AŞK FEDAKÂRLIKTIR ..!
Menzili Hicaz olan ticaret kervanına yetişmek için , canhıraş evinden çıkıp koşarken , yolda önünü kesen hırpani bir deli ile , Bağdatlının arasında geçen ayaküstü konuşmanın hikâyesidir bu.
─ Hayırdır hacı baba ..! Nedir bu telaş ? Bağdat’ı düşman mı bastı yoksa veba salgını mı var?
─ Ne düşmanı , ne vebası be adam ! Çekil yolumdan ! Kervan şehri aştı , ona yetişeceğim.
─ Ne kervanı bu ?
─ Sana ne bundan ey Allah’ın delisi ..!
─ Ölürüm de gitmem , ille de söyleyeceksin !
─ Anladım … Deli olmaya delisin de başımın belası mısın yahu ? Hacca gidiyorum ! Kâbe’ye gidiyorum ! Başka bir diyeceğin var mı ?
─ Ha ..! Demek her şeyi tamam ettin ?
─ Nasıl yani ?
─ Varsa eğer , çoluk çocuğu evlendirdin, borcun kalmadı , evinin bilmem kaç aylık ihtiyacını bıraktın . Komşularından hastası, borcu derdi olanların sıkıntılarını halledip , gönüllerini yaptın ve helâlliklerini aldın demek ki ?
─ Ohoo ..! Daha yok muydu sayacağın ? Komşum diye de malımın ortağı olmadılar ya ..! Elbette hastası olanı da var , borcu derdi olanı da .. ! Onların gönlünü etmeye , dertlerine derman olmaya kalksaydım , şu ikinci haccıma bile gidemezdim .
─ Maşallah ..! Maşallah ..! Hemi de ikince hac öylemi ?
─ Elhamdülillah ..! İkincisi olacak nasip olursa ?
─ Yediğin içtiğin senin olsun babalık .Ne gördün oralarda ? Resulullah (S.A.V ) Efendimizle hiç hasbihal edebildin mi ? Allah’ın hitabını gönül kulaklarınla bir kez olsun duyup da , kokusunu burcu burcu çekebildin mi ciğerlerine ? O’nu hiç evinde görebildin mi ? Anlat ecik ne olur ..! Çok merak ediyorum .
─ Fesuphanallah ..! Allah Beytullah’a sığar mı ey deli ?
─ Ey akıllı hacı efendi ! O zaman oraya niye Beytullah , Allah’ın evi diyorlar ? Eğer eviyse niye sığmasın ki ? O adı oraya veren , Allah’ın kendisi değil mi?
─ Aklımı karıştırma deli! Çekil artık gideyim.
─ Keşke olsaydı da , karışsaydı o kıt aklın . Peki ! Peygamberimizle de mi görüşemedin hiç ?
─ Kim görüşmüş ki ben görüşeyim ? Kabirde yatanlarla görüşülür müymüş ?
─ Yani ölülerle mi diyorsun babalık ?
─ Haşa ! Estağfurullah !
─ E ... Öyleyse niye görüşülmesin ? Demek ki ölü olan sensin. Allah’ın habibi , Kâinatın Efendisi taru taze durur orda . Kâinat, Allah’ ın O’na olan aşkı hürmetine varlığını sürdürür . Cümle yıldızlar , felekler ve zerreden kürreye herşey , o aşkın hürmetine hareket halindedir . Hiç birşey yoktur ki hareketsiz olsun . Şu yerde çakılı sandığın taş bile ... Asıl Beytullah gönüldür . Ama senin gibi ölülerin değil , bizim gibi ölümsüz dirilerin gönlüdür. "Komşusu aç yatarken tok gezen bizden değildir." buyuran aşk Peygamberiyle görüşmek kim sen kim , ey yürüyen ceset..! Önce gariplerin gönlüne gir ki , asıl Beytullah’ın o gönüller olduğunu göresin . Sen hiç duymadın mı Hasan-ı Basri’yi ?
─ Kimdir bu Hasan ?
─ O’nu anlatmaya kalkarsam , senin kervan Kâbe’ye ulaşır . Sen şimdi var git hacı baba ! Kervanda bir bilen çıkar elbet .
Bu hikmetli sözlerle kafası iyice karışan Bağdatlının gönlünde kasırga esmeye başlar . Hem koşar , hem düşünür . bu arada unutmayayım diye de , üç beş adımda bir "BASRALI HASAN" diye mırıldanır .
