18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1544
Okunma

_FOTOĞRAF: Lacivertiğnedenlik
_Şimdi seninle biz iki yabancı değil, yıllar öncesinden tanışan iki dostuz anlaştık mı Merve?
Sakinleştirici iğnenin etkisinden olsa gerek, karşımda oturan doktoru hayal meyal görüyordum. Yer yer puslu ve titrek bir görüntüden gelen bu naif ses içime huzur yağdırdı. Arkama yaslandım. Parmak uçlarımdaki karıncalanmayı dinledim bir süre. Doktor yine o ruha inen sesiyle bana seslendi:
_Hazır mısın Merve? Haydi bana olanları anlat…
Olanları düşündüm. Düşündükçe beynimin bir yerden öteye gidemediğini fark ettim. Her şey üç gün önceki doğum günü gecesinde yığılıp kalıyordu. Oraya kadar bütün diyaloglarımı, gördüklerimi ve hissettiklerimi hatırlıyor olmama rağmen, o geceyi ve ondan sonrasını kesik kesik kareler olarak hatırlıyor, bu bölük pörçük an parçalarını birleştirip anlamlı bir bütün oluşturamıyordum.
Ayaklarım uyuşmuştu. Yerdeki koyu renkli halının uzun tüylerini hissetmiyor olsam, bir bulut yumağının içinde uçtuğuma yemin bile edebilirdim.
_ O gece doğum günümdü. Güzel bir sofranın başında eski eşimi bekledim saatlerce. Gelmedi. En son mumları söndürüp yattığımı hatırlıyorum. Gerisi parçalı görüntüler.
_Hadi o parçaları anlat bana. Birlikte birleştirebiliriz belki.
_Alışık olduğum bir hayal kırıklığıyla ama yine de gözyaşları içinde uykuya daldım. Belki gözlerimi kapatalı birkaç saniye olmuştu ki, yüksek bir yerden aşağıya düşüyormuşçasına, düş ve gerçek arası bir hisle sıçrayarak ayağa kalktım. Oda karanlıktı. Sessizliği bozan saatin ışıklı akrep ve yelkovanına baktım. İki otuz. Yere düşen yorganımı almak için eğildiğimde gri pantolonlu bir çift bacakla burun buruna geldim. Nazım geldi sandım. Yorganı almadan sırtımı döndüm ve uyuyormuş gibi yaptım. Ona dargın olduğumu göstermek istiyordum. Fakat dakikalar sonra ondan ses gelmeyince ürperdim. Çıplak omuzlarıma soğuk bir rüzgar esiyor gibiydi. Arkamı dönmeye cesaret edemedim. Yatak hafifçe sallanmaya başlayınca, iki göğsümün arasına daha önce hiç hissetmediğim bir ağrı çöktü. Titreyerek geri döndüm. Daha önce bir yerden gördüğüme emin olduğum bir yüz. Orta yaşlı, siyah saçlı, bıyıklı bir adam bana gülümsüyordu. Elini cebine soktu. O şekilde bir süre kaldıktan sonra elini cebinden çıkarttı. Elindeki kenarları yeşil oyalı beyaz mendili bana uzattı ve;
_Uyan, dedi. O kadar korkmuştum ki, bir türlü “Ben zaten uyanığım.”diyemedim. Sanki içimi okumuş gibi bana doğru eğildikten sonra;
_Uyan dedi. “Az sonra birisi gelecek.” Kim gelecek diye soramadan elindeki mendili bana doğru atarak yok oldu.
Eskiden mahallede türlü rivayetler anlatılırdı. Kadınlar bu hikayeleri ağzı açık dinlerken ben sıkıntıdan patlardım. Hiçbir zaman aklı dışında hareket eden bir insan olmamıştım. Bu tür öyküleri de toplumu hizaya sokmanın başka bir metodu olarak görüyordum.
