- 1198 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
tarçınlı zaman aralıkları / hırçın izdüşüm günlükleri
’bu sabah bir umut var içimde...
....
bu sabahların bir anlamı olmalı...’
Bu sabah da diğer sabahlar gibi başıma çöreklenmiş yeni umutlarla uyandım. Tepeme tüneyen bir baykuş gibi, gecelerde olması gerek bu serzenişler sabahın köründe nerden içime doldu bilemiyorum. İnsan her gün yeni umutlar doğurur mu? Ben doğuruyorum! Hiç mi usanmaz insan bu sıkıcı halden, ümitleri birleştirmekten! Acı çeke çeke acı çekmemeyi öğreniyor insan. Bazen de acılarıyla yüzleşmeyi, onları sindirmeyi öğreniyor. Acı oracıkta duruyor işte, kabullenmeyip de ne yapacaksın. Acılara fazla kafa yorma, onlarla yaşamayı öğren diyorum, yokmuş gibi davranıyorum. Ama bu güzel bir şey sanki, acı yeterince olmazsa insan yaşadığının başka nasıl farkına varabilir ki? Saçma sapan literatürlere boyun eğmektense, kendi kurallarımı ben koymalıyım. Umutsa umut, hayalse hayal, acıysa acı ne fark eder...
Yine o cd’yi başlattım. Tam ondördüncü şarkıya kadar hızlı bir tempo ile parmak uçlarımla düğmeye bastım ve repeat tuşunu bir kez daha ziyaret ettim. Hani sürekli dinlediği cd’nin sıralamasını ezber eder ya insan, hani ikinci şarkıdan sonra üçüncünün ne olduğunu veya yedinci şarkıdan sonra hangi içli şarkının vuku bulacağını iyi bilir. Ben onüçüncü şarkıdan sonra hangisi var iyi biliyorum. Ama nedense ondördüncü şarkıdan sonra hangi şarkıyı doldurmuşum cd’ye hiç bir fikrim yok. Ben hala günde bilmem kaç kez başa sarıp sarıp o şarkıyı dinliyorum.Öyle ki, artık acı tat vermeye başladı. Her ’kendine iyi bak’ nakaratında içimde havalanan kuşlar bir kez daha göç ediyor bilmediğim ülkelere. Bilmediğim ülkelerde muazzam şehirler bir kanat çırpma anında kor gibi içime düşüyor. Ayaklarıma bağlı notlar, bomba niyetiyle tesir ediyor deri-ni-me, dinamitlerimi boşaltıyorum ceplerimden...
Haberleri açıyorum. Bir karganın zikredişini gösteriyor. Bir kaç tane de çocuklara şenlik kıvamında neşeli haber izliyorum. Sıkıcı haberleri yine es geçiyorum aklımca. Sıkılıp kapatıyorum televizyonu, zaten anteninde bir problem var, inceldiği yerden kapatıyorum ekranı, tek hamlede. Sonra yine dönüp dolaşıp o şiiri açıyorum. Dinledikçe insanı deli eden bir tınısı var. Sözleri canımı yakıyor, okuyan desen zaten kederli ve rahmetli bir adam. Ölmeden evvel anlaşılamayanlardan. Yüzbin çeşit şiir emanet edip sonsuzluk yoluna koyulanlardan. Merhaba diyor, şaşkınım. Elveda kelimesini sevmediğim geliyor aklıma. Dağ gibi söz! Yıkılmasın elbet omuzumdan aşağıya. Aklım yine ferfecir dönüyor bugün. Bardağım yine boşalmış, biraz daha kahve içmeliyim... Ya da çay demleyim en iyisi, kahve kesmeyecek bu kez, çubuk tarçınlı, bergamotlu, hırçın ve demli bir çay içmeliyim...
