- 1519 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
balıklar ve karıncalar
Sabah olmuştu, tanıdık ve bildik sevecenlikte ümitli bir güne uyanmıştı. Şişmiş gözlerle banyonun puslu aynasına baktı, yüzüne ılık bir su çaprtı. Bu şiş gözlü halini sevdi, gülümsedi. Uyanır uyanmaz her zaman yaptığı gibi, ilk olarak salondaki akvaryuma koştu genç kadın. Acıkmışlardır, diye geçirdi içinden. Tam yeme uzanmıştı ki, göz ucuyla camla kaplı suyun içine dikkat kesildi bakışları. En sevdiği balıklardan biri daha ters dönmüştü. Henüz ölmemişti, solungaçlarında bir hareket vardı. Ama diğer balıklar didikliyordu yorgun gövdesini, ölmesi an meselesiydi. Hemen koşup balığı içine koyabileceği, daha evvel de yaralı balıkları korumak için kullandığı delikli şeffaf kabı getirdi. Hızlı ve biraz da telaşlı hareketlerle fileden yapılmış balık yakalayıcısıyla balığı kolayca yakalayıp kabın içine koydu. Hala bir umut vardı zavallı balık için.
Akvaryuma baktı üzülmüş gözlerle. Kızgındı diğer balıklara, bu kadar zalimce o balığa saldırdıkları için. Akvaryumun içinde gizliden bir yarış ve savaş vardı. Bütün balıklarda lider olabilme kaygısı, hep daha üstün olma çabası vardı. Hep olduğu gibi o tanıdık ve bildik kaide değişmiyordu. Gücü gücünün yettiğini yiyordu. İki balık vardı akvaryumda aynı türden. Biri dişi, biri erkek. Fakat dişi, erkeğin tüm çiftleşme çabalarına rağmen ondan hoşlanmıyor ve sürekli kaçıyordu. Erkek kızıyordu, sürekli yaralıyordu dişiyi. O türden başka balık yoktu akvaryumda. Başka dişiler vardı ama o balıkların türünden değildi. Akvaryumcudan o balığı alırken duydukları geldi aklına. Özel bir balık türüydü bu balıklar, kolay kolay eş tutmuyordu kendisine. Eş tuttuğunda da, eşinden başka kimseye bakmıyordu. Korktuğu başına gelmişti, tahmin ettiği şey olmuştu işte, birbirini sevmiyordu bu balıklar. Eş olamamışlardı. Dişi balık, erkek balıktan hoşlanmıyordu. Ve bu bir suçmuş gibi, erkek balık tarafından sürekli darbe alıyor ve hırpalanıyordu. Tıpkı insanların hayatına benziyordu bu akvaryumda olup biten dalavereler. İnsanların hırslarına ve özgüven kaygılarına yenik düştüğü anlarda yaptığı gibi, bu su dolu kabın içindeki küçücük dünyada bile, balıkların altı saniyelik hafızasına rağmen yine de ve hala devam eden bir iç savaş boy gösteriyordu...
Genç kadın birden annesi ve babasını getirdi aklına. Tıpkı bu balıklar gibiydiler. Mutsuz ve yalnızlardı. Annesi de yaralıydı tıpkı o balık gibi ve babası her zamanki fütursuzluğuyla nereye çatacağını bilmez halde hırçın ve bir tabancanın içindeki saçma kurşunlarına benziyordu. Evde her an kavga, gürültü çıkmaya olası bir hal vardı. Adım attıkları her yer sanki mayın tarlasıydı. Bu iki insan aynı evin içinde yaşıyor gibi görünselerde, aslında her ikisi de nefes almakta zorlanıyordu. Ama tıpkı akvaryumdaki balıklar gibi kaçamıyorlardı da birbirlerinden. İç geçirdi genç kadın. Sonra küçükken ölen balıklarını, hatta sokakta çatılardan oraya buraya düşmüş serçe yavrularını bulup gömdüğü geldi aklına. Küçükken ne kadar sevgi dolu ve ne kadar merhametliydi. Büyüdüğünde bu yetilerini kaybediyor olmalıydı insanlar...
