- 1853 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HENDESE, ŞİİR ve ŞEHİR / İBRAHİM ERYİĞİT
Madem ki deniz rûhuna sır verdi sesinden
Gel kurtul, o dar varlığının hendesesinden
Yahya Kemal Beyatlı
Kamus-u Türkî’de, Hendese, “Ulumu (ilimler) riyaziyeden (matematik) ecsamın (cisimler) eşkâlinden ve mesafelerin ölçülmesiyle her nev’ (çeşit) ebniye (binalar) vesairenin sureti tertib ve tesisinden bahseden ilim.” şeklinde açıklanır. Bir başka tanımı, “riyazi ilimlerin şekil ve cisimler arasındaki ilişkileri inceleyen dalı, geometri.” şeklindedir. Bir görüşe göre aslı, Farsçada ölçme anlamına gelen endazedir. Erken dönem Arap çevirilerinde, geometria, cumetria şeklinde yer almış, daha sonraları mesaha uygulamalı geometriyi, hendese de kuramsal geometriyi ifade etmek üzere benimsenmiştir. Mühendis, hendeseyi uygulayan kişi demektir.
Hendesenin terim anlamı, “Doğru parçası, yüzey ve cisim gibi sürekli nicelikleri konu alan bilim dalı” demektir. Ömer Hayyam, 3. derece denklemleri daireler, paraboller ve hiperbollerin kesişim noktaları yardımıyla çözmüş, ondan yaklaşık yedi yüzyıl sonra 17. yüzyılda Descartes bunları sistemleştirerek analitik geometrinin temellerini atmıştır.
Ulum-u riyaziye, matematik ve hesap ilimleri demektir. Said Nursi’nin, I. Şua’daki bahsi geçen cümlesi şöyledir: "Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye (sayılar arasındaki alakalar) içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevâfukînin (ebced hesabının) cinsindendirler."
Matematikte kurallar, formüller ve hesaplama yöntemleri vardır. Örneğin, bir üçgenin kenar uzunlukları bilinirse, ayrıca cetvelle ölçmeye gerek kalmadan, bir formül sayesinde yüksekliği veya alanı hesaplanabilir. Bu da bize sayılar arasında bulunan sabit ve şaşmaz düzenler bulunduğunu gösterir. Bu düzenin kaynağı ise Allah’ın "Mukaddir" (ölçüp biçen) ismidir.
Kur’an Allah kelamıdır ve harflerden oluşmaktadır. Kur’an harfleri arasında da çok harika düzenler ve formüle edilebilen bağlar vardır. İşte bunu inceleyen ilme, ilm-i cifir denir ve bu ilmin kullandığı formüllerden biri de ebced hesabıdır. Bu hesaba göre her harfin sayısal bir değeri vardır. Kâinatta her şeyin bir intizam ve düzen altında olduğu ve bu düzenin bir yansıması sayılar içinde görünüyorsa, bir yansıması da harfler içinde görünür. Matematik kelimesi, etimolojik olarak Grekçede ‘matheim’ ve ‘ikos’ sözcüklerinden meydana gelmiştir. Matheim, öğrenmek; ikos ise ilgili anlamındadır.
Şimdi de şiirin yüzlerce tanımının olduğunu bilerek, en genel tanımı vermek istiyorum: Şiir, “1) Zengin imgelerle, ritimli seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan yazınsal anlatım biçimi. 2) Koşuk. 3) Düş gücüne, imgeye, yüreğe seslenen, anı, duygu, coşku uyandıran, etkileyen yön.” şeklinde tanımlanıyor TDK sözlüğünde.
Bu tanımlar dikkatlice okunduğunda, şiir ve matematiğin farklı anlamlarının altında yatan ortak özellikler görülecektir:
1) Her ikisi de özel bir dile sahiptir: Şiirce ve Matematikçe. Şiir, insanın iç dünyasının, matematik ise dış dünyasının inşasında ve algılanmasında önemli rol oynayan birer dildir. Şiirce, yürekler arasında coşkuyla akarken, matematikçe beyinler arasında aynı coşkuyla akmaktadır.
2) Şiir ve matematiğin her ikisi de soyut bir yapıya sahiptir: şiir yüreği somutlamaya, matematik beyni somutlamaya çalışır görünseler de aslında her ikisinin de böyle bir kaygısı yoktur.
3) Şiir ve matematik sürekli bir arayış içindedir: Şiirin yüreğin çeperlerine çarpan sesi, matematiğin beynin kıvrımlarına daha önceden bıraktığı sesinin yankısından başka bir şey değildir.