Hem diyorum, ne olduysa gözünün önünde oldu yalan mı? Ben bir şey etmedim, öyleyse neden aklayamıyorum aksattığım kalbimi. Aman be! boşversene, hem kimin umurunda benim deliden bozma sözlerim. Şizofren bir akıl taşıyorum, ayrıca depresif, ayrıca hoyrat ve ayrıca sanırım tıpdaki adıyla alzheimer hastası bir garip. Kendimle böyle hunharca uğraşmaktan ne zaman bıkacağımı merak ediyorum. Bir can var işte içimizde, onu da hırpalayıp durmaktan kendimi alamıyorum. İnsanlar uzak bir dönemeç oluyor bazen, bazen bardaktaki su kadar yakın ama kimse berrak değil, kimseyi şeffaf gözle göremiyorum. Havalardan mı nedir, gözüme polenler kaçtı belki. Havalar demişken, ısınmadı gitti canını sevdiğim, haziranda sonbahar yaşıyor gibiyiz. Oysa ne çok oldu cemreler düşeli, ama görünüşe göre düşünce biraz kırılmış olmalılar ki, hala ısıtmadılar kalplerimizi.
Bir kaç gündür aklıma bir söz ilişti, düşündürüp duruyor zihnimi; "İnsan bir kuyuya düştüğünde, itenin ne önemi vardır ki. Onu en çabuk şekilde dibe götüren, kendi ağırlığıdır." (John Webster) Bu sözle beraber içimdeki hayvani yaratığın varlığını bir kez daha kanıtlıyorum kendime. Kimse sorumlu değil, kimse üzerine alınmasın ben düşünürken! Evet ben kendi ağırlığımla batıyorum, berbat bir kuyuya düşüyor olmamın ne önemi var ki? Veya sırtımı en son kim sıvazladı, kim gafletle beni en dibe göndermek istedi, bunların önemi yok. Herkes kendi kazdığı çukurda yok oluyor nasılsa. Benim takıldığım şey aslında ağırlığımın ne kadar olduğu. Çok ağır değilsem batmaz mıyım mesela? Şişme yelek giymiş gibi eğer sağlam olmayan cılız bir yürek taşıyorsam suyun yüzeyinde daha uzun süre mi kalırım? Yani ruhum ne kadar enginse ben o kadar çok mu batarım derine. Peki derinlerde ne var? Derinlerde en hakiki hazineler saklı değil miydi hani? O zaman şişme yelek kıvamında kibir’e ve böbürlenmeye ihtiyacım var mı ki? Yok elbet! O zaman batmamın bir sakıncası var mı? Yok üstadım, zevkle derine ’kendi ağırlığınızla’ batabilirsiniz, bu olağanüstü bir şey...
Neden sonra, ’düşünüyorum öyleyse varım’ mantığından yola çıkarak Nietzche üstadın o derinlik üzerine söylenmiş derin sözü çalınıyor kulak zarıma; ’Sığ sular dipleri görünmesin diye kendilerini bulandırırlarmış.’ Şimşek tadında yankılanıyor bu söz! Şimdi nereye varacak diye şaşkınlıkla izliyorum aklımın muhalefet yörüngesiyle olan tartışmasını. Az evvel kendi ağırlığımla dibe batan ben, şimdi de sığ suların kendini saklamak için yaptığı bulandırma ayinine şahit oluyorum. Öyle ki mantıklı parçaları, aklıma banıp banıp götürüyorum mideme, sindirebiliyor muyum? meçhul! Kafam hepten karıştı iyi mi! Tamam görünüşte iki sözün de birbiriyle alakası yok ama esasında aynı yere demir atıyor. Ben de evvelce zaman dilimlerinden birinde söylenmiş bu sözleri kendime yük edinip, alim gibi düşünmeye koyuluyorum. Aman aman, derinlikler, şahanelikler, sığ sular, bulanmış zihinler..Ahh.. Kendi derinliğimde, sığ sularımın hikmetinden ben de ürktüm şimdi. Fazla düşünmek yaramıyor zaar.. Neyse...
