- 777 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yaratılmışım
Konuşamıyorum. Yalancı bir sessizliğin unutulmuş dramasında repliğimi yutmuşum. Çalıntı sesler peydahlıyorum ulu orta. Şehir ağır geliyor kendine: Cübbesini çıkarıp dağların üstüne bırakmış. Işıklar içindeki şehrin kapısından bir cellat elinde kılıcıyla bana doğru koşuyor. Yüzünde gül ibrişim imzalı bir maske. Bu maskeyi nerden tanıyorum acaba? Şehrin doğu kanadından elleri, gözleri ve acziyeti tanıdık bir şair mırıldanıyor kulağımın örsüne doğru. “Mavi gök orada mı?” Aniden sis kaplıyor her yanı. Oturaksız, kaygan ve patavatsız bir acı gibi çörekleniyor sis şehrin üstüne.
Durmanın mübah olmadığı bir yer burası. Tarlalardan, insan kalabalığı çarşılardan, bozkırlardan, üşüyen çocuk gözleriyle dul-yetim-öksüz evlerinin yanı başından, pürü pak sokaklardan, izbe yerlerden geçiyorum. Peşimdeki cellattan hırsızlama bir yürekle doludizgin kaçıyorum. Tanımsız arzulardan, tarifi yapılmamış düşlerden ve yakılması mecburi izlerden geçerek, bir bilinmeze; yüksek rakımlı yabancılıklara ve yüksek rakamlı yalnızlıklara göç ediyorum. Önüme iki yol çıkıyor. İkisi de birbirinin aynısı. Hangisinden gitmem gerektiğine acele ve isabetli bir karar vermem gerek. Uzun süre aralıksız koşmanın neden olduğu kalp çarpıntısıyla soluğum taşıyor. Elimi kalbimin üzerine koyuyorum. Ellerim kalbime sakin olmasını öğütlüyor gibi geliyor bana.
Hangi yolun istikametince yürümeliyim? Bilge bir adam, ‘’Hayat iki ihtimalli zar oyunudur. Zarlar kaybedenin elinde kalır,’’ demişti bana birgün. Ya zarlar bende kalacak ya da oyun. Zarlar elinde kalan nihayetinde kaybetmiş olacaktı. Peki, oyunu kazandım zanneden, sadece oyundaki bir hamle olduğunu anladığında ne olacaktı? Düşünceler beynimde kum fırtınası… Sağdaki yolda karar kılıp koşmaya başlıyorum. İlk dönemeçten dönmemle beraber cellatla karşı karşıya gelmem bir oluyor. Gözleri kin ve merhametsizlikle parlıyor. O gözlerden içime pis sular akıyor sanki. Gereksiz bir hatırlayışla dün gece bu yoldan geçtiğimi ayrımsıyorum. Cellat elindeki kılıçla bana doğru bir hamle yapıyor. Direnmeye çalışıyorum. Direnmek, asaletimin yankısıdır, diyorum. Şakaklarımdan celladın kılıcı geçiyor. Kan revan içinde yığılıyorum yere. Ama kanamamı düşünecek durumda değilim. Üstüm başım çamur içinde kalıyor. Dün kupkuruydu burası, gece yağmur yağmış olmalı diyorum. Nerden bildiğimi bilmediğim bir bilgiyle kalkıp kaçmam gerektiğini düşünüyorum. Hafızam boş. Öyküm henüz tam değil. Çatlamış kelimelerle yazıyorum kaderimi daha. Keskin, soğuk bir orman uğultusunun çarpıcı ferahlığını hissediyorum her yanımda. Hızla yürüyorum. Ormana yaklaştıkça yürüme hızım düşüyor. Ayaklarım bir şeylere takılıyor. Kendinden utanan ölüler görüyorum yerde. Darı taneleri gibi saçılmışlar toprağın üzerine. Uzaklardan nal sesleri geliyor. Celladın atının sesleri olmalı. Yelesinde rüzgarın koşuştuğunu, çatlarcasına bana doğru koştuğunu düşünüyorum atın. Ansızın yanık kokusu kaplıyor ciğerlerimi. Bayılmamak için ölülerin ortasına bağdaş kurup oturuyorum. Koku daha da keskinleşiyor.