Kervana yetişir nihayet . Hoşbeşten sonra olup bitenleri anlatır yanındakilere . Onlar da ; kervanda şu an aslen Buharalı olup , Anadolu’ya yerleşen ve o taraflardan geçerlerken katılan , çok güzel yüzlü ulu bir şeyhin misafir olduğunu ve o geleliden beri , kervanın başka bir hâl aldığını , günlerdir yol yürümelerine rağmen ne insanların ne de hayvanların yorgunluk hissetmediklerini söylerler.
Geceleri herkes uykuda iken şeyhin , etrafı gezip kolaçan ettiğini ve yanlarından geçtiğinde ise etrafa çok tatlı bir fesleğen kokusu yayıldığını anlatırlar Bağdatlı’ya .
Bunları dinleyen son gelen yolcunun merakı ve gönül fırtınası iyice artar . Bir öğle yemeği molasında , hazretin huzuruna varmaya karar verir .
Şahini andıran bakışlarıyla , Bağdatlıyı süzen şeyh tebessümle ;
─ "Hoşgeldiniz ! Görürüz ki , deli derviş sizi iyi hırpalamış . İyi ki de hırpalamış . Zira emanetin bizdedir . Verelim ki , gönüller sultanı Hasan-ı Basri Hazretleri de , bizden incinmesin ." diyerek başlar inciler saçmaya kervanda bulunanlara . "Sahabeyi görme şerefine erdiğinden , kendilerine "Tabiin" denilen kutlu zümrenin en güzel simalarından birisi de Hasan-ı Basri’dir . Yani Basralı Hasan.
Kâinatın Efendisi ve baharın ta kendisi olan aşk Peygamberi Hz. Mustafa (S.A.V.) ’nın "Ben ilmin şehriyim , Ali ise kapısıdır." buyurduğu , veliler şahı Hz. Ali’nin dönemine , çocukluğunda yetişen Hasan-ı Basri , ondan maddi ve manevi ilimleri tahsil etmiştir . O yüzden bu ümmetin alim ve evliyası içinde oldukça seçkin bir yeri ve makamı vardır . Gönüler sultanıdır .
Hepsi de yüksek bilgi ve irfan ile donanmış alimlerden oluşan öğrencilerine hitaben "Sizler eğer sahabeyi görseydiniz , onların kendilerini birbirlerine can feda edişlerine şahit olsaydınız , bunlar deli midir nedir derdiniz . Şayet onlar da sizi ve halinizi görselerdi , bunlar zındık mıdır nedir derlerdi" meşhur sözünün sahibidir Hasan-ı Basri ...
O yılın mevsiminde , hacca gitmeye niyetlendiğini öğrenen ve istikâmetleri de Mekke olan kervanın sahipleri hazrete rica ederler ;
─ "Sultanımız ! Lütuf kabul buyurursanız eğer , bizim kervanımıza teşrif etmenizi istirham ediyoruz." derler. O da ;
─ Peki ! deyip , birkaç gün sonra kalkacak olan kervana yetiştirmek için yol hazırlığına başlar .
Kalan eksiklerini tamamlamak üzere evinden çarşıya giderken , yolda ağlayan bir çocuğu görünce yanına yaklaşarak ;
─ "Yavrum ! Niye ağlıyorsun ?" diye sorar . Çocuk ;
─ "Şehrin dışında arkadaşlarımla oynuyordum . Karnım acıktığı için geri dönerken , önünden geçtiğim bir evden et kokusu geldi burnuma . Çok güzel kokuyordu . Ben de gidip istedim ama o teyze vermedi . Onun için ağlıyorum." deyince ;
─ "Sen gel bakalım benimle ! Tut elimden ve beni o eve götür." der. Evin önüne geldiklernde kapıyı çalar . İçeriden ;
─ "Kim o ?" nidası gelir.
─ Ben Hasan !
─ Buyurun efendi ! Ne istiyorsunuz bizden ?
─ Hatun ! Bu çocuk et istemiş , siz vermemişsiniz , doğru mu ?
─ "Evet doğru . Ama bize helâldir , ona haram !" cevabını alan Hasan-ı Basri hazretlerinin şaşkınlığı artar ve ;
─ "E ... Canım ! Size helâl olan , ona niye haram olsun?" der . Kadıncağız ;
─ "Efendi ! Kocam öleli bir kaç yıl oldu . Çok fakiriz . Yetimlerime ekmek bile bulamazken , ağızlarına yıllar var ki et girmedi . Evin ardındaki çöplüğü gezerken , yeni ölmüş bir köpek leşini aldım getirdim . Yıkayıp temizledikten sonra , kazanda kaynatıyordum ki , çocuk kapıyı çalıp et istedi . Ben nasıl veririm bundan ona . Bize helâldir , çünkü fakiriz . Ama çocuğa değil . O yüzden veremedim . Yoksa ben bir anayım . Bir çocuğa nasıl şefkatsiz olurum da yemek vermem ?" dediğinde , Basralı Hasan Hz.nin gözleri dolar .
