- 411 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 100
100] Aslında dinsel otoriteci tema iki bakımdan gerekli idi. Bir ümmetçi yapılanma içinde gelen yapının, duyup anlayacağı en temel harekete geçirici sembolizmdi bu. Bir durum karşısında birden ortak amaçlı birlikler oluştururdu. İkinci neden de, haldeki toplumsal otorite, teokratik yönetimli yapısı nedeniyle; bir toplumsal otoriteden bir de inançsal (şeriatçı) otoriteden, yani; iki ayrı otoriteden oluşuyordu. Biri dini otorite, diğeri de günlük somut olan deneyimsel nesnel otorite idi. Bu yüzden halka dini teme üzerinde seslenilmesi bir zorunluluktu. Gazi hazretleri, Rauf Orbay, Rafet Bele, Raif Dinç gibi birçok isimler bu bilinç ve bu gayretin içinde idiler.
Bu ve buna benzer birçok öncelikle, yerel kurtuluşları öne alan ve sonra da, aşama aşama mümkün oldukça genel kurtuluşları sağlamayı amaçlayan bu dernekler, Müdafaayı Hukuk derneği adı altında birleştirildiler. Böylece direnişçi, nokta örgütlenmeleri bir üst çatı koordinesinde hukuki, meşruiyetçe zeminleri sağlanmıştı.
Artık bu üst yapı, en küçük birimlere değin bir ağ bağı ilen iletişken örgütlenme idi. Bunların temel felsefesini, Gazi ortaya koyacaktı: ’hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh ki tüm vatandır’ diyerekten çekim alanını ortaya koyacaktı. Özel amaçlı direnç eşilmeleri, genel amaçlı dirençlere dönüştürdü. Geleceğin plânını bir çırpıda ortaya koyup, bu örgüt; umutsuzluğun umudu yapılmıştı.
Burada önemli olan Müdafaayı hukuk örgütü ile yapılanların meşruiyetiyle savunulur olmasıdır. Yapılacakların meşru ve hukuki olmasının öngörülüyor olması; çok belli bir dikkat çekiciliktir.
Bu örgütün adı, o günün genel çoğunluğunun arzusu ve ufku dahilinde olan, çoğunluğun eğilimlerine çok uygun olan; ’hilafeti sultaniye’ de olabilirdi. Bu isim o günün genel anlayış ve konjonktürüne çok çok uygundu. Hâlbuki böyle bir isim koyulmamakla şerri hükümlerinde ilgasını ön gören bir duruşun belirtisi idi. Böylelikle, alıntılama da olsa, Müdafaayı Hukuk örgütünün zımni amacı içinde, laik hukuk yasalara yönel ineceğinin şifrelenmesiydi. Belki de o günkü günün tartışmalarının bir bilinç koyuşu idi. Ufuktaki belirmenin şekli şemalı, kurucu kadrolara herkese anlayabildikleri ve anlayamadıkları kadarla telkin ediliyor da olmalıydı. Çünkü ad konusu çok hareketli ve çok hararetli tartışılmıştı.
Bir İslami şura toplansa ve toplantı sonunda, adını demokrasi şurası koysa. Buradan ne çıkarırsınız? Artık bu şuranın kararlarının İslami olmaktan çok insani olacağını zımnen de olsa çıkarmaz mısınız?
Kendi konjonktür selliğini baş edemeyenler, ancak Atatürkleri teşhis etmekle meşguldüler! Ve bu insanlar, ancak kendi işini başaramayınca, böyle boş sözü ortaya koyarlar. Bunu da kendi çaplarında başardılar da! Durumdan vazife ile iş edindiler! Oysa zaman, iyi de olsa, kötü de olsa geriye doğru işleyemezdi.