Mendili yatağın üzerine bırakıp kalktım ve evin bütün lambalarını açtım. Ses duymalıydım. Tanıdık sesler, ya da müzik, insan sesi. Siyasi bir tartışma, gece geyiği, yarışma o an hiç fark etmezdi benim için. Çekmeceden babamdan yadigar eski küçük radyoyu çıkartıp tekrar yatağa girdim. Çalışacağından şüpheliydim. Ama biraz uğraştan sonra radyoyu çalıştırmayı başardım. Onu başucumdaki sehpanın üzerine koyup yorganı boğazıma kadar çektim. Türlü düşünceler içinde sızıp kalmışım.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Üzerimdeki yorganın aşağı doğru çekildiğini hissedince gözlerimi açtım. Lamba hala yanıyordu. Radyoda eski bir türkü çalıyordu. Her şey o kadar normal görünüyordu ki…Gittikçe görünmez bir el tarafından ayak ucuma doğru çekilen yorgan dışında. Bir an bütün bunların yaşadığım ağır depresyonun bir etkisi olduğunu düşündüm. Kendi kendime “Korkacak hiçbir şey yok” telkinleri vererek kayan yorganı yakaladım ve tekrar boğazıma kadar çektim. Birkaç saniye o şekilde bekledim. Sonra yorgan yeniden aşağı doğru kaymaya başladı. Artık içimdeki korkuyu bastırabilecek bir telkin bulamıyordum. Çaresiz yaz tatillerinde dedemden öğrendiğim yarım yamalak duaları okumaya başladım. Kesinlikle korkunç bir buhran geçiriyorum diye düşündüm. Doğruldum, yatağın ayakucuna baktım. Kimse yoktu. Göz ucuyla kapıyı pencereyi kolaçan ettim. Her taraf sıkı sıkı kapalıydı. “Ah şu yalnızlığım” dedim. Yalnızlığımdı bana bu sanrıları yaşatan. Ama bu düşüncem uzun sürmedi. Tekrar yorgan aşağı doğru kaymaya başladı. Bu kez yatak ucunda siyah bir kıpırtı görür gibi oldum. Gözlerimi birkaç kere kırptım. Sanki gördüğüm bir gölge değil de, gözüme kaçmış bir tozmuş gibi…Karartı yavaşça ayağa kalktı. Kalktı… kalktı ve tam karşımda dimdik durdu. Siyah çarşaf giymiş genç bir kadın. Gözlerimi dahi kırpamadım. Sanki o kısacık anda gözlerimi kapatır kapatmaz bana bir fenalık yapacakmış gibi hissettim. Öylece bakakaldım.
_Sana ne söyledi?
_Hatırlamıyorum.
_Peki sonra ne oldu?
_Sabah uyandığımda önce hiçbir şey hatırlayamadım.
Başımı kaldırıp doktora baktım. Anlattıklarım karşısındaki yüz ifadesini merak etmiştim. Beklediğim alaycı bakışlar yoktu yüzünde. Beni ciddi bir ifadeyle dinliyordu. Hatta endişeli bile görünüyordu.
_Evet, hiçbir şey hatırlamadım bir süre. Ta ki yataktan kalkıncaya kadar. Ayağımı yataktan attığım sıra o beyaz mendil yere düştü. Korkuyla ayağımı geri çektim. O gece gördüklerimi düşündüm.
Ondan sonra neler oldu hatırlamıyorum. Komşuların söylediğine göre beni yarı baygın ve sayıklar halde bulmuşlar.
Sustum. Doktor elindeki kalemi evirip çeviriyor, neredeyse gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Yan tarafımızdaki telefon sehpasının üzerinde barak oymalı dev bir ayna vardı. Yan gözle kendime baktım. Öyle korkunç bir haldeydim ki, doktorun yerinde olsam kendime bir metre yaklaşamazdım. Karmakarışık olmuş saçlar, düğmeleri kopmuş gömleğimin açılan yakasından görünen yara izleri, dudağımdaki kan, gözaltlarımdaki morluklar…Tanınmayacak haldeydim.
_Bana ne olmuş, dedim. Doktor gülümsedi. Odanın loş havası aynadaki görüntüme ayrı bir kasvet katıyordu. Yüzümün gölgede kalan tarafında hiçbir şey yokmuş gibiydi. Gözlerimin teki, dudaklarımın yarısı, yanağımın öbürü karanlık bir mazi gibi duruyordu. Üstelik hala gözlerimdeki pus çekilmiş değildi. Ellerime baktım. Yer yer yarıklar vardı ve hala kanıyorlardı. Tekrar “Bana ne oldu böyle” diye sordum.
_Biz ne olduğunu bilmiyoruz. Seni bulduklarında zaten böyleydin. Onun için buradasın Merve. Şimdi devam edelim. Komşular seni buldu. Kendine geldin. Sonra ne oldu.
