15
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1532
Okunma

Rayların sıcak, esnemiş ve paslı görüntüsünü silen kıpırtıydı gözüme çarpan devinim.... Ölmüş serçenin kanatlarından tutan yüzlerce karınca... Bir tanesi ile göz göze gelişimiz zor olmadı... Bedeninin yüzlerce katı büyüklüğündeki canı taşıması ona onur veriyordu... Serçeyi yemek için değil raylarda defalarca ezilmemesi için taşıyorlardı... Erdem! Bazı insanlarda hiç yokken, sanırım onlarda da var.
Güneşin şakağıma değen sıcağı, rayların üzerindeki kızıl kıyameti bir kat daha çoğaltırken, ben bu tablonun neresindeyim dedi içimdeki insanın uyanan kusursuzluğu… Karınca ordusunun ayaklarımın dibinden vefa töreniyle geçişinde bir şeyler eksikti sanki… Serçenin ezilmişliğindeki siren seslerinde kalmıştı aklım…
Gözlerimin önünde canlanan perdenin arkasındaki gölgenin sahibi bir kadındı… Sokağın başında lambası en cılız yanan gecekonduda oturuyorlardı… Apartmanın altıncı katındaki bir yaşamın o gecekonduda oturan hikâyeye dokunuşuydu belki de önsözü olmayan bu kıvranışın özü…
Ben her sabah anneciğimin yanaklarıma koyduğu ve saçlarıma yağdırdığı şefkat ile okula giderken, onun kapı önünü süpürürken ki görüntüsü “haksızlık ama” dedirten iç ses hesaplaşmasını yaptırırdı minik yüreğime…
Adı Esna, sanı ezilen yüreğinin gölgesinde güneşler doğuran masaldı o!... Geceleri pencerelerini tam örtmeyen perdenin arasından, gölgelerin birbiriyle düellosuna şahit olurdu gözlerim… Kocaman bir el, savunmasız o gölgenin gözlerini ganimet sayıp kendine yakardı hep… Yaktıkça pis bir kahkahanın kovuğuna dilerdi lime lime olmuş yüreğin korkularını ki ertesi güne o arsız iştahı yeniden uyansın…
Adı Esna, ruhu ne geleceğini gören ne de dünden kendini alabilen ay vurgunuydu… Çocuklarının gamzelerinde nefes alan bir sus yetimiydi… Gözlerine ne zaman gözlerimi değdirsem yangınlar çıkıyordu nasırlaşmış suskusunun telinde…
Kapı eşiğinde pirinçleri ayıklarken aslında hüzünlerinin arasında umudu arayan buğulu pencereydi o!... Ayıkladığı pirinçlerin içinden çıkan her taş onu umudunun dağlarına savuran bir kanattı… Yavrularının avuçlarını öptüğü her an onun saçlarındaki tellerin anne anne atan nakaratını beslerdi… Çünkü her gece anne yüreği, insan yanı ve kadın rengi solardı kocaman elli gölgenin kan çanağı gözlerinde...
Bir gün çığlık koptu gecekondunun ahşap kapılı duvarlarında… Gölgesine esir rüzgârların barındığı odasından geliyordu çığlığın cılız cefası… Esna bir önceki gün kapı eşiğinde umutlarını ayıkladığı yerde yatıyordu… Kanatları kırılmıştı… Göğe, kuşların kanatlarındaki özgürlüğe bakan gözleri mor bir hüznün kâinatına soyunmuştu… Nefes alışverişindeki iç burkucu yalnızlığı taaa yüreğimin odalarında yankılanıyordu…
Etrafı dolduran sağır gölgeler baş gölgenin yansımasıydı sanki… Kimse kıpırdamıyor sadece izliyordu kendi utançlarına bandıkları tekrarı !... Esna’nın etrafında iki çift minik el, anne feryadına sarıyorlardı korkularını… Güçleri yetmese de onu oradan çekip ruhunun daha fazla üşümeden sonsuzluğundaki huzura taşımak istiyorlardı… Çocukların gözlerindeki yaş, yüreği yaşamsızlığın topraklarında kurumuş kadına damlarken, solmuş gamzesindeki o umutsuz çukura doluyordu yavaş yavaş… Ve kadının yanaklarında son bir tebessümün tozu salınıyordu sanki!...
Sonra aklım karıncaların serçeyi taşıdıkları raylara takıldı… Karıncaların bacaklarında ki derman, annelerini sonsuzluğuna taşımak isteyen çocukların yüreklerine akıyordu sessiz sessiz…
Ve o sessizliğin kağıttan duvarlarını yakıyordu bir kibrit çakımı ağıtlar !...
K/adın Esna
yalnızlık akıtır salyasını
k/adının güneşe meftun gülüşüne
sahi!
şavkının kevser gölgesinden tutunan kimdi Esna…
soruların kovuğunda palazlanırken
uzatmalı imgeler
zılgıtın zulasıyla halvet olur
marazlı rüzgârların kıstırılmış ıslıkları
evrenin saçlarındaki nem kadar
sızısın şimdi
hadi! Esna
kendini doğur yandığın yerden
gönlünün tespihine mıhlanan inleyişler
hüzne redif öykünmeler doğurur
bak!
süngülenmiş düşlerinin saçları dökülüyor
kanadığın yerden kana kana
sus Esna…
ılgıt ılgıt sönen mumlar
kirpiklerinin yasak suretinde kırbaçlar gönlünü
dur ! artık
kerahet vaktinin perçeminde
gecenin rahmine düşer
ebabillerin attığı taşlar
genzinde göğü millenmiş sayıklamalar
tutar zülfünün epik sahrasından
say ki!
beyhude ahlar süpürüyor kumdan kalelerini
söküldüğün yerden yana yana ıslat toprağını
ıslat Esna…
sessiz ol yaşam!
kadın k/özüne sorgular savuracak
sonra
kutsanmış bir öykünün can suyuna
kurgusu umut dolu dualar sağacak…
Mehtap Altan