37
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2371
Okunma
Bugün canım çok sıkkın, çok! “Hiç neşeli insan gelmez mi buraya?” dediğim zaman çok oluyor, içim daralıyor inanın… Yine o çocuklar geldi bugün buraya; ne çok büyümüşler, şaştım kaldım… Koca delikanlı olmuş ikisi de… Bir an yıllar önce buraya getirildiğim günü hatırladım da küçücüktüler o zaman…
Ben kardeşlerimle fidanlıkta çok mutluydum. Şişman bir bakıcımız vardı; bizleri her gün sulardı. Ne güzel günlerdi o günler kardeş kardeş hep bir yerde sıkış tepiştik ama çok mutluyduk.
Bir gün, şişman bakıcımız bizleri yerimizden hışımla sökmeye, kocaman bir traktörün kasasına doldurmaya başlamıştı. Hepimiz çok şaşkındık, üstelik canımızda çok yanıyordu köklerimiz yerden hatır hatır sökülüyordu, acımaz mı hiç(!) İşte o zaman sevimli bildiğimiz bakıcımızın acımasız olduğunu anlamıştım.
Traktörün kasasında, o güne kadar hiç görmediğim kalabalık bir yere gelmiştik. Şişman bakıcımız, bizleri kasadan tek tek alıp gölge bir yere bırakmıştı. Şaşkın şaşkın etrafımı seyrediyordum ki, kucağında bir bebek, bir de eteğine yapışmış üç dört yaşlarında bir oğlan çocuğu olan genç bir kadın yanımıza yaklaşmıştı. İşte ilk kez o zaman görmüştüm gözyaşını, kadının gözlerinde… O gün bugündür hep gözyaşı görmekteyim, mutlu günlerim çok gerilerde kaldı çok(!)
Genç kadın cebinden mendilini çıkarıp gözlerini sildikten sonra işaret parmağını bana doğru uzatıp; “O servi fidanı kaç para?” demişti bakıcımıza. İşte o gün adımı öğrenmiştim. Ben bir servi fidanıydım. Gerçi şimdi koca ağaç oldum ama…
Kadının beni göstermesiyle, yanındaki ufaklık koşup yaprağımdan öyle bir yakalamıştı ki, birkaç yaprağım elinde kalmış; “Babama götüreceğim!” diye bağıra bağıra beni çekiştirmeye başlamıştı. Bakıcımla genç kadın arasında geçen konuşmadan sonra, kadın beni belimden tuttuğu gibi kardeşlerimin içinden alıp yola düşmüştü. Ufaklıkta arkamızdan, yetiştiği yerde birkaç yaprağımı yolmaya devam ediyor, aynı zamanda; “Babama götüreceğiz değil mi anne!” diye bağırmasına devam ediyordu.
Kadın yorgun, ufaklık yorgun, kucaktaki bebek sürekli ağlıyor, düşe kalka evlerine gelince, hiç bekletmeden bir kazma, bir kürek alıp beni köyün yakınlarında bulunan mezarlığa getirmişlerdi. Etrafıma bakınca, burada benim gibi irili ufaklı birçok servi ağacı olduğunu görmüştüm ama kardeşlerimden çok uzaktaydım ve çok üzgündüm. Üstelik köklerim de kurumaya başlamıştı. Kadın, elindeki kazmayla mermer bir mezarın ucuna kocaman bir çukur kazmıştı. Çukuru kazarken hâlâ ağlıyordu. Ne bitmedik gözyaşı varmış be(!) demiştim o gün. Nereden bilebilirdim, buranın bir mezarlık olduğunu ve buraya gelen herkesin ağladığını. Kadın, ufak oğlanla beraber kazdığı çukura beni dikip, sulayıp, ağlaya ağlaya geri gitmişti. O ıssız yerde o gece çok korkmuştum. Kardeşlerimden uzak ve üzgündüm.