_Bir süre alt komşumda dinlendim. Olanları hatırlamaya çalıştım. Sonra bu müthiş macerayı duyan kadınlar elişlerini çantalarına atıp, küçük çocuklarını da önlerine kattıkları gibi beni görmeye geldiler. Yattığım odaya gelip, sorular sordular. Benden tatmin edici cevaplar alamayınca komşuma sordular. Görmeliydiniz. Sanki hayatlarında gördükleri en garip yaratıkmışım gibi, biraz komşumun fısıltıyla anlattıklarını dinliyor, biraz da aralık kapıdan bana bakıyorlardı. Normalde de aram iyi sayılmaz mahalle sakinleriyle. Malum dulluk var ya…Sıkıldım. Evime çıktım. Doktora götürelim, fena şeyler oldu sana dediler, dinlemedim. Bana ne olduğunu, baygınken neler söylediğimi sormadım bile. Her şeyi buhrana bağlıyordum çünkü. Mahallede dul diye yeterince nam salmıştım. Bir de deli damgası yemek istemiyordum.
Eve girince biraz korkar gibi oldum. Uzaktan uzaktan bütün oda kapılarını açıp anında geri çekildim. Biliyor musunuz, benim çocukluktan kalma bir korkum var. Her zaman kapı açmaktan korkmuşumdur. Arkasından biri çıkacak diye değil ama. Kapı açıldıktan sonra içeriden birisi aniden kapıyı kapatacak ve kapı yüzümü parçalayacak diye.
Doktor sağ kaşını havaya kaldırdı. Büyük bir şey keşfetmiş gibi baktı yüzüme.
_Çocukken kapıyla ilgili bir şey yaşadın mı? Çarpma gibi, düşüp başını vurma gibi…
_Sanmıyorum. Ama annem ne zaman babamdan bahsetse “Kapıyı yüzüme vurdu” cümlesini kurardı. Kapı ile ilgili hatırladığım tek şey bu.
Gülümsedim. Doktor gülümsemedi ama. Kalemi dudaklarına götürüp düşündü. Sonra elindeki deftere bir şeyler yazdı.
_Annen babandan ayrı mıydı?
_Evet. Ben hiç babamla yaşamadım.
_Devam edelim. Eve geldin, kapıları açtın. Sonra…
_Sonra ne yaptığımı hatırlamıyorum. Uyudum mu, yemek mi yedim…ne yaptım bilmiyorum.
_Peki, devamında hatırladığın bir şey var mı?
_Evet…Var ne yazık ki…Kapının önünde durduğumu hatırlıyorum. Apartman kapısının. Oraya neden gittim nasıl gittim hatırlamıyorum. O kadın yine geldi. Beyaz mendil elimdeydi.. Mendili koynuma soktum. Kadın koynuma baktı bir süre. Bu sefer korkmadım. Titremedim. Gözlerimi kaçırmadım. Kadın çarşafının altındaki ellerini çıkartıp bana uzandı. Geri çekilmedim. Tam dokunacakken durdu. Ellerini tekrar çarşafının altına soktu ve bir avuç altın çıkarttı. Tekrar bana doğru uzandı.
_Al bunları, dedi. Hepsi senin. Yeter ki benimle gel. Hiçbir şey söylemedim. Geceliğimin eteğini açıp, altınları eteğime atmasını işaret ettim. Birlikte uzun bir yol gittik. Çok uzun. Hiç görmediğim ağaçlı bir yol. Kenarlarda küçük evler olan, bir yerden sonra küçük bir dereyle paralel ilerleyen toprak bir yol. Karanlıktı, tek bir sokak lambası yoktu. Evleri de siyah bir siluet olarak görüyordum. Kadının kara çarşafı gecenin rengine karışmıştı. Sadece beyaz yüzü görünüyordu. Bir insanla değil, uçan bir maskeyle yürüyor gibiydim. Korkmuyordum ama, bundan eminim.
Bir değirmenin önünde durduk. Eski bir değirmen. Burayı tanıyor gibiydim. Çok eskilerden, tozlu puslu bir fotoğraf gibi…Değirmenin küçük penceresinden taşan gölgeli ışıktan içeride ateş yandığını anladım. İlk defa konuştum.
_Nereye geldik?
Kadın acı bir şekilde gülümsedi.
