- 744 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜRKÜLER...
TÜRKÜLER…
“Burası Ankara,” dedi döşekle güreşirken, ter içindeydi. Damadının evine konuktu. Uyku, tavşan gibi ürkek, uçurumda bitmiş bir tutam menekşe gibi erişilmezdi. Köyünde olsa dışarı çıkar, dere boyunca hışırdayan söğüt-kavak dallarıyla konuşarak bir aşağı bir yukarı gidip gelir; olmadı, Aşağı Pınar’ın buz gibi suyuyla yüzünü yur, içindeki sıkıntıyı atardı. Yüreği iyice sırnaşık bir sorunla bunalıyor, söküp atamıyorsa, türkülerini, deyişlerini yanına alıp dağlara vururdu kendini. Çocukluğunu, gençliğini, erginliğini, mutluluğunu ve acılarını yaşadığı dağlara. Onun bir parçası olduğundan kuşku duymadığı, deresini-tepesini, otunu-çöpünü, ahlatını, alıcını tanıdığı dağlara. On binlerce metre karelik köy arazisinde ayağının değmediği, toprağını eşelemediği, yatıp yuvarlanmadığı yer kalmamıştı. Hele haziran-temmuz zamanı, efildeyen, dalgalanan yeşil deniz, buğday tarlaları. “Üstünde yatıp yuvarlanmayı, dünya güzeliyle yatağa girmeye yeğlerim,” dediği.
Türküler…ağuyu bal eden türküler...ilaçların en hası ve en hayırlısı türküler. Can alan, can veren, yerine göre sığınabileceği yoksul bir kulübe, yerine göre saltanat sürebileceği, balkıyan saraylara benzeyen türküler. Başına gelen büyük acılara, yıkımlara türkülerle; Pir Sultan’la, Derviş Yunus’la, Aşık İzzet’le, Veysel’le, Mahsuni Şerif’le ve daha yüzlerce ozanın yüreğinden süzülmüş deyişlerle karşı koyardı. Evvel Allah, türkülerin kendisini umarsız bıraktığını hiç anımsamıyordu. Ve hiçbir seslenişi yanıtsız kalmamıştı çok şükür.
Yine, dar bir gününde olduğunu düşünüyordu. Cin yükünün biriydi damadı. Söylediğini onamazsan sertleşir, önce alay eder, pes demezsen, büyük küçük demez saldırıya geçerdi. En başta da karısına ve çocuklarınaydı zulmü. Akşam yemeğine kusur bulmuş, azarlamıştı kızını. Konuşmanın sertliğinden ürken oğlan, “Ben doydum” deyip sofradan kalkmak isteyince, babasının ezici bakışlarıyla karşılaşmış, gözleri dolarak geri oturmak zorunda kalmıştı. Bu da bir büyük olarak boş bulunup, “Ev halidir yavrum, azına çoğuna bakılmaz, biz yabancı mıyız, fazla bile yapmış karın. Daha ne olacak?” demişti.
Sen misin kızına arka çıkan?
Böyle bir kadının babası olduğu için dizini dövmesi gerekirken, arka çıkmaya kalkışıyordu bir de. Büyük küçük demez haddini bildirirdi ya evinde konuk olmasına dua etmeliydi. Çocuğunun iyiliğini isteyen, aklı başında bir baba, kızına değil damadına arka çıkmalıydı. Lokmalar boğazına dizilmiş, aşağı inmemek için direniyordu. Kızı durumu fark etmiş su yetiştirmişti. Boğulmaktan zor kurtuldu. Sofradan kalkmayı düşündüyse de gerginliği çoğaltmamak için alındığını belli etmedi. Damadının, kavgaya hazır yüzüne bakmadan, “Bizim aklımız bu kadarına eriyor yavrum,” diye kapattı konuyu. Tırmanmayı önlemiş gibi görünse de içinde açılan boşluk giderek büyüdü. Yemekten sonra, TV dizilerinin izin verdiği ölçüde konuşmaya çalıştılar. Reklam aralarında, fazla ileri gittiğini düşünen damadının köyden, dağdan bayırdan söz ederek, o denli kötü biri olmadığını kanıtlamaya çalıştığını hissetti. Döşeğe girip bu sıkıntılı ortamdan kurtulmak istiyordu.
Kızı durumu anlamış, döşeğini hazır etmişti.
“Baba, uykun geldiyse yerini hazırladım,” dedi, ezik. Bu, yatsan iyi olur anlamına da geliyordu. Oturduğu yeri incitmeden kalktı. “Yatma zamanımız geldi bizim,” diyerek iyi geceler diledi oturanlara.