Zamanla yalnızlığıma alışmaya başlamıştım. Bazı günler burası öyle çok kalabalık oluyordu ki, şaşıyordum doğrusu. Yıllar beni büyüttükçe bütün günleri öğrenmeye başlamıştım… Burası, bayramlarda, anneler gününde, babalar gününde çok kalabalık oluyordu. Onun dışında mezarlar ve biz servi ağaçları tek başımıza kalıyorduk. Yağan yağmurları, karları, esen fırtınaları, etrafımızda çıkan otları, yağmurdan oluşup bütün belime boydan boya yapışan salyangozları saymazsak yalnızdık(!)
Yıllar yılı o iki çocuk ve kadın mezarın başına gelip beni suladılar. Şimdi kocaman oldum tıpkı bugün gelen delikanlılar gibi. Delikanlılar yanımda konuşmasalardı onları tanıyamayacaktım. Büyük oğlan benim belime kollarını dolayıp başını sırtıma yaslayarak mezarı seyretti bir süre. Sonra, mezarın başında dönüp duran kardeşine; “Sıtkı, hadi sen biraz dedemin mezarına git; benim babamla konuşacaklarım var.” Dedi. Sanki küçük oğlanın da istediği buymuş gibi hemen dedesinin mezarına yöneldi. Zaten ikisi yan yanayken birbirlerinden sıkıldıkları için tek kelime konuşmuyorlardı. Küçük oğlan gidince büyüğü mezarın başına oturdu. Bir süre ellerini açıp dualar etti.
Sonra; “Babacığım, seni öyle çok özlüyorum ki, seninle top oynadığımız günleri hiç unutmuyorum. O topu kimselere vermiyorum, kendim de oynamıyorum. Aslında sen öldükten sonra ben hiç top oynamadım biliyor musun? Bir gün benim de çocuklarım olursa, o topla, çocuklarımla beraber oynamayı düşünüyorum. O zaman bezi görür müsün baba. Babacığım, bugün babalar günü, herkes babasına bir şeyler alıyor. Ben hep üzülüyorum. Gizli gizli o topu elime alıp ağlıyorum. Sonra kardeşimle beraber buraya, sana gelip senin başındaki servi ağacını suluyoruz, mezarının üzerindeki çiçekleri suluyoruz, seninle konuşuyoruz, işte hepsi bu baba! Seni çok özlüyorum çok!” dedi delikanlı ve ağlayarak dedesinin mezarına doğru yürüdü.
Dedesinin mezarına gelince, sırasını sabırsızlıkla bekleyen kardeşine; “Hadi şimdi babamla sen konuş Sıtkı” dedi. Sıtkı, koşar adım mezara doğru yürüdü, titreyen elleriyle bir süre mezarın üzerindeki Çiçeklere dokundu. Konuşmak istediği halde ne söylemesi gerektiğini bir türlü beceremiyordu. Zaten hep böyle oluyordu mezarın başına gelince. Sonra boğazına kocaman bir yumru sokuldu. Ağır ağır o yumruyu yutmaya çalıştı. Sesi hâlâ çıkmıyordu. Kendini biraz zorladı. Gözünden akan yaşlarla boğazı biraz yumuşamıştı.
“Babacığım, senin kime benzediğini hiç bilmiyorum. Evde bir sürü fotoğrafın var ama ben seni hiç canlı görmediğim için o fotoğrafların sana ait olduğuna bir türlü inanamıyorum. Ben seninle hiç oynamadım diğer çocukların babalarıyla oynadığı gibi. Ağabeyimi çok kıskanıyorum baba çok! O topu sürekli saklıyor, babam onu bana almıştı diyor. Oysa sen beni de seviyordun değil mi bana? Eğer sağ olsaydın benimle de oynardın değil mi? Ağabeyimin bir topu var seninle oynadığı; benim bir topum bile yok baba yok! Aslında annem bana bir sürü top aldı ama ben hep ağabeyimin sakladığı o topu istiyorum ve ağabeyimi çok kıskanıyorum baba çok!” dedi ve gözlerini silip ağabeyine doğru yürüdü. İşte bugün benim yine içim paralandı.
Çünkü BEN BİR SERVİ AĞACIYIM (!)
10.06. 2011/ Emine UYSAL