_Az sonra anlayacaksın.
Eteğimdeki altınlara baktım. Karanlıkta bile göz alıcı bir şekilde parlıyorlardı. Kadın yürüyünce ben de ardından gittim. Değirmenin eşiğinde tekrar durduk. Sonra o kapıyı itti. Kapı gıcırtılı bir sesle geri devrilirken, içeriden iki yarasa uçup başımın üzerinde geçti. Ben yarasaları hiç sevmem. Hiç…Ama korkmadım. Korkmadığımdan eminim. Kadın çarşafının eteklerini toplayıp eşikten içeri girdi ve bana döndü.
_Gel bak burada ne var, dedi. Tam içeri adım atacaktım ki, arkamdan, tam boynumun hizasından bir ses duydum. Arkamı döndüğümde, bir gece önce gördüğüm gri pantolonlu adamla burun buruna geldik. Değirmenin kapısı yine aynı gıcırtıyla ve sert bir şekilde kapandı. Adam boğuk bir sesle “Evine git” dedi. “İçeri girme.”
Boğazım kurumuştu. Önümdeki sehpanın üzerinde duran bardağa baktım. Hala her şey hareketli bir görüntüdeydi. Bardağa uzandım. Doktor benden önce davrandı ve bardağı önümden alıp yan tarafındaki çalışma masasına bıraktı.
_Şimdi içme. Dokunur, dedi. İtiraz etmedim.
_Sonra ne oldu?
_Apartman kapısının önünde olduğumu hatırlıyorum. Arası yok. Nasıl geldim bilmiyorum. Eteklerim hala ellerimdeydi. Kadını ve altınları hatırladım. Eteğimi açıp baktığımda gözlerime inanamadım. Bir avuç kor olmuş köz! O sahneden hatırladığım son şey, keskin bir yanık kumaş kokusu. Sonrası karanlık, karanlık bir sessizlik. Bu kez sabaha karşı işe gitmekte olan bir fırıncı bulmuş beni. Giriş kapımızın kenarında musluk var. Orada yüzümü yıkadı. Kendime geldim. Sonra halimden utandım. Sabahın karanlığında sokak kapısının önünde yarı çıplak bir dul. Halimi neyle izah edeceğimi bilemedim. Adam insanlığını yaptı ama bakışlarında şüphe vardı. Ben de olsam aynı şekilde bakardım. Yine de giderken “Bacım karakolluk bir durumsa…” demeyi ihmal etmedi. Gerek olmadığını söyleyip eve çıktım. Kapım ardına kadar açıktı.
Ayaklarım çamur içindeydi ve tabanlarım kanıyordu. Geceliğimin etekleri de delik deşikti. O kadar yorgundum ki o halimle kanepeye uzanıp hiçbir şey düşünmeye fırsat bulamadan uykuya daldım.
_Uyandığında ne yaptın?
Doktorun sesi bu kez yumuşak gelmedi bana. Bana faydası olacağı için değil de çok merak ettiği bir şeyi öğrenmek ister gibi bencil bir tonla sordu bu soruyu.
Zihnimdeki ve bakışlarımdaki bulanıklık biraz daha seyrelmiş gibiydi.
_Doktor Hanım, yanlış mı gördüm. Buraya girerken yanımda polis mi vardı?
Doktor gülümsedi. Çok güzel bir gamzesi vardı. Onu yıllardır tanıyormuşum gibi hissettim.
_Bunları düşünme şimdilik. Hepsini konuşacağız. Ama önce geri kalan o bir günde başından neler geçti, onları öğrenelim.
_Peki. O gün akşama doğru uyandım. Derinden gelen zil sesiyle. Kuzenimle bir köye gitmek için sözleşmiştik. Şehirden oldukça uzak, eski bir köy. Tezi için bir araştırma yapıyordu. Ona yardım edeceğime söz vermiştim. Aslında araştırmanın konusunu da bilmiyordum, ne yapacağımızı da…Kapıyı açtım. Halimi görünce önce bir çığlık attı sonra bana sarıldı. Saldırıya uğradığımı sanmış. Onu yatıştırmak zor oldu. Çünkü anlatacak mantıklı bir şeyim yoktu. Çocukluktan kalma bir uyurgezerlik durumum olduğu yalanına inanır gibi oldu en sonunda. Ona yorgun olduğumu, hiçbir yere gidemeyeceğimi söyledim. Sonra mutfağa gidip bana yiyecek bir şeyler hazırladı. Ben de o arada duş aldım. Birlikte yemek yedik. Akşam dokuza doğru nişanlısı gelip aldı onu.
