- 747 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Yazgı
Bir an kahkaha atmak geldi içimden;ama kahkaha atmanın anlamsızlığını ve onun yüzündeki o egzotik ciddiyetliği sezince nedense,vazgeçtim hemen.Vazgeçmek zorunluluğu hissettim ya da. Marko’yla tanıştığımdan beri, beyin hücrelerimi durmadan didikleyen,yoran fuzuli fikirlerden sonra, bir Osmanlı şamarı gibi gelmişti adeta bu yanıt: ’’ben senin yazgı’nım’’, ne demek oluyordu bu şimdi.Her şey anlamını yitiriyordu sanki o an.Karşımda bir adam,hayasızca ben senin yazgı’nım diyor.Bu defa kendisine yönelttiğim soruları içimden altını çizerek tekrarladım.
Kim bu adam?
Nereden geldi?
Ben bu soruların cevabını veremiyordum ne yazık ki,bir boşluk olarak kalıyordu öylece kafamın en ücra bir köşesinde. Birden ‘’iyi misin Hamdi’’ diye bir ses kulaklarıma dokundu.Kendimden geçmişim.
Hiç düşünmeden,evet iyiyim. Aslında hiç iyi değildim;ama ona,yani yazgı’ma inat iyiyim diyordum.Ona yansıtmamalıydım bunu. Bekle burada Marko,üç saat sonra geleceğim. Sakın,hiçbir yere ayrılma.Sadece beni bekle,yeter deyip ayrıldım oradan.Ayrılır ayrılmaz yanından,koşmaya başladım.Nereye koşuyordum onu bile bilmiyordum,ama koşuyordum işte,tıpkı Robert Zemeckis filminde nedensiz koşan başrol oyuncusu gibi.Nedensiz koşuyordum.Ve aptalca geliyordu belki de bu durumum aralarından geçtiğim insanlara.İşte tam o esnada ‘’sadece aptalca davrananlar aptaldır’’ sözü yetişiyordu imdadıma.Kendimi toparlamalıyım bir an önce.Saniyeler, içi boş dakikalara dönüşmesine rağmen hâlâ koşuyordum.Laleli’nin eskimiş tabelaları,Aksaray’ın gece mesaisine kalan orospularını çoktan geride bırakmıştım,ancak her şeye rağmen koşmak geliyordu içimden.Koşmak…
Birden sağ tarafımda ve ilk defa gördüğüm bir kitapçının giriş kapısının camına benim olduğum yerden bile görünebilen bir yazının asılı olduğunu gördüm ve durdum.Durmam gerektiğini düşündüm sadece.Nefes nefese kalmıştım;ama önemsemiyordum sanki.Bütün bu yaşadıklarımın müsebbibi belki de o kâğıtta yazılandı. O kâğıtta aynen şu yazıyordu: Yazgı’nıza mağlup olmak istemiyorsanız Suç ve Ceza’yı okuyun.İlk bakışta yine aptalca geliyordu bu yazı bana. Bir o kadar ahmakça.Yazgımdan kaçıyordum çünkü. Ama peşimi bırakmıyor,beni izliyordu adeta.Ya gerçekten doğru söylüyorsa Marko.Hemen aceleyle o kitapçıya doğru hareket edip, içeri girdim.