Yatak, rahatlatmak bir yana, sıkıntısının giderek artmasına neden oldu. Döndü durdu sert kauçuk yatak üstünde. Yün döşekten daha mı iyiydi ne? İçine gömülmüyordu adam, sağa sola dönmek daha bir kolay oluyordu sanki. Yün döşeklerin tümseği, çukuru olurdu. Bunlarda öyle bir şey yoktu. Asfalt gibi dümdüzdü. Yazın bunlarda, kışın yün döşekte yatmalıydı. Damadının söylediklerini usundan uzaklaştıramıyordu. ‘Bunun babası da böyleydi,’ diye geçirdi içinden. “‘Kara tavuk atan görünüyor öten,’ bire yavrum, baban ne kazandı da aynı yoldan şaşmıyorsun? Bir köyle kavga eder, asla kendinde kusur aramazdı,” dedi. Kimsenin suçu yoktu, kurda kuzuyu elleriyle teslim etmişlerdi. “Verir vermez pişman olduk ya ay bacayı geçmişti. Daha on altı yaşını bile bitirmemişti yavrum,” dedi. Aklı eski günlere kaydıkça, su içinde kaldı bedeni. Bir daha, bir daha döndü yatakta.
Rahmetli karısı olsaydı, konuşur dertleşirlerdi. Biraz onun suçuydu, kızın palaz pandıras bu herife sunulması. “Oğlan, edepsiz olmaya edepsiz de Almanya’da çalışıyor, parası pulu var. Yavrum bizim gibi sürünmesin, dilini tutar, bir eksik söylerse geçinir gider,” dediğini anımsadı. Evdeki hesap çarşıyı tutmamıştı işte. Hırgürleri bitmiyordu.
Görünürde uyku muyku yoktu. “Ben asıl çocuklara, torunlarıma yanarım,” dedi. Kız daha çok küçüktü, aklının bir şeye erdiği yoktu da sekiz yaşını yeni bitirmiş oğlanın ürkekliği, babasından kurttan korkar gibi korkması, hep tetikte, babam ne diyecek diye ağzına bakması ürkütüyordu onu.
Köy yerinde bile böyle zorbalık yoktu şimdilerde.
Ne yapmak istiyordu bu adam? ‘Sürdüm çayıra Mevla’m kayıra’ yöntemiyle çocuk yetiştiremezmiş, benim gibi? Yokmuş öyle yağma. Çocuk disiplinli olmalı, leb demeden leblebiyi anlamalıymış, babasının sözünden asla çıkmamalı, derli-toplu ve hep arkadaşlarından önde olmalıymış. Bir kez daha döndü soluna. “Ahh şimdi köyde olmalıydım,” diye inledi. Damadının görmesinden çekinse de yataktan bağını koparmak, balkonda biraz soluklanmak, geceye içini dökmek istiyordu...
Sabah, kapının zilini ilk çalan alt kattaki komşuydu.
Kimdi, sabahaca balkonda türkü söyleyip, şiir okuyarak onları uyutmayan adam? Komşunun, sıcak ve sevecen bakışlarından pek de rahatsız olmadıkları sonucuna vardı evin hanımı. Türkü delisi babasından söz edildiğini anlamıştı. Başından aşağı kaynar sular döküldü sanki. Akşam çok bunaltmışız garibi demek, diye düşündü. “Sabaha dek mi?” dedi şaşkınlıkla. “Evet” dedi komşusu. “Sabah ezanını da hocayla birlikte okudu ve sesi öyle kesildi.”
Evin hanımı, komşusundan özür dilemeye hazırlanırken, bu kez üstteki komşu indi merdivenlerden gülümseyerek. Onun tavrı biraz daha sıcak ve içten görünüyordu. Tarih öğretmeni kocası, “Kimmiş öğren, Anadolu’nun beş bin yıllık acısını, sevincini, kültürünü birlikte dillendirebilen o mübarek kişi demişti. Gece, pencereden uzanarak sesin sahibini aramışlar, sokak lambasının aydınlığında, onların balkonun da yaşlı bir amcadan başka kimseyi görmemişlerdi. Akşam konukları olup, onu bir kez daha dinlemek, elerinden öpmek istiyorlardı. Bilge demeleri ve sesiyle hem ağlatmış hem güldürmüştü onları.
Gözleri dolan evin hanımı, “Buyurun, başımız üstünde yeriniz var” dedi.
Her gün sabahın köründe kalkan baba, o gün öyleye doğru, dudağında bir türküyle yapıyordu kahvaltısını.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.