Giderken ajandasını masanın üzerinde unutmuştu. Zihnimi boşaltmak için bir süre çiçeklerimle ilgilendim. Ortalığı toparladım. Biraz televizyona baktım. Bu bana iyi geldi. Hatta gülümsedim bile. Sonra masanın üzerindeki ajandaya gözüm ilişti. Araştırmasıyla ilgili olduğunu düşündüğüm için açıp baktım. Yanılmamıştım. Teziyle ilgili notlar vardı. Biraz göz gezdirdim. Halk hikayelerini araştırıyormuş. Hiç gün ışığına çıkmayan ve yaşanmış olduğu varsayılan hikayeler. Defteri kapatırken arasından siyah beyaz bir fotoğraf düştü. Bu bir köy düğününde dahası bir okul bahçesinde çekilmişti. Ortadaki sandalyede oturmuş bir gelin, sağ elini gelinin omzuna koymuş ayakta duran bir damat, ikisinin önüne çökmüş uzun örgülü, güzel bir kız. Gelinin sol yanında çarşaflı bir kadın…Çarşaflı kadın…Dikkatle baktım. Işığa tuttum tekrar baktım. Bu o kadındı. Başım döner gibi oldu. İşte o an korktum. Tüm bunların bir buhran vesvesesi olmadığını anladım. Hepsi gerçekti…Bana inanıyorsunuz değil mi?
Doktor hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
_Elbette. Lütfen devam et.
_Fotoğrafa kaç saat baktım bilmiyorum. Tam tekrar defterin arasına koyup arkadaşımı arayacaktım ki fotoğrafın ücra bir yerinde birini daha fark ettim. Fotoğrafın çekildiği okul bahçesinin duvarını kendine siper etmiş, poz verenlere bakan bir adam. Bu adam kesinlikle gördüğüm o gri pantolonlu adamdı. Korkuyla fotoğrafı yere attım.
Hayatımda hiç bu kadar aralıksız konuşmamıştım. Doktora bardağı işaret ederek “Artık içebilir miyim” diye sordum. Konuşmadı, hayır manasında başını salladı. Ona daha bir dikkatle baktım. Gamzesine…Gülüşüne…Gözlerine. Hala net görebiliyor değildim.
_Her şeyi anlatınca ne olacak?
_Birlikte hatırlayamadığın kısımlarda ne yaptığını bulmaya çalışacağız.
_Belki de hiçbir şey yapmamışımdır. Bayılıp kalmış olamam mı? Bakın, bütün bunlar gerçek. Rüya ya da hayal değil.
_Buna inandığımı söylemiştim. Şimdi devam et lütfen.
_Fotoğraftan sonra ne yaptım hatırlamıyorum. Gece yarısı kanepede uyandım. Bir rüya görmüştüm. Yine o adamla ilgili. Ama bu kez rüya olduğuna eminim. Bir ormandaydım. Alçak dallı bir ağaca çıkmış ormanın bayırlık kısmının sonundaki yola bakıyordum. O adamı gördüm. “Ben Kamil” diye bağırdı. Çok uzaktaydı. Ama sesi ta kulağımın içinde çınladı. Sonra gittikçe yaklaştı…yaklaştı ve benim olduğum dalda belirdi. Dal ağırlığımızdan yere yatar gibi oldu. Gittikçe yanıma yaklaşıyor ve korkunç kahkahalar atıyordu. Ondan kurtulmanın bir tek yolu vardı. Dalın ucuna kadar çekildim. O da ardımdan geldi. Sürekli “Sana dediğimi yapmadın” diyordu. Son kez gözlerine bakıp yere atladım. Dal adamı bir ok gibi havaya fırlatırken gözlerimi kapattım. Annemin sesini duydum. Bana çağırıyordu. Çok uzaklardan, çok…Sonra ses kesildi. Yavaşça gözlerimi açtım. Adam bayırın dibinde, yol kenarında yatıyordu. Başını kaldırdı, kanlar içindeydi. “Ne yaptın” dedi. “Beni öldürdün. Şimdi başına çok kötü şeyler gelecek. Kimse seni kurtaramayacak.” O anda öyle bir rüzgar esti ki yerdeki bütün yapraklar, dal parçaları taşlar birer birer göğe yükseldi. Ağaca tutundum. Annemin sesini bir kez daha duydum. Sonra kız kardeşiminkini. Kız kardeşim birkaç metre uzağımda belirdi. Ağlıyordu. Kurtar beni dedi ve elini bana doğru uzattı. Bir kolumla ağaca sarıldım, diğerini ona doğru uzattım. Rüzgar onu tutmama müsaade etmedi. Gözlerimin önünde ve çığlıklar içinde hortum gibi bir şeye kapıldı gitti.