4) İkisinin de bir şeyleri açığa kavuşturmak gibi bir kaygısı yoktur. Cemal Yıldırım, Matematiksel Düşünce adlı kitabında, “Matematikçi şu ya da bu şekilde algıladığı ilişkiyi ilginç bulursa açıklamayı değil, mantıksal kesinliğe kavuşturmayı amaçlar.” der. Şair ise söz konusu mantıksal gerçekliği, dizelerin potasında eriterek, çağrışımı ön plana çıkarmayı amaçlar bana göre.
Bu maddeleri daha da çoğaltmak mümkündür tabi.
Eric Temple Bell’in, “Matematikçi, sistemine temel aldığı ilkeleri oluşturmada özgürdür. Ne tabiatın yapı ve işleyişi, ne de aklın yasaları onu buna zorlar. Gerçi kullandığı malzemenin seçim ve işlenmesinde çevresince bir bakıma sınırlıdır ama insanüstü bir takım değişmez sorumluluklar altında iş görmez.” şeklindeki ifadesi, ‘Matematikçi’ kelimesinin yerine ‘Şair’ kelimesi konularak okunduğunda fazla bir şeyin değişmediği görülür.
Sözgelimi, “” sayısının bulunması şiirsel bir sezgidir, yoksa bilimsel bir deney veya araştırma sonucunda olmamıştır. Bir çağrışım ve iç kavrayışın sonucunda keşfedilmiştir. Çemberin çevresinin uzunluğunun, çapının uzunluğuna oranının sonucunda, genelde 3,14 bilinen ama belli bir düzende olmayan sonsuz basamaklı muhteşem bir sayının ortaya çıkması aklın ve kalbin sınırlarını zorlayan bir şiirdir adeta.
__
Aynı şekilde, “ √ ” simgesi, hayal ürünü bir simge değildir. İngilizcede “kök” anlamına gelen “root” kelimesinin baş harfi olan “r” harfinin ufak çaplı estetize edilmiş halidir sadece.
Matematik özel bir dil, bir belirleme aracıdır; insanın etkileşim içinde olduğu çevresini nicel yanlarıyla belirlemek ve algılamak için oluşmuş doğal bir dildir. Aynı şekilde şiir de özel bir dil, bir belirleme aracıdır. İnsanın çevresinde bulunan canlı ve cansız nesneleri nitel yanlarıyla belirlemek ve anlamlandırmak için oluşmuş doğal bir dildir.
Şiirin özel dil olduğu bilinen bir gerçektir. Matematik kadar kesin formül ve kuralları olmasa da matematiğin dayandığı aksiyomatik yapıya benzer tarzda girift bir yapıya sahiptir. Bu anlamda, divan şirinin ana iskeletini oluşturan aruz vezninin bütünüyle matematiksel bir formda ahenk ve musikiyle donanımlı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hece vezninin parmak hesabıyla kotarılmasının bu anlamda matematikle bir ilgisi bulunmamaktadır. Aruzdaki matematik, yürek ve ruhun potasında eritilen düşüncenin duyguya evrilmesi aşamasında ahenge ve musikiye sonsuz imkânlar sunar, doyumsuz açılımlar kazandırır.
Matematikçi, aklını en üst düzeyde kullanan kişi değildir, aksine gönlünü azami biçimde kullanabilen kişidir. Bu anlamda, matematik yolunda yürürken atılan her adımın yeryüzünde bıraktığı iz dikkatlice incelendiğinde, aklın ve gönlün aynı çerçeve içinde yer aldıkları görülecektir. Matematik adına geliştirilen her bilginin, matematiğin aksiyomatik yapısında yerini alırken yaşanan süreç, matematikçinin beyninden önce, yüreğini ve gönlünü ortaya koyduğunun basit bir göstergesidir. Günlerce uyumadan, durup dinlenmeden kendini konusuna veren bir insanın azmi ve coşkusu, paraya ve diğer maddi birtakım çıkarlara tahvil edilemeyecek denli ulvi ve kutlu bir eylemdir. Matematikle yol alma sürecinin bu sancılı döneminin sonucunda ortaya konulan matematiksel dizgenin sağladığı coşku, gelecek çağları da kuşatan bir olgu olması hasebiyle çok manidardır ve o denli de harikadır. Düşünebiliyor musunuz, bundan yaklaşık 100 yıl önce, onluk sayma sisteminden yola çıkan bir matematik yüreğin, beynine bir merak katresi olarak ilettiği bir devinim sonrasında, ortaya koyduğu ikilik sayma düzeni çerçevesinde geliştirilen yeni bir matematik dizge sayesindedir ki, bugün dijital