Uyku mahmurluğu vardı yüzünde, bugün kendisini başkasının yerine koyacak durumda değildi, empati yapabilmek için fazla uykulu gibiydi. Bir zaman önce tanıştığı ve hayatına ustaca bir ’incelikle’ balıklama dalan o adamın söylediklerini düşündü. ’Anlamaya, önce karıncalardan başla!’ demişti adam. ’Karıncalardan başla...’ Ne demek istemişti acaba diye düşündü genç kadın. Empati yapmasını istiyordu adam. Ama bugün hiç de zamanı değildi bunun. Bugün çok yorgun hissediyordu hücrelerini ama öğrenmeye de aç gibiydi sanki. Denedi, zorladı kendisini. Karıncaları düşündü. Onlar hakkında sürekli izlediği belgesellerden biraz olsun bilgiye sahipti aslında. Örneğin dünyanın en güçlü hayvanları onlardı. Ağırlığının bilmem kaç katı yük taşıyabiliyorlardı. Ayrıca çok çalışkanlardı. En mükemmel mucizelikte donatılarak yaradılan yegane canlılardı karıncalar. Sonra bildikleri aklını tatmin etmemiş olacak ki, karıncaların peşine düşmeye karar verdi genç kadın. Onları anlamaktan yorulana kadar iz sürecekti. Öğrendikleri canını acıtana kadar onlarla empati kuracaktı. Çünkü biliyordu ki, anlamak için önce zorda kalmak gerekir, anlatabilmek için de önce anlamak gerekir. Bunu kendisine kanıtlamalıydı. Daha sonra bunu başarabilirse eğer belki insanların bu hoyrat ve karmaşık hallerine de bir anlam yükleyebilirdi. Empatiyi yaşam biçimi olarak seçebilirdi. Bunu geçmiş bir zaman diliminde acı da olsa fark etmişti. Empati anlaşılması zor bir dildi ama imkansız değildi öğrenmesi. Bunu yapabilirdi. Ama önce zorda kalmış karıncaları izlemeyi ve kendisinide zora sokmayı başarmalıydı...
İlk olarak karıncaların bu üstün gücüne ve azmine rağmen nasıl kolayca ayaklar altında ezildiğini düşündü. İnsanlarda da böyle değil miydi? Başarı her zaman başkalarının katı duyguları ve fesatlıkları ile karşı karşıya kalıp, çoğu defasında da lime lime edilip susturulmaya çalışılan bir şey değil miydi? Ezilmeye mahkumdu; başarısız ve özgüvenden yoksun her canlı tarafından, yok edilmeye ant içilmiş bir yemin gibiydi.
Sonra karıncaların yerine bir kez daha koymaya çabaladı kendisini. Herkesin devasa bir şekle büründüğü kocaman bir dünyada, küçücük bedenleriyle hayatta kalmak ne zor bir zanaatti. ’Bu imkansız!’ diye geçirdi içinden genç kadın. Ben devlerin gerçek manada olmadığı bir dünyada yaşıyorum. Herkes benimle aynı oranda ve kimse bir diğerinden üstün değil. Devlerin olmadığı bir hayatta, yalnızca kendisini dev sananların komik duruşlarını sergiledikleri bir dünyada yaşıyorum. Beni ezmek isteyenleri aklımla yenebilecek kadar güçlüyüm ama ya karıncalar? Akıl onlar için yeterli değil ve kim vurdu hortumuna her an kapılma korkusuyla hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Ya ben? Ne kadar benziyor olsak da birbirimize, onlar çok savunmasız ama insanlardan çok daha sağlam bir kalbe sahipler. Çünkü yılmıyorlar, her şeye rağmen savaşıyorlar. Bizim uzun hayatlarımız, onların kısacık hayatlarıyla nasıl boy ölçüşebilir! Onlar her an ölebileceklerini bilmelerine rağmen yaşam koşusunu hiç bırakmıyorlar, peki ya biz! Umudun bittiği yer dediğimiz ülke, onların coğrafyasında mevcut değil. Bunun önünde saygıyla eğilmekten başka ne yapabilirim!
Genç kadın karıncalar, insanlar ve hayat üzerine uzun uzun akıl yordu, düşünce boğdu ve yeni yeni tezler doğurdu içinde. Empati insana kim olduğunu hatırlatan veya kim olması gerektiği konusunda aydınlatan bir güneş gibiydi, her ne kadar çok fazla ışığına maruz kalınca canını yakmaya başlasada...