_Bu bir rüyaydı diyelim. Peki adamın sana ne dediğini hatırlıyor musun? Senden ne istemişti?
_Hatırlamıyorum.
_Sana verdiğini söylediğin mendille ilgili bir şey olabilir mi? Mendil ilginç bir detay.
_Belki…Ama sahiden hatırlamıyorum. Rüyayı düşünürken yatak odamdan gelen sesleri duydum. Kalkıp kitaplığımdan belki de on yıldır açılmamış Kur’an-ı Kerim’i aldım. Sımsıkı sarıldım. Koridorun ışığını yakıp yavaşça seslere doğru yürüdüm. Kapı yarı açıktı. Aralıktan yere serilmiş yorganın ucunu gördüm. Oysa kuzenim gitmeden önce odamı toparlamıştı. Ayağımla kapıyı geri doğru ittim. Kadın yere pürüzsüz bir şekilde serilmiş yorganın üzerinde bağdaş kurmuş ağlıyordu. Başını kaldırıp bana baktı. “Öldürdün” dedi. “Şimdi ne yapacağım ben?”
_Ne istiyorsun benden?
_Bundan sonra, işte şu yorgan kadar yeri benim bu odanın.
_Neden? Kimsin sen?
_ Ne önemi var. O koynundaki mendili sana söylenen yere koymadın. Kamil bir kez daha mendil yüzünden öldü. Mendili o ağaca assaydın, işaretimi anlayacak, bir sonraki gece beni kaçırmaya gelecekti. Babamlara görünmeden kaçacaktık. Kimse ölmeyecekti. O da ben de…
_Sen neden asmamıştın mendili? Mendilin anlamı ne?
_Mendil Kamil’in. Bana dedi ki, bunu ormandaki iğdeye asarsan sonraki akşam seni kaçıracağım. Asmazsan bende gönlün olmadığını bilip, canıma kıyacağım. Mendili ağaca astım. Dönüşte babam -nereden öğrendiyse- Kamil’e kaçmayayım diye değirmene kapattı beni. Kamil de mendili görememiş. Çünkü canına kıydı. Görseydi bunu yapmazdı. Nasıl göremedi bilmiyorum. Onu astığım yerden kim aldı bilmiyorum.
Birden ayağa kalktı. Çarşafının rüzgarı perdeyi havalandırdı. “Sana değirmene gir dedim. Altın verdim. Altınlarımı aldın ama sözünü tutmadın. Lanetim üzerine olsun. Hiç sabahın olmasın.”diyerek gözden kayboldu.
_Sen de mendili asmak için gece yarısı, arkadaşınla gideceğiniz köydeki ormana gittin. Mendili astın.
_Evet…Ama…
_Nereden biliyorum, değil mi?
Cebinden yeşil oyalı mendili çıkarttı. Havada birkaç tur salladı ve gülümsedi. O mendili iğdeye astığımdan emindim. Sonra defterinin arasından kuzenimin ajandasında gördüğüm fotoğrafı çıkarttı. “Al bak dedi. Demek ki saatlerce iyi bakamamışsın. Titreyen elimle fotoğrafı aldım. Bütün yüzlere tek tek baktım. En son gelinin önünde diz çökmüş kızda kaldı gözlerim. Bu kız karşımdaki doktordan başkası değildi.
...ENGİNDENİZ...
Lütfen öykünün uzunluğu için beni affedin. Bölmek istemedim. Canı sıkılanları, gözü yorulanları, hiç okumadan sadece uzunluğuna bakmakla bile gözü korkanları şimdiden çok iyi anladığımı söylemek isterim:) İstediğiniz an "Bu ne ya" deyip okumayı bırakabilirsiniz:)