- 889 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Ankara ve Baraj
ÇUBUK BİR BARAJI’NIN
ÇABUK BİR YETKİLİYE İVEDİ GEREKSİNİMİ VAR.
Bağışlamanızı dileyerek kısa bir bilgi aktarmak istiyorum:
“Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır Çubuk Bir Barajı. Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla 1930 yılında yapımına başlanmış 1936 yılında tamamlanarak 3 Kasım günü Atatürk tarafından açılmıştır.
Çubuk ilçesinin kanalizasyonunun Çubuk Çayına dökülmesi nedeniyle aşırı kirlilikten ötürü işlevini yitirmiş olan barajdan, 1994 yılından itibaren su alımı durdurulmuştur.
2010 yılında barajı kurtarmak için Ankara Büyükşehir Belediyesi Çubuk ve Karaköy Atıksu Tesisleri’ni hizmete sokmuş ve baraj temizleme işlemine başlamıştır.”
Büyükşehir Belediyesi 2010 yılında temizleme çalışmalarını başlattığına göre, bugün bir hayli yol alınmış olması normal bir beklenti olacaktır.
Boşuna girmeyin öyle bir beklentiye.
Son gördüğümde (29 Mayıs 2011), su biriktirme kapakları tümüyle açılmış, Çubuk Çayı’dan ne geliyorsa olduğu gibi bırakılmıştı Ankara’ya doğru. Bulanık ötesi çamur gibi bir su. Son günlerde sıkça yağan yağmurlardan olacak, sel halinde bir akıştı görünen. Baraj çıkışındaki su yatağında bitmiş çalı-çırpı, kamış sürgünleri çamura bulanmış, boz bir renk almıştı.
Tıkınmak, ortalığı dumana vermek için oraya buraya serpilmiş piknikçileri saymazsanız, bir terk edilmişlik, unutulmuşluktu görünen. Üç beş göstermelik çiçek öbeğinin çevresi, tırnaklarıyla derilerini yırtmış, kan revan etmiş, o öldürücü kaşıntılarından kurtulmak için korkuluklara sürtünen, uyuz köpek kümeleriyle doluydu. Biraz ötemizde, ellerinde renkli bira kutuları, son model arabalarının içinde birkaç genç, gümbür gümbür Arabesk şarkılar eşliğinde birbirlerine sataşarak kendilerinden geçmişçesine eğleniyorlardı. Köpeklerle piknikçilerin çocukları iç içe koşup oynuyorlardı. Benim yüreğimi ağzıma getiren bu yakınlıktan rahatsız olan pek az anne baba vardı piknikçiler arasında.
Barajın önüne kurulmuş tarihi Gölbaşı Gazinosu, içinde köpeklerin yatıp kalktığı bir harabe. Ne pencere kalmış çürümedik ne kapı. Girişinde, çalışanların yatıp kalkması için yapıldığı anlaşılan odalar banyolar, kilerler. İkinci katta göl manzaralı büyük yemek salonu, tabaklar bardaklar, bira ve rakı şişelerinden oluşmuş cam kırığı yığınlar. Zemin, meşe parke kaplanmış, şimdi bile silinip, cilalansa kullanılacak denli sağlam ve kaliteli. Bir üst kata çok geniş, göl manzaralı en az yüz kişinin ağırlanabileceği geniş teras. Ortada, aynı anda yirmi ızgaranın pişirebileceği dev bir mangal; sacı çürümüş, lime lime olmuş. Salonun devamında, hatırı sayılır, üstü açık bir yüzme havuzu.
Çoğu kurumaya yüz tutmuş yetmiş seksen yıllık çamlar, çınarlar, yozlaşmış darmadağın sarmaşıklar arasından ağlamaklı bakıyor bir zamanların gözde gazinosu.
Geçmişine bu denli hor bakan, tarih ve kültür bilincinden uzak bir insan topluluğu daha var mıdır acaba?
Baraj önünde rahatım iyice kaçıp yüzümü vadiyi çevreleyen tepelere dönünce, bir renk zenginliği, bir doğa ustalığıyla göz göze geldim. Eşimin ayak sürümesine, başımıza gelebileceklerden yılandan, çıyandan, sarhoştan, uğursuzdan söz etmesine karşın bir an önce ortamdan uzaklaşmak kararlılığıyla tepelere doğru yöneldim. İster istemez ardıma düşen, ürkek ceylan imgesinin sadık örneği eşim, üç adım arkamdan gözlerini dört açarak sürüklendi bir süre. Bitki örtüsü uzaktan göründüğünden bin kat daha güzeldi. Doğanın o kendine özgü kokusu bedenimi ve beynimi ele geçirmişti. Her zaman öyle olurdu ya bir süre sonra ürkek ceylanım, ağarlığını koyup, “Kendini durdur, yaşlandık, eskisi gibi yapamayacağını anla artık, benim de ağzımın tadını kaçırma” diye sızlanmaya başlamıştı bile. Doğanın beni tutsak aldığının ayırımına varmaktan uzaktı. Bu nedenle, geçmişte sayısız tartışmalar yaşamış, olmadık yerlerde ve zamanlarda onu tek başına bırakıp yolculuğumu sürdürmüşümdür.
