UCUBE
Ateşi bulmak insanlık için dönüm noktalarından biri olmuştu. Artık insanlar yiyeceklerini pişirerek yiyebiliyorlardı. Yanan ateşin etrafında homurtuya, hırıltıya benzeyen sesler çıkararak birtakım ritüellerde bulunuyorlardı. Bu ritüeller daha çok avladıkları hayvanların hareketlerini anımsatıyordu. Avcılar, avlayacakları hayvanları taklit ederek onlara daha fazla yaklaşıp onları kolayca avlamayı amaçlıyorlardı.
Ateşi bulan insanlar bir süre sonra toprağı ateşte pişirerek daha dayanıklı kaplar yapmayı öğrendiler. Daha iyi avlanmak için yaptıkları ritüeller bir süre sonra dansa dönüştü. Sert cisimlere vurarak tutturdukları ritimler müziğe…
Doğa karşısındaki hayranlıklarını ya da korkularını, doğanın onlara sunduğu nimetler için şükranlarını dile getirmek için taşları yontarak, balçığı yoğurarak heykeller yapmaya başladılar insanlar. Her şey çok değiştikten sonra bile bunları yapmayı sürdürdüler. Sonradan bunların hepsine birden sanat dendi.
Sabah yüzümü yıkarken saçımın uzamış olduğunu fark ettim. Saçımı kestirmeliyim dedim kendi kendime. Güzel güneşli bir gündü. Berbere kadar yürüdüm. Belediyenin yeni düzenlediği parkın önünden geçtim. Parkın bu yeni hâli eskisinden çok daha güzel olmuştu. Birbirine bağlanmış küçük havuzların her birinin ortasında fıskiyeler vardı. Yürüyüş yollarının kenarları mevsimi uygun çiçeklerle süslenmiş, birkaç heykelcik yerleştirmeyi de akıl eden belediye iyi iş çıkarmıştı.
- Hayırlı işler Ali Usta.
Sağ ol abi, hoş geldin. Epeydir uğramaz olmuştun.
- İş güç işte usta, haklısın uğrayamadık bir türlü.
- Hayırdır bir yanlışımız mı oldu? Yoksa tıraşımı beğenmiyor musun artık?
Abi övünmek için söylemiyorum ama ben bu sanata gönül vermişim. Sadece işim değil, nasıl söylesem hobim. Saçlara şekil vermek benim için büyük bir zevk. Ee artık bizim gibi düşünen berber pek kalmadı ya neyse.
- Yok canım olur mu hiç öyle şey. Senin ne kadar maharetli olduğunu bilmez
miyim?
- Sağ ol abim benim, ne içersin?
- Ee bir çayını içerim.
Ali Usta, meraklı gözlerle diğer koltuktaki adamı tıraş eden berberi izleyen çırağa seslendi:
- Oğlum, koş abine bir çay kap gel bakalım.
Çırak Ali’yi duyar duymaz yay gibi fırladı yerinden.
- Tamam usta.
- Abi sen çayını içedur, beyefendinin tıraşını bitirir bitirmez seni alacağım.
Çayım geldi, sabah sabah çay çok iyi gelmişti. Sehpanın üzerinde bir yığın
gazete duruyordu, göz ucuyla şöyle bir baktım, bir haber gözüme ilişti:
“ ‘Ucube’yi yıkmak bir buçuk ay sürdü.”
Ucube dedikleri şey bir heykeldi; kardeşlik heykeli. İki ulus arasında yüzyıl kadar önce yaşanmış kötü bir olayın acısını hafifletmek, iki ülke arasındaki gerginliği azaltmak adına siyasilerin yapılmasına karar verdikleri bir heykel. Yapımı uzun bir zaman almıştı. Otuz beş metre yüksekliğindeki bu devasa heykel dikey olarak ortasından ikiye ayrılmış bir insan figürüydü. İkiye ayrılmış tek bir bütün. Bu iki insanın ayaklarının ucunda göz yaşını sembolize eden figürler vardı.
