17
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1370
Okunma
Zeynep Hanım, oturduğu divandan yavaşça kalktı; titreyen bacaklarıyla balkon kapısına doğru yürüdü, kapıyı açıp dışarı çıktı, balkon demirine tutunup karşı dağları seyretti bir süre. Dağlarda tek tük ışıklar yanmaya başlamıştı. Güneş ufkun ardına saklanmış, yerinde mor bir kızıllık peyda olmuştu. Bir süre mor kızıllığa daldı gözleri. Dünü ve bugünü düşündü…
Annesinin öldüğü yaşa gelmişti neredeyse Zeynep Hanım. Annesini düşündü… Bıkıp usanmadan her sabah işe giderken ve her akşam işten gelince annesini ziyaret etmeyi hiç aksatmaz, annesi üzülecek diye ödü kopardı. Öyle alışmıştı ki annesi, Zeynep’in ziyaretlerine, bir gün gelmese, ertesi gün Zeynep geldiğinde, “Bugün canım çok sıkıldı, ünüm çıkasıya ağladım.” Derdi yalnızlığını anlatmak için.
Oysa yalnız değildi Zeynep’in annesi. Zeynep’ten başka dokuz çocuğu daha vardı ve o hep Zeynep’i beklerdi.
Zeynep Hanım derin bir iç çekti. “Ben de mi ağlasam anam gibi” dedi içinden. Balkondan aşağıya, yolda oynayan çocuklara baktı. Akşam karanlığı olmasına rağmen oyun tatlı gelen çocuklar içeriye girmek istemiyordu. Kendi çocuklarını ve torunlarını düşündü bir süre.
“Hayat ne garip, besle, büyüt; hepsi çil yavrusu gibi dağılıp gidiyorlar. Anamı gün aşırı ziyaret ederdim; ama şimdi beni bayramdan bayrama ziyaret edenler sayılı.” Diye iç çekti.
Tekrar içeriye girdi, mutfağa yöneldi. Yine akşam olmuştu ve iyi kötü karnını doyurması gerekiyordu. Buzdolabının kapısını açtı. Bir süre buzdolabına göz gezdirdi. “Bugün ne yesem acaba?” diye düşündü. Dün akşam çorba yapmıştı, bugün canı çorba yemek istemiyordu. Yoğurt kâsesini eline aldı, sebzelikteki kirazlardan da bir avuç alıp buzdolabının kapısını kapattı.
Kirazı yıkamak için çeşmeyi açtığında su bulanık akıyordu. Hemen aklına geldi… Az önce ekmek almaya giderken köşedeki dozerlerin yolu kazdıklarını hatırladı. “Belediye yine ya alt yapıyı onarıyor, ya da su arızası var.” Dedi. Suyu biraz boşa akıtıp durulmasını beklemeyi düşündü ama çabuk vazgeçti. Çünkü israfı hiç sevmiyordu Zeynep Hanım. Banyoya gidip su kovasını aldı, su duruluncaya kadar kovaya akıttı. Dolan kovayı taşımak için bütün gücünü kullanıp balkona çıkardı. Çiçeklerini özenle sulayıp, bir taşla iki kuş vurmanın sevincini yaşadı bir an. Sonra kovanın içine attığı iki kirazın birini ağzına attı. Önde kalan iki dişiyle tavşan gibi çiğnemeye çalıştı ama olmuyordu, ağzında bir sağa, bir sola döndürdükten sonra çiğnemeden yuttu.
İstemeyerek de olsa çiçeklerinden ayrılıp mutfağa girdi. Yoğurttan bir kâse ayran yaptı. Masanın üzerindeki ekmeğe uzandı eli; ekmeği ucundan koparacağı sırada kızının sesi kulaklarında çınladı; “Ekmeğin kuyruğu benim olsun anneee!” dediğini duyar gibi oldu. Kızı ekmeğin ucunu kimseye vermez, ekmeğin kuyruğu benim diye bağırırdı hep. Burnunun direği sızladı… Sarı kızını gözünün önünde ekmeğin ucunu koparmış iştahla yiyorken hayal etti ama sadece hayaldi bu(!) Sanki hemen çıkıp geliverecekmiş gibi bir an kapıya baktı. Yoktu gelen giden. Yoktu. “Acaba ben de anam gibi ünüm çıkasıya ağlasam, bir gelen olur mu?” dedi kendi kendine. Ayranını yaptı, ekmeğini doğradı. Küçük tepsisine koyup odasına götürdü.
İşte yine garip akşamlar oldu, her yuvada bir kuş çırpınmakta. Kiminin kanadı kırık, kiminin beli bükük. Kimi de yalnızlardan bir yalnız…
İşte yine akşam oldu.
Emine UYSAL /20.06.2011