dünya denilen bir dünya kurulmuştur. Yani, ikilik sayma düzeni veya ikilik taban adı verilen sistem ortaya konulmamış olsaydı, en basit hesap makinelerinden tutun da en gelişmiş bilgisayarlara kadar günümüzde kullandığımız ne varsa bugün hiçbiri olmayacaktı. İşte, sözün tam burasında, “Günlük hayatta hangi işimize yarayacak!” diye sürekli horlanan matematiğe, gıyabında bayağı bir haksızlık yapıldığını söylemek yerinde olmaz mı? Matematiği beyninde ve yüreğinde canlı bir şekilde yaşamak, matematikle yol almanın coşkusunu barındırır her daim. Matematikle yol almak, hayatın her safhasında vardır, görebilen gözler ve duyumsayabilen kalpler için. Önemli olan, akıl ve gönül ülkesinin sınırlarının nerede başlayıp, nereye kadar uzandığının farkına varmak ve hep bu bilinçle yaşamak... Matematikle yol almak demek, aklımızın ve yüreğimizin hangi koordinatlarda ve ne kadar yer aldığının bilinmesi, dolayısıyla kendimizi her anlamda tanımamız ve bilmemiz demektir, yaşadığımız şu sonlu dünyada bir yolcu olduğumuzu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan. Bu konuda şöyle der, Blaise Pascal: “Matematiğin çözemediğini sezgi çözer. Akıl ülkesinin sınırının bittiği yerde gönül ülkesi başlar. Akıldan gelen bilgilerin ötesinde duygudan gelen bilgiler vardır ki, önemli olan da asıl bu bilgilerdir.”
Karl Popper’ın, ‘Üç Dünya Kuramı’na göre;
1.Dünya: Doğal çevremizi oluşturan eşya ve olguları,
2.Dünya: Duyma, düşünme, bilgi edinme, değerlendirme ve karar verme gibi öznel süreçleri,
3.Dünya: İnsanın 2.dünyada oluşturup açığa vurduğu ama giderek nesnel ve özerk kimlik kazanan kültürel eser ve süreçleri kapsamaktadır.
Görüldüğü gibi, 1. ve 2. dünyada şiir ve matematik yok. İşte bu yüzden, ‘günlük hayatta ne işe yarayacak?’ gibi bir soruya muhatap oluyor matematik.
Karl Weisestrass, “Bir matematikçi biraz da şair değilse tam bir matematikçi değildir” derken, René Descartes ise ‘Matematiksel doğrular, Allah’ın doğuştan düşüncemize yerleştirdiği sayı ve şekil kavramlarının bir sonucudur.’ demektedir.
Şiirin ve matematiğin aslında insanın doğasında aynı oranda hacim kapladığının vurgulanmasının doğal sonucu olarak insan, yüreğiyle ve beyniyle insandır ancak. Her alanda (sanatta, bilimde, vs…) ortaya konulan eserlerin kaynağı akıldan önce sezgidir bence. Akıl sadece sezgiyi düzenler, onu belli bir forma sokar, ona gerçekçi bir görünüm kazandırır. Sezgi ise insanın doğasında yer alan yüce ve derin bir değerdir. Yeter ki insan onu kullanmasını bilsin. Sonuçta, şiirin de, matematiğin de ortaya çıkış süreci aynı serüveni paylaşmaktadır: Beynin denetimindeki yürek açılımlarının serüvenini.
Godfrey Harold Hardy’nin, ‘Bir Matematikçinin Savunması’ adlı kitabından birkaç cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum : “Tıpkı bir ressam veya bir şair gibi bir matematikçi de kalıplar üretir. Matematikçinin kalıpları, diğerlerinin kullandığı kalıplardan daha kalıcı ise bunun nedeni düşüncelerden oluşmuş olmalarıdır. Ressam, motifleri şekiller ve renklerle; şair sözcüklerle yapar. Bir tablo da bir fikri şekillendirebilir; ancak buradaki fikir genellikle sıradan ve önemsizdir. Şiirde düşünce çok daha önemli bir yer tutar. Ancak Houseman’ın ısrarla vurguladığı gibi şiirde düşüncenin önemini abartmak adet olmuştur : “Şiirsel düşünce diye bir şeyin var olduğuna kendimi ikna edemedim. Şiir, söyleyen şey değil, onu söyleme biçimidir.”
Tolstoy’un şu sözüne dikkatinizi çekmek istiyorum: “İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; Payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini. Payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür.”