─ "Hanım kızım ! Bekle beni hemen geleceğim ." diyerek oradan ayrılıp eve gelir koşarak . Biriktirdiği hac parasının tamamını hanıma getirir ve "İşte kızım ! Sizin hakkınız olanı getirdim . Eğer daha fazla olsaydı onu da getirirdim . Bundan sonra gözüm de kulağımda sizdedir , bilesiniz evladım !" diyerek müsaade isteyip geri döner .
Kervan gönüller sultanını beklerken , O da haber salar ki "Ben gelmiyorum , gidin ." diye . Kervancı başı eve gelerek ;
─ "Üstadımız ! Niçin gelmezsiniz ? Bizi mahrum koymayın . Kervan bizim değil , sizindir efendim ! diye ne kadar yalvardıysa da , O bunu kabul etmez .
Günler su gibi akıp gitmiştir . Mekke dolup taşmaktadır . Birgün Arafat’ta , bütün hacıların gönül kulaklarına , gaibden bir nida gelir .
─ Ey Hüccac ..! Hepinizin bu yılki haccını , kulumuz Basralı Hasan hürmetine kabul ettik ..!
Ortalık karışır . Kim bu kutlu insan , kimdir bu Basralı Hasan diye bütün kafileler , onu bulmanın derdine düşer . Sora sora , Fas hacılarına gelirler . Onlar da ; Basra’da yaşadığını ve sahabeyi gören gözlerin sahibi Hasan Hz.leri olduğunu söylerler .
İyi de ... Ne olmuş da bu senenin hacılarının tamamının haccı , onu hürmetine kabul edilmiş deyip Basra’ya kadar akın akın gelirler . Ama zat-ı şahaneleri böyle bir ilahi iltifattan kendine asla pay çıkarmaz ve ;
─ "O’nun merhameti , O’ nun lütfu ihsanıdır . Aradığınız Hasan ben değilim , başkasıdır." der ve kimseye birşey anlatmaz . Sadece ağlar ... Ağlar ... Ağlar ...
Evet efendiler ! Vefatına kadar daha nice gariplerin sığınağı olan , onların derdiyle dertlenen , şefkat , merhamet ve fedakârlık abidesi , gönüller sultanı Hasan Basri hazretlerinin hikayesi de işte böyledir .
Aşk , fedakârlıktır . Hakiki aşık ise , fedainin ta kendisidir . Bu fedakârlığı para , pul , mal , mülk cömertliği bilmeyin sadece . Bir de onun üstesinde bir fedakârlık var ki , canından geçmektir . Sevdiğine canını vermeyi lütuf ve ihsan bilmektir . Asıl fedakârlık , asıl aşk da budur .
Hepiniz işitmişsinizdir Mecnun’u . O’nun da küçük bir hikayesini arzedeyim de , artık yolumuza devam edelim .
Çölde Mecnun’a rastlayan bir gurup insan O’nunla alay edip vakit geçirmek ister ve derlerki ;
─ Ey Mecnun ! Leyla’dan selam getirdik sana . Diyor ki ; "Eğer Mecnun beni gerçekten seviyorsa bunu ispat etsin."
─ Sahi mi söylüyorsunuz ? Leyla gerçekten benim adımı aldı mı ağzına ? Peki ne istedi benden çabuk deyin ?
─ "Kolunun bir tanesini kesip gönderirse , beni sevdiğine işte o zaman inanırım ." dedi.
Bunu duyan Mecnun , etrafına bakınır kesici birşey bulmak için . Tabi oradakiler , önceden hazırladıkları baltayı Mecnun’a uzatırlar .
Baltayı kapar kapmaz , havaya kaldırır . Tam vurmak üzereyken , balta arka tarafına düşer ve başlar ağlamaya Mecnun . Hem ağlar hem kesip göndereceği sol elini öpüp koklar . Oradakiler ;
─ "Ne yapıyorsun ey çılgın ? Hani kesecektin kolunu ? Hani çok seviyordun Leyla’yı ? Demekki aşkın yalanmış senin." dediklerinde Mecnun ;
─ "Görmüyor musuz ? Kör müsünüz? Bakın ! Leyla’nın eli bu , nasıl keserim onu ?" diye ağlayarak uzaklaşır onlardan .
Leyla’ya da , Mecnun’a da , gönüller sultanı Basralı Hasan’a da selam olsun . Selam olsun bütün ehli Aşk’a ...