Gözlerimi açtığımda bir odada buluyorum kendimi. Ama tam olarak göremiyorum, burası neresi? Karanlık, gözlerimi esir almış. Bayılıyorum. Kulaklarıma çığlıklar geliyor; kahkahalar, ete değen kızgın bıçak cızırtıları ve yalvaran birinin sesi… Karnıma bir tekme iniyor. Yarı baygın açıyorum gözlerimi. Bu o; cellat. Hareket etmeye çalışıyorum ama olmuyor. Kollarımda zincirler, ayaklarımda prangalar var. Burası bir zindan. Taş duvarlar küf kokuyor. Uyan diyor cellat, gün doğumunda idam edileceksin. Anlamayan gözlerle cellada bakıyorum. Dudağının kenarında kan var. Kan, maskesinden fırlamış. Ne tuhaf, gül gibi duruyor. Gülümsüyorum. Cellat homurdanarak çıkıyor hücreden. Bir yerlerde rüzgâr esiyor. Otlar kımıl kımıl. Ağaçların tepe noktaları sallanıyor arsızca. Bir köpek acı acı havlıyor. Kayan bir yıldız yol gösteriyor kahinlere.
Midem bulanıyor. İki büklüm kıvranıyorum. Zincirler hareketime engel oluyor. Hücremin demir kapısı hoyratça açılıyor. Bir adam duruyor karşımda. Elinde kırmızı bir defter. Asık suratında inadıma bir kayıtsızlık oynaşıp duruyor. Uzun uzun bana bakıyor. Hiçbir şey demeden kırmızı defteri açıyor. Siyah bir kalemle deftere bir şeyler yazıyor. Kapıyı üstüme kapatıp gidiyor. Mide bulantım had safhaya ulaştı. Midemdeki her şeyle birlikte hâlsizliğimi, çaresizliğimi, kafamdan geçen kelime artıklarını, kendime dair aşinalıklarımı kusmak istiyorum. Var olan her şeyi yoklaştırıp hiçliğin perdesinin arkasına saklanmak istiyorum. Kendimle uğraşmayı bırakıp hücreyi incelemeye başlıyorum. Belki yüz yıllık bir hücre burası. Duvarla zeminin birleştiği yerler yer yer yosun tutmuş. Pencere yok. Duvarlarda çentikler var, kargacık burgacık yazılar… Yalnızca kapının arkasındaki bir yazı okunaklı: Ya sen yoksun gerçekten/Ya da yokluk denemesisin/Ya kalbin kendinde değil/Ya da kalbinin etiketini unutmuş Tanrı. Unutulmak, hatırlanmamak, var olup da yok bilinmek ne acı şey. Şimdi birileri beni arıyor mudur acaba? Ya da herkesin hafıza kaydında bir hiçlikle eşdeğer midir varlığım? Sorular cinnetin iğne uçları gibi beynime saplanıyor. Hücrenin zeminine taze samanlar serpilmiş. Yeni gelen her mahkumun şerefine: Taze samanlar! Sol yanım üzere uzanıyorum hücrenin ortasına. Madem idam edileceğim, önce iyi bir uyku çekmeliyim ki diri ve dimdik dikilebileyim idam sehpasında. Midemde hâlâ o uğursuz bulantı dolaşıyor. Göz kapaklarım iyice ağırlaştı. Aymaz bir uyuşuklukla kapatıyorum gözlerimi.
