- 903 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Eyvah!
Rasgele seçilmiş bir zaman dilimiydi; gecenin herhangi bir noktasından herhangi bir yerinden çekilip alınmış minicik bir zaman parçası.
Bu zamana kadar kıyıda köşede biriktirdiklerimi, zor bela zapt ettiklerimi salıversem ulu orta sanki cümle âlem boğuluverecekmiş gibiydi.
Durduk yerde, beynimi dört yandan kuşatan onlarca, yüzlerce, binlerce ve hatta milyonlarca düşünce, içime türlü vesveselerini saladururken, köşeye sıkıştırılmış canımı kurtarmanın bir yolunu bulmaya çalışmakla uğraşıyorum bu ufacık zaman parçasının içinde.
Sessiz sedasız, uzun ve soğuk bir kış gecesinde aylak aylak dolanadururken, sokağın birinde kendimle karşılaştım; uzun uzun süzüyorum önce tepeden tırnağa… Boyum posum, kaşım gözüm, tipim, suratım…
Sonra; yaylım ateşine başlıyorum, ‘neden’ler , ‘niçin’ler, ‘keşke ‘ler, ‘ah’lar, ‘vah’lar… Liste uzadıkça uzuyor.
Onca soruya rağmen hiçbir cevap yok! Ele avuca gelecek sağlam hiçbir cevap…
Yolun yarısını heba mı ettik dersin ya da telef ettik?
Bedenim uykunun esareti altına gireli epey oldu ama ruhum uyumamakta diretiyor beraberinde kan çanağına dönmüş bir çift göz…
Çekip gidişinin ardından yıllar geçti, dönüp de bir baktığımda, daha yarım saat önceydi sanki! Bazen düşünüyorum da öfkemizin tavana vurduğu anlarda dahi, ağzımızdan tek kelam çıkmamalı, çıkamamalı; yoksa alemi kırıp döktükten sonra özür dilemenin ne alemi var ki? Söylenecek onca güzel söz varken nasıl da beceririz en lüzumsuzları sarf etmeyi, kaşla göz arasında çekip çıkarırız milyonlarca sözcük arasından en kırıcılarını!
Saman alevi gibi öfkelerle, anlık savunma duygularımızın avuçlarında kuklalaşıp sonra da nasıl katlanırız ömürlük cezalara?
Her şey o küçücük zaman parçalarında olup bitiveriyor. Akıl başa devşirildiğindeyse onlarca sene çoktan çekip gitmiş oluyor. ‘Eyvah!’ diyoruz ama…