Dostoyevski’nin o kitabını alacaktım;ama nasıl isteyeceğimi bilemiyordum.Hiçbir zaman kitap almamıştım hayatım boyunca,çalmak dışında.Kitap satın almak, çalmaktan daha meşakkatli bir iş olduğunu ilk defa burada anladım. Çalmak kadar zevkli gelmiyordu satın almak .Bütün cesaretimi toplayarak, Suç ve Ceza alabilir miyim, diye seslendim, dükkânın en arka bölümündeki kıza.Etrafta da başka kimse de yoktu onun dışında.Sesimi işitmemiş olacak ki,bana doğru gelerek,’’tekrar eder misin duyamadım da’’ der gibi baktı gözlerimin içine.Fırsat bırakmadan, Suç ve Ceza alabilir miyim, diye az önceki seslenişimi duymadığını düşünerek tekrarladım.Kitabı aldıktan sonra, cama asılı o yazıyı sormaya gerek duymayan tavırlarla ayrılacaktım ki,ansızın ‘’açmayacak mısınız kitabı?’’ diye bir ses geldi arkadan.Öylece kalakaldım yerimde; ancak ses tekrar geldi. Bu sefer farklı bir tonlamayla, 203. sayfayı açıp okur musun? Marko’nun beni yönlendirmesine izin verdiğim gibi,şimdi de adını bile bilmediğim bu kıza müsaade ediyordum. Hiçbir şey söylemeden,kendimi ona bırakarak,sayfayı açtım ve okumaya başladım:sokağa acele,önemli bir iş için çıktığını pekiyi biliyor,fakat bu acele ve önemli işin ne olduğunu bir türlü hatırlamıyordu.Ansızın yolun öteki tarafında kendisine eliyle bir takım işaretler yapan bir adam görerek durdu. Ona ulaşmak için yolunu geçerek karşı tarafa atladı.Fakat birden bire o adam,arkasını dönerek yürümeye koyuldu. Sanki Raskolnikov’a işaret eden,çağıran o değilmiş gibi,hiç tınmadan,önüne eğdiği başını kaldırmadan,arkasına bakmadan ilerliyordu.Raskolnikov hem arkasından gidiyor hem de kendi kendine Evet,diyordu;yanılmadığıma eminim,beni çağırdı.Daha fazlasını okuyamadım,okumak istemedim;çünkü daha ürkütücü geliyordu bir sonraki satıra atladıkça.Gerçekten korkamaya başlamıştım. Aklımı yitirecektim.
Marko’nun söyledikleri anlamsızlığını yitirmişti çoktan.Ayrıca,neden insan,inanmak istemediği şeylere güven duymaz ki? İnananlar için bu kaçınılmazdır belki;ama ya inanmayanlar için?
Kendimi yalnız hissediyordum yeditepe dedikleri bu kalabalık şehirde.Ben büyük bir şaşkınlık içerisinde yuvarlanırken, karşımda bana öylece bakan kitapçı kız, hiçbir kelâm etmeden neden yapıyorum dediğim hareketlerimi betimliyordu bakışlarıyla.Marko’yla tanıştığım gibi bu kızla da tanışmak istedim.Merhaba ben Hamdi,diye ellerimi uzatarak ilk harekette bulundum.Oysa daha önce bana öğretilen, ilk önce bayanların elini uzatmasıydı erkeğe.Bütün kuralları çiğnemiştim çoktan.Yine de kız kabalığımı görmemezlikten geldi ve merhaba ben de Tamara.,diye karşılık verdi.Marko gibi bir isimle günlerini geçiren benim gibi birine Tamara ismi o kadar büyük bir şaşkınlık yaratmadı.Soracağımı hissettiğinden mi bilinmez;ama’’Göçmen misiniz?’’ sorusunu sormadan ‘’Gürcüyüm.Buraya çalışmaya geldim’’ diye hemen art arda cümleler kurmaya başladı.
Saatime baktım, Marko’nun yanına gitmeye daha iki saat vardı.Ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyordum ve her şeyi akışına bırakan ürkek tavırlarla ilk soruyu sordum: Neden 203 peki? O da aynı Marko gibi,kendini hiç sıkmadan buğulu cevaplar veriyordu.Biraz sonra dükkânı kapatacağım,biraz beklerseniz,dışarıda bir yerde oturup bütün merak ettiklerini sorarsın,bende cevaplamaya çalışacağım;ama dediğim gibi biraz beklemelisin.Beklemeyi bilmelisin,diyordu.Ben sadece basit bir soru sormuştum, söyledikleri ne soruma bir cevaptı ne de anlamlı geliyordu bana.Sıradan bir kitapçıydı belki de ,öyle olmalıydı.Ama Marko’yu anımsadıkça,aklıma binbir türlü şey geliyordu nedense.O da sıradan bir insan gibiydi, sonra Yazgı’nım diye çıkıverdi karşıma.
Ya bu kız..?