Öyle zamanlarda, Alageyik söylencesindeki gerdek gecesi hikâyesini anımsatmam da durduramazdı eşimi. Geyik seslerini duyunca, gelinini yalnız başına bırakarak, tüfeğini alıp dağlara çıkan avcıyla ruh ikizi olduğumuzu hiçbir zaman anlamadı ceylanım. Kırk yıldır direnir ha diren boş yere.
Yukarılara çıktıkça hem bitki örtüsünün zenginleştiğini, hem de görüş alanın genişlemesiyle manzaranın güzelleştiğini görerek coşkum artıyor. İki adımda bir, çalı kuşu, ötücü kuş, tanımadığım bir çiçek ya da yorgun derviş örneği yol alan bir tosbağayla karşılaşabiliyorum. Geleneksel tutumunu değiştirip kendini biraz sıkmasını, elli metre kadar daha yükselmesini boşuna diliyorum eşimden. Gelmiyor, elindekiyle yetinmeyi seçiyor her zamanki gibi.
Doruktan, suyu çekilmiş baraj alanı tümüyle görebiliyor. Yaklaşık seksen yılın biriktirdiği çamur-mil, suyunu çoktan çekmiş, yer yer kurumuş, köpek sürülerinin dolaştığı, oynaştığı alanlar oluşmuş. Yumuşak zeminde koşuyor, yalancıktan boğuşuyor oyun oynuyorlar. Hayli yüksekten ve uzaktan izliyorum olanları. Baraj su toplama alanı uzayıp gidiyor. Üstüne kondurulmuş Kırıkkale, Yozgat, Sivas tarafına giden çevre yolu köprüsü görünüyor uzaktan, Boğaz Köprüsü gibi uzun ve görkemli bir köprü. Oyuncak arabalar geçiyor köprüden. Çubuk Çayı ince bir ışıltı halinde kıvrılıyor köprünün altından ötelere.
Güneye döndüğünüzde bir birini izleyen tepeler uzanıyor art arda. Sonunda Hüseyin Gazi tepesiyle buluşuyor gözleriniz. Tüm bu alan, al-yeşil halılarla bezeli. Kilometrelerce uzayan yeşil tepelerde, ne kavalına asılmış yanık türküler çalan bir çobana ne koyun, ne de sığır sürüsüne değiyor gözleriniz. Nereye, hangi yöne bakarsanız boş meralar uzayıp gidiyor. Yaylaklar, yüzyıllardır besleyip büyüttüğü; son yıllarda tırnağına hasret kaldığı, küçük ve büyükbaş hayvanların çıngırak seslerini bekliyor sabırla. Bu denli kısa sürede yaylakların nasıl bunca yalnızlaştırılabildiklerine şaşarak bakıyor, acı duyuyorum.
Tepede, atmacaların gökyüzünde süzülüşünü, bir keklik sürüsünün önümden patlayarak havalanışını izliyorum. İçimi dolduran buruk coşkunun doruklarda gezindiğini duyuyorum o an. Atmacalara yukarıdan bakmak her zaman olası değildir. Ama burada o ayrıcalığı da yaşıyorum tek başıma. Eşimin, yalnız kalmaktan korkabileceğini, bana yine ağzına geleni söyleyeceğini, bu konuda yerden göğe haklı olduğunu düşünüyorum.
Bu kez tepenin güney yamacında ve inişteyim. Yamaçta, nicedir aradığım, seyrek karşılaşmaktan rahatsız olduğum papatyalar karşılıyor beni, tüm sıcaklığı, şirinliği ve tazeliğiyle. Papatyaların güneyi sevdiğini altmış yaşımın sonlarına doğru ancak anlayabilmiş olmanın bilgisizliğiyle yüzüm kızarıyor.
Kendimden geçiyor, aralarına dalıyor, yatıp yuvarlanıyorum bir süre
Her yer papatya, diz boyu hem de. Çocukluktan gelen alışkanlıkla kaşla göz arasında koca bir demet topluyorum. Deneyimlerime dayanarak, onun, ürkek ceylanımın, otta suda durmaz koca bebeğini bağışlamasına ancak papatyaların önayak olabileceğini düşünüyorum.
Deme o ki:
Çubuk Bir’in, doğa tutkunu, eliçabuk bir yöneticiye ivedi gereksinimi var.
Ankaralı dostlardan istediğim mi?
Zaman yitirmeden Çubuk Bir’e gidin. Çevreyi gözlemleyin.
Yaşadığım ikilemi siz de yaşayın.
İnsan eli değmişliğin her zaman iyiliklere “vesile” olmadığını, öteki evcil hayvanlar ortadan kaldırılınca, meydanın köpeklere kaldığını (köpekleri severim, o ayrı), meraların boynu büküklüğünü, yozlaşmanın ve yoksunluğun nerelere uzandığını görün ve acısını duyun.
Kendi başına kalan doğanın eşsiz olanaklarını tadın, koklayın, demetleyin.
Hadi. Hemen. Şimdi.