Sonra o adamı düşündü. Kimdi bu adam! Nereden gelmişti böyle; ardınca rüzgar çığlığı ve kuş ıslıkları ile birlikte... Neden güneşten kaçıyordu, hep arkasına saklıyordu bildiklerini. Oluruna bırakmak kimi zaman olasılıkları da yok ediyordu. Mesela birlikte içemedikleri sigaraları rüzgar bitirecekti, dumanı gözlerini yaktı birden olmayan halüsinasyon dumanların, genzi yandı. Biri bağırdı tedirgin; ’suya düşen ateş nerede?’ Genç kadın aniden irkildi. ’Ateşe düşen su damlası nerede?’ Bir adam sesleniyordu evet, kulak kesildi kadın. Şöyle dedi adam; ’bunu nasıl yapıyorsun? evet başardın sana anlatmak istediğimi. Ben buradaydım ve dinledim sayıklamalarını. Gözlerini sımsıkı kapatırsan geçecek sanıyorsun, lakin empati bulaşıcıdır unutma. Şimdi gitmeliyim. Sen bir türkü tuttur dudaklarına, giderken yakılan türküler de güzeldir . Ben bir yerlerde seni bekliyor olacağım..’
Kadın hiç şaşırmadı bu tuhaf duruma. Sanki adamın onu hissettiğini biliyordu. Zira o da adamı hissetmişti. Aradan kaç saat geçti bilmiyordu, bunları düşünürken içi geçmiş olmalıydı. Hava kararmıştı, akşamın o ağır bulutları çökmüştü üzerine. Birden karıncaların peşine düşmekten, akvaryumda can çekişen balığı unuttuğu geldi aklına. Hızla salona koşarken kötü bir sahneyle karşılaşmaktan korkuyordu. Akvaryuma yaklaştı, dikkatle eğildi. Can çekişen balığın sabah kımıldayan yüzgeçleri hareketsizdi. Çoktan gitmişti balık, artık burada değildi. Gözlerinden yaşlar süzülürken, balığı sudan çıkartıp bahçeye gömmek için kapıyı açtı ve merdivenlerden aheste adımlarla indi. Bir kaç öğünlüğüne karıncalar, belki balığın kısacık ömründen arda kalanlarla sebeplenirdi, kim bilir... Hayat dediğin zaten kaçınılmaz bir döngüden ibaretti. Bazı bitişler, bir başkası için umut ve yeni başlangıçlara gebeydi.
Diline ağıt gibi bir türkü aldı ;
’ne sen beni unut, ne de ben seni’
adam ve balığa seslenir gibi
...
fulya/haziran2011
YORUMLAR
Eskiden bir akvaryum vardı yattığım odada.
Babam her sabah gelir bakardı balıklara .
Aslında balık denecek kadar büyük de değillerdi ya.
Kurbağa yavrusu gibi küçücük ince biçimsiz şeylrdi.
Renkleri farklı,boyutları farklı idi.
Bir gece akvaryumun rezistansı bozulmuş.,
Babam üzgün bakıyordu suyun üzerinde cansız sallanan balıklara.
O günden sonra akvaryum dediler mi babam "yaaaaa " der.
"Onun hesabını nasıl vericez" der.
Dememek için .
Elimden geleni yaparım hayatta.
Karıncalar gibi feda ederek kendimi insanlara.
Selam ve saygı.
Empati kısmından sonra ruhum kasıntılar içerisinde damarlarımda isyanları başlattı..
Şu sevgi, şu kabul zamanı; ne kadar da değişik bir şey!
Ve red olunmalar...Redd-i bülbüller, kadınlar....aynalar...mutluluklar...
Öyle bir şeydi, yaşamak gibi yazmak ve yazmak da sayfada kalan...
Olsun..İçinde kalmasın yine de...Hikayesi kadar güzeldi yazı...Tabi memnun edeceği yer, senin aklın:)
Hürmetle ablacım...
Hayat karıncalar gibi değil ,karıncalarda bir şartlandırılmış refleksler var,kokular üzerinden bir güdümlenme ,yani canının istediği zaman ters dönemiyor,veya canının istediği zaman çekip gidemiyor,canının istediği gibi düşsel avuntularla sırt üstü yan gelip yatmıyor,Bunlar ancak bir yazarın kaleminde başkalışıyor ,özdeşleşiyor veya kendini karınca kolonisinin önüne atıp öldürüyor.
sevgiler