Peki, dışarıda bekliyorum sizi,o zaman ve dışarı çıkıp beklemeye koyuldum.Yaklaşık on dakika sonra dükkânı kapatıp birlikte yürümeye başladık Aksaray’a doğru.Fakat tam olarak nereye gideceğimizi yine bilmiyordum.Sormak istedim,bu sefer de gizemli cevaplar alırım diye boşver deyip,devam ettik yolumuza.Bir ara arkama baktığımda,çıktığımız yerden hayli uzaklaşmıştık. Boğazına sıkışmış halde bulunan balgamı,Türk Sanat Müziği’nden bir makam edasıyla, kırmızı ışıklarda karşıdan karşıya geçen adamların gölgelerini de geride bırakıyorduk.Ne o konuşuyor ne de ben.Sessizliğimiz bile birbirinden farklı idi.Sadece benzer olan gittiğimiz yöndü.Aksaray’a varmıştık artık.
Şimdi ne olacak, nereye gidecektik? Konuşmuyordum;ama Marko’yu da unutmuyordum,saatime baktığımda daha bir saatim vardı.Elimde ilk satın aldığım kitabımı sımsıkı tutmuştum.Çaldırmaktan korkuyordum belki de-çalmak sözcüğünü en çok Aksaray’a yakıştırıyordum. - Ben bunları düşünürken, birden Tamara,yukarıya doğru, Beyazıt Meydanı’na çevirdi yönünü.’’Neden hiç konuş muyorsun peki’’ diye de bir soru yöneltti bana.Bilmem- gerçekten bilmiyordum,sıradan bir yanıt değildi benimkisi-.Kaleme aldığım aforizmalardan bir tanesini uygun gider diye de ekledim,cümlemin sonuna: susmak, Tanrı’yla konuşmaktır.Bu söz, ilgisini çekip çekmediğini bilmiyorum ama ’Kimden? ‘ diye sorması bile,beni sevindirmişti.Çünkü beğenmediği bir şeyin üzerinde durmak istemez insan.Ben yazdım,dedim.Zaten yalan da söyleyemezdim.Ben sadece kitap çalardım;ama yalancı değildim.Ben deyince,bir şey söylememesi beni şaşırttı.
Sıradan biri olarak görüyordu;ama değildim.Bunun için belki de benden beklemiyordu böyle bir şeyi.Marko’dan farklı geldi bu tavrı.Marko yazdıklarımı okumuş ve beğenmişti.Oysa Tamara hiçbir tepki bile vermedi.Vermiyordu. Sakin bir edayla 258. Sayfayı okumamı istedi .Niye,diye sorsam bile yine okuyacağımı düşündüğümden böyle bir şeye ihtiyaç duymadım ve okumaya başladım:bugünden sonra,senden başka kimsem yok.Beraberce çıkıp gidelim.Bunu teklif etmek için,evine geldim.Biz ikimiz de aşağılık mahlûklarız.Birlikte gidelim…diye yazılıyordu bu sayfada.Ne anlatmaya çalışıyordu bunlarla.Yazılanlar hayatımı aksediyordu sanki.
Ben artık gittikçe aklımı yitiriyor,kaybediyordum kendimi;ama o umursamıyordu bile.
Gittikçe de yaklaşıyorduk Beyazıt Meydanı’na,kendime verdiğim üç saatlik zaman diliminin de sonuna yaklaşıyordum.Ve hâlâ hiçbir şey yapmamıştım,yapamamıştım.Marko’yla oturduğumuz mekana doğru hareket ettik.
Tamara, oraya doğru hareket ediyordu,ben de onu takip etmem gerektiğini bildiğimden o tarafa doğru yöneldim. Yaklaşıyorduk.Marko’yu üç saat bekletmekle kalmayıp,yanımda da sadece adını bildiğim bir kişiyi de götürüyordum.Belki de o beni götürüyordu.Bundan eminim değilim.
Bütün bu olanlar tesadüften ibaret olamaz.Olmamalı.İçeri girdik,içeriyi hafifçe gözden geçirerek,Marko’nun oturduğu masaya doğru devam ettik yolumuza.İçerisi duman içerisinde kalmış,önündeki kültablasında da yaklaşık on-onbeş tane izmarit bulunuyordu.İlk önce bakıştılar her ikisi de,sonra da Tamara, yanına yaklaşarak Marko’nun, kulağına benim duyamamayacağım bir şekilde bir şeyler söyledi.
Ben öylece donakalmıştım orada.hiçbir şey söyleyemedim,lâl olmuş gibiydim.
Marko ayağa kalkıp,’’şimdi bana inandın mı?’’