sayılacaktı! İşte bu tür anlama ve anlatmaların kendisi, tam bir sapla samanı karıştırır olmaktı. Tam bir zıvanadan çıkıştı.
Oysa sivil toplum örgütleri, toplumda zorunlu ilişkilerin örgütlenmesi idi. Hâlbuki dinin, toplumsal ilişkilerde ve toplumsal üretişte, bir karşılığı yoktu. Ki inançlar sivil bir örgütlenme olsundu. Kendisi toplumsal olmayan inançlara, burjuva demagogları olan liberallerce toplumsal talep yapılıp çıkmıştı! Halk gericiliğinin destekçileri, bir halk inanması olan inançsal cemaatlere, sivil toplum örgütü olmanın yaftasını vuracaktılar. Ki toplum içindeki halkçı tutum sal çatışmalar sayesinde, halk başını kaldıramazsındır!
1946’nın bu türden aymaz politik siyasası ve tavırları, Atatürk’ün sıkı sıkıya örttüğü köhne kapılara, medet umaraktan yönelecekti. Devrimlerden bir oyluk ödünler verecekti. Böylece, kapının bir kes ve ilk kes aralanması, karşı devrim yobazlarını harekete geçirdi. Gerici yobazlar haklıydı! Bu ödünle, daha bir cesurca hüccet içinde, harekete geçmenin açıkça olan cesaretini buldular. Atatürkçü dinamizmin ruhu solmuş, devrimlerin nefesi kesilmişti. Atatürk devrimlerini içselleştirmiş, onun uygulayıcısı ve sürdürücüsü olan erk, ne zaman tıkanmaya başladıysa, yeni yapılaşmalar ortaya koyamadı ise; o kadar gerileşmede medet umar olacaktı.
Ne kadar haklı gerekçeler söylerlerse söylesinler, kendi yetersizlikleri karşısında, ’çağdaş uygarlık düzeyi parametrem çekimliği’ boylarını çok çok aşıyordu. Devrimlerin sürdürülüşünü ve kazanımlarını, taşıyamayacaklardı. Misyonları yetersiz kalıyordu. Kolay olana, kaçacaktılar. Ve kendilerinin de içinde çıkamayacağı bir badireyi, siyasetimize armağan edecektiler. Her aczi yetin, her kötülüğün, her yetersizlik ve her başarısızlığın mutlaka kendisine uygun, makul bir mantığı ve bahanesi var olacaktı! Bu yeteneksizliğin bahanesi de: ’ne olacak ki’ denişle; ’devrimlerden bir oyluk’ gedik açmaktı!
Mamafih bu kolay olan yol, topluma ve halka hiç bir yarar sağlamayan, halkın kendi alanına özgü olan muamelatları, getirilip siyasetin ve toplumun odağına yamanması isteyişleriyle işe başlanmıştı. Bu ne çağdaşlıktı, ne devrimcilikti, ne aklı kullanış (laiklik)ti. Oysa bu iktidarın, iktidarda olma, çıkmazı idi. Çünkü bu; hem toplumu, hem halkın yapısını bilmemekle, bu farklı yapıyı görmezden gelmekle eş anlamlıydı. Tam bir genel siyaset cahilliği idi.
Özel bilinçlerin yazıp çizmelerine, uyarmalarına ’biz iyisini biliriz’ kabili sözlerle, kulak bile asmıyorlardı. Bu toplum ve halk, gibi oluşumların, ayrı ayrı alanların; yapısal çalışmalarını kavrayamaz olanların işi idi. Bu tür söylemler, iktidar partisinden birlikte, devrimleri içine sindiremeyen güçlerin, yine bu tür argümanları, halka inmek olarak göstermeleridir. Ne var ki oluşan ’açık muhalefet’, bunu ’hükümetten’ daha iyi söyleyecekti.
Halka inmek deyimi; toplumsal yapıya ürettirip, üretilenlerini de hakça bölüştüremeyen, ekonomiyi kayıt altına alamayan, yeni üretim sel patentler var edemeyen, bilgi toplumlarını oluşturamayan siyasetlerin; ağzına yakışandı(!) Onlar halka indikçe sizin, mezhep ve tarikatlar kültürünü bulmaktan, etnikçiliği bulmaktan ve bu sarmallar içinde kalmaktan öte, bulacağınız hiç bir şey; yoktur.
Eğer, bu yol doğruysa; halkı, halk içinde değil de, toplum içinde dini ile buluşturmak doğru ise; bu duruma, 1924 yılında karşı olan siyasi anlayıştan çok bu potansiyeli kotarabilecek olanın, daha bir aslı olan partiler dururken; konjonktürdeki iktidar gibi taklitçi suretlere halk, niçin rağbet etsindi ki?
sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.