Hepimizin bildiği gibi, insan dört şeyle kaimdir: Toprak, Su, Hava ve Ateş. Eskiler, buna Anasır-ı Erbaa derlerdi, yani dört unsur, dört element. İskender Pala, Dört Güzeller diyor bunlara ve devam ediyor: “Yerkürenin galaksideki oluşumunu sağlayan dört unsur bunlar. Kimyada bir bütün veya bir yalını oluşturan şeylerden her biri. Bilim ilerledikçe dört elementin sayısı her gün birkaç tane daha artıyor ve periyodik cetvelin listesi gittikçe uzuyor. Şimdilik bu sayı 121 olarak biliniyor. Ve biz artık elmasın bir tek elementten oluştuğunu, sofra tuzunun iki, şekerin üç element bileşimi olduğunu, cep telefonunun kırk element içerdiğini, insanın otuz elementten yaratıldığını acı gerçekler olarak biliyoruz. Dört element ise insanların hayatı yaşarken bir an olsun farkına varmadıkları bir detay gibi duruyor artık. Yine de, ne zaman bir kum tanesinde dünyayı görsek, ne zaman bir nisan yağmurunda ıslansak, ne zaman güzel bir müzik veya hoş bir koku duysak, ne vakit bir ocağın çıtırtısında hayallere dalsak, değil dünyayı, cenneti görmüş gibi oluyoruz. Bize o duyguyu veren işte o önemsemediğimiz dört öğedir. Gözünüz ister gökyüzüne ve yıldızlara, ister okyanusa veya yağmura, ister bir yangına veya ışığa, isterse bir ağaca veya mezara bakıyor olsun... Anasır her yerde bizi kuşatıyor, sarıp sarmalıyor. Şefkatli bir anne gibi...”
Şehir, hendese ile şiirin harmanlanmasıyla oluşan ruhun cisimleşmiş şeklidir yeryüzünde. Şehrin ruhu yansır insanlara. Hemşehrilik, aynı havayı soluyan, aynı toprağa basan, aynı suyu içen, aynı ateşi hisseden, kısacası dört elemanla kaim olan insanların o şehre aidiyetlerini belirten güzel bir kavramdır. Ne yazık ki günümüzde şehirlerimizden bir kaçı hariç hiç birinin ruhu yok, birbirinden farkı yok. Örneğin, Manisa ile Kayseri’nin, Çankırı ile Muş’un girişlerindeki şehrin isimlerinin yazılı olduğu levhaları değiştirin hiç bir şey fark etmeyecektir. Bütün şehirlerdeki bina biçimleri ve daire planları aynıdır. Toplam 4–5 tane farklı bina planı ozalitle çoğaltılarak bütün ülkeye uygulanmıştır: sadece çamaşır asmak için kullanılan uzun balkonlu biçimsiz binalar şehirdeki binaların yarısını kapsar neredeyse. Her şehirde aynı cadde isimleri, aynı heykeller, aynı okul ve dershane, aynı market isimleri, vs. her şey aynıdır. Şehirlerimizin çoğunda dört unsur örselenmiş olarak yer alır: Toprakla temas tümüyle kesilmiştir. Hava solunamayacak kadar, su içilemeyecek kadar kirlidir. Ateş, kalorifer peteklerine hapsolmuş sıcaklıktır sadece. Eskiden suyun geldiği borular, atık su boruları ve aksamları hepsi metaldi. Bu nedenle insan gün boyu üzerinde toplanan negatif enerjiyi elini yıkamakla rahatlıkla atabiliyordu. Şu anda bütün borular plastikten. Her yanımız beton ve türevleri ne yazık ki. Bütünüyle topraktan arındırılmış bir ortamda yaşıyoruz. (Teyemmüm abdestinin hükmünün kalktığını en kısa zamanda açıklarlar herhalde yetkililer. Çünkü ne toprak kaldı, ne de kireç badanalı kerpiç evler:). Gençlerin çoğu toprak kelimesini bir rock grubu sanıyorlar: Top-rock. Espri yapmıyorum, çok şahit oldum ben öğretmen olarak bu tür trajedilere. Kene korkusu bu olumsuzluğun üstüne adeta tuz biber ekti ve insanımızın toprakla buluşabilme ihtimalini de sıfıra indirdi. Bu nedenle, halkımızın yaklaşık % 70’i fiziken hasta, gergin ve sinirli. Çoğu insan ilaç dolu poşetle geziyor. İnsanımız o kadar sabırsız ve tahammülsüz ki, en ufak bir tartışma bile neredeyse ölümle sonuçlanıyor.
Sonuçta, şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamın mesajına aldırmadan, hendese bilmeyen mühendislerin onayladığı çarpık ve sağlıksız binalarda, has şiirin ruhumuzu inceltmesine izin vermeden, ateş çukurlarının tam kıyısında, suya sabuna dokunmadan, toprakla temas etmeden ve sahip olduğumuz mallarla ve çocuklarla çevremize hava atarak hastalıklı bedenlerimizle birer canlı ceset olarak yaşıyoruz ruhsuz şehirlerde.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.