Yetkililer iki ülke arasında aslında geçmişte nasıl bir bağ olduğunu, sonradan birileri yüzünden bu bağın koptuğunu bu heykelle anlatmak istiyorlardı. Bir anlamda karşı tarafa gül dalı uzatıyorlardı.
Heykelin yapımı birkaç yıl sürdü. Henüz bitmemişti. Heykelin yapımını başlatan belediye başkanı hükümetin partisindendi. Ama sonraki seçimlerde o partiden aday gösterilmemişti. Bu arada siyasette dengeler de değişmişti hani. Artık gül dalına filan gerek kalmamıştı.
İşte bu günlerde hükümetin başının yolu o şehre düştü. Şehir 1957 yılındaki nüfus sayımına göre 70 bin nüfusluydu. Aradan kırk yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen hâlâ aynı nüfusa sahipti. Son sekiz yılda şehirde yapılan en büyük yatırım (!) bu heykeldi. Oysa şehrin birçok sorunu vardı. Belki de halkın sorunları dile getirmesinin önüne geçmek, partisinden ayrılan eski belediye başkanını iyice al aşağı etmek, öte yandan sınırın diğer yanındakilere de mesaj verme adına bir formül bulmuştu hükümetin başı.
Kürsüden halka seslenen hükümetin başı hitabet yeteneğini konuşturuyordu. Sonunda öyle bir söz etti ki hem o şehir hem tüm ülke günlerce o sözü konuştu durdu. “Bu güzel, tarihî, serhat şehrimize böyle çirkin bir “ucube”nin yapılması bu şehre de, bu şehirlilere de büyük bir saygısızlıktır.”
İyi de ne olacaktı bu ucube?
Günlerce gazetelerde, televizyonlarda bu sözcük tartışıldı. Bu heykel, bir sanat eseri miydi, yoksa bir ucube miydi? Sanatçılar bu sözcüğe karşı geldiler. Ülkenin batısındaki bir belediyenin başkanı ucubeyi kendi kentlerine taşımak istediyse de ucube o kadar büyüktü ki taşıma imkanı bulunamadığından vazgeçildi. Kimileri yazık devletin parasına dedi. Kimileri; “Evet bu ne böyle, ucube gibi bir şey! Böyle sanat mı olur? Tüküreyim bunların sanatına!” dedi. Birçok sanatçı, siyasetçi heykeltıraşın yanında yer aldı. Gelip heykelin önünde eylem yaptılar.
Her ağızdan bir ses çıktı. Ama karar verilmişti. “Ucube” yıkılacaktı. Nihayet iş makineleri gelip heykeli yıkmaya başladılar.
İşte gazete bunun haberini veriyordu. Heykeli parçalara ayırıp taşımak bir buçuk ay sürmüştü. Günlerce gündemi meşgul eden ucubeden artık kimse bahsetmez olmuştu. Gündemi dolduracak yeni kavramlar çoktan bulunmuştu.
Gazetedeki haberi okurken aklıma yıllar önce okuduğum bir öykü geldi. Bizans döneminde daha önce kutsal sayılan ikonaları imparator kırma emri vermişti. Ülkenin iç bölgesindeki kimi keşişler bu emre karşı gelmiş, yer altı şehirlerine ikonaları kaçırmış, kendileriyle birlikte orada saklamışlardı. Öyle ya kutsal olarak kabul edilen ikonalar birden bire bir buyrukla nasıl kutsiyetini kaybediyordu? Öyküde bu olaydan hareketle inanç- inançsızlık sorgulanıyordu.
Ali’nin sesiyle irkildim.
- Abi buyur, sıra sende.
Kalkıp berber koltuğuna oturdum. Kendimi Ali’nin hünerli ellerine teslim ettim.
Artık ortaya bir sanat eseri mi çıkardı yoksa bir “ucube” mi, bilmiyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.