Hayat felsefesi edindiğim o söz beni bütün sözlerden, düşüncelerden ve düşünürlerden soyutlayıp, kendime getiriyor yine... Velev ki, o sözü de yine evvelce bir zaman önce, evvel zaman iklimine kurban gitmiş bir dilimde, kafası benim gibi karışık olan bir yüce şahsiyet sarfetmiş olmalı... ’HANÇER BENİM, YARA BENDE’... ’Daha gidecek çok yolumuz var’ ama sonra yine çelişki, yine, sonrası, çelişki işte! Öyle ya, kelimeleri kusmaktan başka yeteneğim yok! Kimse benden yirmidokuz harften mucizeler yaratmamı beklemesin...
BU BENİM!
HANÇER BENİM!
YARA BENİM!
’Kim’e nesi?’
Sonra gidiyorum, hançeri çekip gidiyorum, tarçın kokulu mutfağımın kederli dolabını ziyarete... Şurada bir kavanoz incir reçeli olacaktı, kabuğu doldurulmuş lezzetinde...
Acıkmışım, iki yumurta haşlayım...
fulya/haziran2011
YORUMLAR
ey! aynı bardaktan su içmediğim sevgili can şairem...
aynı bardaktan su içmiş gibi tanıdık ve dost sesin bana...
bu yüzden dir boçalıyorum bazen nasıl nedenler arasın da
ve kulağımda şu şarkı
haşlıyorum yumurtaları :)))
tebrik ediyorum can şairem
çokça sevgimle...
Fulya CODAL
bazen aynı bardaktan su içmek gerekmez birbirine yakın olmak, yakın durmak için..
kalbim seninle can şaire...
sevgimle hep, iyi ki varsın..
biten baharların ortasında titrerken okudum da okudum tarçın kokusu karıştı aklımın ziyan köşelerine lakin umutsa umut hayalse hayal rahatlığına eremedim be fulya..bir de 14. şarkıyı dinledim durdum kendi dilimden..kuyuya kim ittiyse artık ağırlığımın kurbanıyım işte öyle...yazılarını okumamıştım..ilk oldu...kaçırmışım bir çok şey diye düşündüm...akşama öncekini okuyacağım...bakalım hangi derin kuyudaki ne türlü esaretimin farkına varacağım...kutladım seni çiçek...
Fulya CODAL
sevgiyle...
Krallar kadar zengin olmak! Aslında mevcudiyeti içerisinde bıkkınlık göstereceği tarafların sersemliği ile monoton tarzda bir iç sese ulaşabilmek! Elbette parasal manada bir krallıktan bahsetmiyorum. Kendi ruhunda çalışmalarının ve dinamiklerinin zenginliğinden bahsediyorum.
İnsan kendini yetersiz görme yolunda, akli ve gönle ait hakikatler ile donanır. Bu kavramların olmazsa olmazı ise, hayata anlam verme telaşıdır. Ruh, her zaman aynı seviyede kalmayarak, aslında bize beynin oyunlarını öğretir. Bu, olması gereken bir rabıta şeklidir. Şöyle ki; insanın neye tam inancı varsa, bu inanç ona yol boyunca kuvvetli bir akıntı olacaktır. İlahi bir yol uzanır ve böyle bir sanat müdafaası içerisinde 'bahtsızım' yakarışları, tecellinin meydana gelme, vuku bulma sıfatına hakaret olur.
Bunun 'Que soit' yani ' Öyle olsun' izahı ile, insanoğlunun ortak yazgısı olan bast ve kabz halini beraber yaşama, bir nevi lütuftur. Şimdi, bu lütfe binayen yazılmış monolog adına tebessüm edebildiğimi yazarına iletmek istiyorum. Gerçekten de, içi boş yazı olmaması eserin daha bir manidar kılıyor.
Kalemin zengin halini kutladım ablacım...Hürmetle...