Rüyamda buz gibi sularıyla çağıldayan nehirler, serin havası ve latif k0kularıyla insanı esir alan diyarlar, ellerini gökyüzüne uzatmış ulu ağaçlar, güzelliğin alabildiğince kol gezdiği şehirler görüyorum. Bir çimenlikteyim. Önümdeki manzarada güneş batıyor. Güneşin kızıllığı dağların üstüne çarşaf yumuşaklığında serilmiş. Etrafta cennetin zemininden yaratılmış olduğunu düşündüğüm huri kızları kol kola dans ediyorlar. Dostlarımla yan yanayım. Kahkahalar uçuşuyor etrafımızda. Halayıklar, uşaklar hiç durmadan hizmet ediyorlar. Önümüzdeki sofrada çeşit çeşit yiyecekler, içecekler, tatlılar, meyveler… Cennet burası olmalı, sonsuzluğun sonu bu işte. Yüzümde gülümsemenin bin bir türlüsü, içimde huzurun serinleten yanı dolaşıyor. Rüyamdan muhafızın mızrağını böğrüme dürtmesiyle uyanıyorum. Uyuşuklukla sırıtıyorum. Kalk sersem herif diyor muhafız, idam edileceksin. Muhafız prangalarımı çözüyor. Kalkıyorum. Hücrenin dışında bir muhafız daha var. Kollarıma girip beni idam edileceğim infaz meydanına götürüyorlar. İşkence edilen birinin çığlıkları duvarlara çarparak kulağımın örsünü yırtıyor. Taş merdivenden inip zindanın infaz meydanına indiğimizde mahşerî bir kalabalığın toplanmış olduğunu görüyorum. İdamımı izleyecekler gözlerini kırpmadan. Kanları donarak kanımın akışını seyredecekler. Sadistçe bir zevk, kendilerinin bile anlam veremedikleri bir haz alacaklar bundan. Tanıklık edecekler son nefese. Muhafızlar beni idam sehpasına çıkartıyorlar. Hücreme girip bana uzun uzun baktıktan sonra kırmızı deftere bir şeyler yazan adam idam fermanımı okuyor yüzüme karşı. İdam katibi bu adam. İdam katibi fermanımı okurken kalabalıktan çıt çıkmıyor. Nefeslerini tutmuş beni izliyorlar. Gözlerimi kalabalıkta gezdiriyorum tanıdık birini arar gibi. Bir kadın çekiyor dikkatimi. Beyaz yüzlü, kahverengi saçlı, dudağının kenarında bir beni olan kadın. Ağlıyor sanki. Bir insan ağlarken bu kadar güzel olabilir mi? Kulaklarımda idam katibinin sesi uğulduyor. Son anıma saklanan o kadının beyaz yüzünden başka hiçbir şey görmüyorum. İdam katibi, fermanı okuduktan sonra, “ diyeceğin bir şey var mı? “ diyor. Suçum ne bilmiyorum ama yaratılmışım diyebildiğim kadının önünde masumum demek zor geliyor. “Hayır,” diyorum, “ Diyeceğim bir şey yok. “ Ellerimi arkadan bağlayıp boynumu idam kütüğüne doğru uzatıyor muhafız. Yaratılmışımın bembeyaz yüzü gözlerimi, içimi, anlamımı kaplıyor. Celladın, kılıcını havaya kaldırdığını kalabalığın nefesini tutuşundan anlıyorum. Kadın, ellerini yüzüne kapatıp hıçkırarak ağlamaya başlıyor. “Yaratılmışım ağlama, cennet senden önce bir meraktı sadece.” diye mırıldanıyorum. Cellat kılıcı hızla indiriyor.
“Baba kalk, annem sofrayı hazırladı seni bekliyoruz.” diyor yedi yaşındaki en küçük kızım üstümde tepinerek. Belinden tutup yatağa çekiyorum küçücük bedenini. Saçlarını okşayıp usulca öpüyorum. Rüyanın ağırlığı hala üstümde kol geziyor. “Seni çok seviyorum yaratılmışım.” diyorum yüzünü parmaklarımla okşarken. Gözlerinde anlamamış olmanın verdiği merak ve şaşkınlıkla soruyor. “ Baba, yaratılmışım ne demek?”
Cengizhan KONUŞ
YORUMLAR
Önce sitemize hoş geldiniz diyeyim.Bu sıralar günlerim çok yoğun olduğundan, sizin etkili kaleminizi atlamışım, kusura bakmayın.
Sayfanıza bakınca, sekiz gün içinde iki yazınız güne gelmiş, çok başarılı.Tebriklerimi acizane kabul edin, fırsat buldukça okuyamadığım yazılarınızı okurum inşallah.
Öykü kahramanının kabusunu çok etkili anlamışsınız, sona gelince, çok şükür rüyaymış dedim.
Saygılarımla....