12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1122
Okunma

Dallardaki meyvaların kokusunu hala hatırladığım bir yazdı. Sabah sürüler köyü terkederken uyanır, bir süre aylak aylak avluda gezinirdim. Bana iş verilmezdi. Alınmazdım. Sedire oturur, duvar boyunca yükselen asmayı seyrederdim. Arada anneme salkımlarının ne zaman olacağını sorar, ondan avludaki üzümlerin yenmeyeceği cevabını alırdım. Bu da üzmezdi beni, bağdakilerden bolca yiyordum nasıl olsa.
Evi annem yönetirdi. Bağbozumunu tuttuğu işçilerle beraber yapar, üzümleri ezilmesini bizzat kendisini kontrol eder, ham şaraptan ilk kendisi tadardı. Fıçıları genelde yakındaki Aziz Alto manastırına satardı. Manastırın kendisine ait bağlar da vardı ama bana söylenmeyen bir sebepten ötürü annemin şaraplarını da alırlardı.
Şarapların karşılığında eve arabayla erzak gelirdi. Manastırdaki genç rahiplerden biri katırının çektiği arabasıyla avluya girer, yardımcısıyla beraber çuvalları boşaltırdı. Yaşım küçük olduğu için benden yardım istenmez, bu da katırla başbaşa kalmamı sağlardı. Büyük bir hayvandı. Korktuğumdan fazla yaklaşamazdım. Annem ondan uzak durmam konusunda epey gözümü korkutmuştu. Ben de şimdi ona dokunmaya cesaret edemiyordum. Sığırlardan farklı kokuyordu. Gittikten sonra bile avluda kokusu kalırdı. O genç rahibe niye katıra binmeyip de onu arabaya koştuğunu sormak isterdim. Bir katırım olsa, ona binsem, uzak yerlere gitsem...
Çeşitli hasatlar oldukça manastırdan araba gelmeye devam ederdi. En son da odun getirirlerdi. Ama daha bağbozumuna da, odun getirmelerine de çok vardı. Mevsim yazdı, etraf meyva kokuyordu. Ben ise oyun oynamak istemiyor, sedire uzanıp katıra binip gittiğim uzak ülkelerin hayallerini kuruyordum. Gökte ara ara beyaz bulutlar geçiyor, o bulutların uzaklardan geldiğini ve yine uzaklara gideceğini düşünüyordum. Bir katırım olsa belki onları takip edebilirdim.
Uzandığım yerden, giderek yaklaşan bir ses duydum. Birden çok ağızdan çıkıyor gibiydi. Yaklaştıkça çığlıkları, bağrışmaları ayırt edebiliyordum. Annem evin avluya açılan kapısında belirdi. Korkuyla avlunun kapalı, iki kanatlı kapısına doğru baktı. Gürültü gelmiş, avluya dayanmıştı. Açmamızı söylüyorlar, kapıyı yumrukluyorlardı. Annem bana içeri girmemi söyledi. Korkmuştum ama içeri de girmek istemiyordum.
“İçeri gir kahrolası!”
Bana ilk defa küfrediyordu. İlkin donup kaldım. Sonra usulca içeriye geçtim. Ama çok geçmeden yine kapının ağzından olan biteni seyrediyordum.
Avlunun kapısına yüklenmeye başladılar. Annem kımıldamadan duruyordu. Eski kapı daha fazla dayanamadı, kanatları açılıp güruha yol verdi. Göremediğim biri bağırdı:
“İşte cadı burada!”
Bir anda etrafını çevrelediler. Ellerinde yabalar, tırpanlar, baltalar vardı. Anneme bağırıyor, hakaret ediyorlardı. Ama belirli bir mesafeyi de koruyor, ona dokunmuyorlardı. Birden sessizlik oldu. Kalabalık kenara doğru çekildi. Görüş alanımı annem kapattığından kimin geldiğini tam olarak göremiyordum ama siyah bir cübbenin eteklerini farkedebildim. İki yanında da parlayan zırhlı tozlukları olan adamlar vardı.
Sessizlik içinde tanımadığım bir ses:
“Marguerite Laporte!” dedi, “Büyücülükle, şeytanı çağırmakla, onun kullanıp manastırdaki rahiplerin aklını çelmekle, onları yeminlerini çiğnemeye zorlamakla ve fahişelikle suçlanıyorsun.”
Annem bir şey demedi. Askerler koşup kollarına girdiler. Kalabalık tekrar bağrışmaya başladı. Askerler avludan çıkarken bazıları koşup geldiler. Beni bir kenara itip evimize girdiler. Ellerine ne geldiyse kucakladılar. Annem geri döndüğünde aldıklarını verirler zannediyordum, vermediler.
Herkes gittikten sonra bir komşu geldi, beni alıp evine götürdü. Birkaç gün sonra da başka bir manastırın yetimhanesine teslim etti. Uzun süre annemin geri döndüğünde beni bulamayıp meraklanacağını düşündüm. Sonra bir gün rahatladım. Nerede olduğumu ona komşu kadın söylerdi.