Birde benim kendi kişisel pratik deneyimim şudur: İnsan bilmediğinin körü körüne düşmanı olmakta. Çünkü bilen insan, o karşı olduğu tutumun tezini ve söylemini ele alıp, karşı tez ve sentezleri, ortaya koyardı. Değilse hemen, anlayıp dinlemeden; ’efendim oralarda dinsiz, imansız yetişiyor’ lafına önyargısına inanıp, bayrak elde yürünmezdi. Üstelik buralar güncel eğitim kurumlarıydı. Din iman işleri için kurulmamıştı. Din iman eğitimi işi, bin yılların oturması ile cami ve külliyesi dâhiliyesindeydi
Bu kıyası kitlelerin akıl ettiği pek söylenemezdi. Eğer yaygaracı tahrikçiler söylemlerinde samimilerse ve halkın da aydınlanmasını isti yordularsa; Kapattıkları köy enstitülerinin karşılığında da, daha iyisini ve daha hayırlısı ne ise, o seçkiyi ortaya koymazlar mıydı? Nitekim konacaktı da. Güncel olmayan, bin beş yüz yıldır bu ülkede var olanın yeniden ihyası idi: Kuran kursları ve imam hatipler. Ve de ilahiyat fakülteleri ve İslam enstitüleri idi! Hâlbuki bunlar yüzyıllardır yapı içinde sürüp gelen, hiçbir toplumsal dinamikleri olmayan, halk gelenek görenekçileri içinde, üretime dek faydası bulunmayan yapılardı.
Bunların neresi yeni idi? Bunların neresi değişen dünya çehresindeki değişmeye, düzgünce bir okuma ile verilen cevaptı? Bunların ikamesi ile nasıl bir karizma ve liderlik ortaya çıkarılabilirdi? Bunlar zaten yüzyıllardır var olup gelen sıradan halkın etnik yapısından kaynaklı ve halkı murakabe eden süreçlerdi.
Kitapları suçlu göstererek yasaklayan değerli politikacının da, ben; o kitapları okuduğunu, o kitapların içeriğini bildiğini, hiç mi hiç, sanmıyorum. Çünkü yasak olacak kitapların ( ki kitapta yasak olmamalı, yanlışın kendisi, elenirdi) içeriğine ilişkin, bir tek sözü örnek gösterip eleştirmemiştir. Kitaplara ve içeriğine ilişkin, en ufak bir bilgi ve cümle söyleyememiştir.
Söyleyemez de. Nedeni basit, gerici güçlerin, feodal ilişkilerin destek işbirliğini üzerine alan kişiler, aydınlanmaya mutlaka karşı olurlardı. Amaç halk uyandırılmasındı ki kurulu çıkar ilişkileri demi devranını devam ettirsindi. Bu kitaplara karşı oluş değil, ışığa, akıl koyuşa, aydınlanmaya, uyanmaya ülkenin geleceğine ve bekasına karşı oluştur. Doğudaki yurttaşlarımız feodalizm ve şeyh, şıh tekke, tarikat cemaat zaptı raptı altında diyerekten; sağdan sola, tüm partilerimiz; kendilerine tulum çıkaran oy deposu oluşun, taraftar aşiretlerini yaratmadılar mı?
Şimdi de, bunun ceremesini tüm ülke çekiyordu! İşte Atatürk olucu liderler, ’çok partili hayata’ da geçseler, ’yeter söz milletindir’de deseler, ’büyük Türkiye’ de deseler, ’yeniden büyük Türkiye’ de desaler; ’serbest ekonomi’de deseler; tümü kendi kısır anlayışları doğrultusunda yapılanlarla bir değişmenin aldatılması oluyordu. 70 yıldır oynana komedi budur.
Demokrasiyi böyle anlamış, böyle uygulanmasına ses etmemişler, aksine bu gidişten yararlanmışlardır. Bunun pratikte belirmesi, dolandıraraktan ’yasak yayınlar’, ’kökü dışarıda düşünceler’ denişlerle kitap üstünde tecelli ediyordu. 12 Eylülün en büyük yanılgılarından (zulümlerinden) birisi de bu kitap yasakçılığı idi. 12 Eylül bu yasağın, sadık bir takipçisi olacaktı.
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.