- 329 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 92
92] 1950’de gereği gibi üretip refahı dağıtamayan siyaset, önce el değiştirecek, sonrada halktı sosyal söylemlerle toplumsa olmaz biçimde, laiklikler aleyhine, eksen değiştirecekti. Bu uğurda kendisinden önce açılan yolun kapılarını, sonuna kadar açacaktı. Türk siyasi tarihinde tek partili döneme son verişle önemli bir yere sahip iken, değerli politikaları olmamamakla, kendisinden önceki partinin 1946’dan beri başlayan, sosyal bocalamaların ekseninde, netlikler sağlayışla kendisinden önceki eksen kaymalarına başlamış güncel gidişatından liberal olmanın dışında pek bir farkı olmayacaktı.
Serbest irade ile geleceklerse de içte ve dışta serbest irade ve politikalar oluşturamayacaktı. Elbette kimi küçük nazımları başlatacaklardı. Karma ekonomiden dönüş bu dönemin özel yatırımcı teşvik ve liberal politikaları ile başlayan yerleşimler, bu günkü yapının temelleri olacaktı. Hem aşırı dışa bağlı borçlanacaktı, hem bunalıma girilecekti.
Hem de özgürlükçü olduğunu söyleyerekten, iktidar olacaktılar. Hem de, özgürlükleri kısacaktılar. Üniversiteler kaynayacak, gazeteciler aydınlar, öğretim görevlileri içeri tıkılacaktı. Halk cephelere bölünecek, radyolarda vatan cephesi üye kayıtları ve duyuruları okutulacaktı. Zulüm inşa olurken, kendisini böyle; gövde gösterileri ile gelişirdiler.
Bilimsel değerler, üniversite profesörlerinin sırtında tu kaka edilecekti. Kendisi kara cüppeli (din softası) gibi davranan siyasetlerin, topluma vereceği ne olacaktı ki? Çapsız politikaların saldırısı, muhalif aydınların üzerine olacaktı. Bu meyanda siyasetler, öğretim üyelerini, ve profesörleri vurun abalıya, yapması üzerinden; bilim adamlarına ve yargı heyetlerine olan tahammülsüzlüklerini ve tüm siyasi açmazlarının kinini; ’kara cüppeliler’ diye dışa vuracaktılar. Böylece halkın gözünde aydın tavrı diye bir şey kalmayacaktı. ’Toplum halklaşacaktı’. En büyük hata ve yanlış buydu. Bu tahammülsüzlükle, öfke nöbetlerine girilecekti. En yetkili ağızlarca, aydınlar, bilim adamları ve yargı otoritesi; ’kara cüppeli papazlar’ diye aşağılanma ile yaftalanacaktı.
Buradan itibaren, aşagıdaki bölümler boyunca, ’Atatürk olmasaydı, başka Atatürkler olurdu’ kabili olan yoz anlayışların akıl dışı oluşlarını iki açıdan ele alacağım.
Bunlardan biri, genel ve evrensel ilkelerin, sosyal olan halkçı boyuta taşınmasıdır. Diğeri de ’Atatürk’ olurdu denen, en az 10 kişiden iki tanesinin tutumunu, göz önüne alacağım. Diğerleriyle de bunlarla benzer, ortak bağlamlı olmaları hesabıyla, bunlar da, genel bağlamcı seyir olaraktan, onlarla benzeşirdirler. Bu iki genel karakteristik içerikçe tutumları, bir iki örneklemelerle, ele alacağım.
Amerika devleti, Abraham Lincoln ve George Washington için, bizdeki gibi aynı tartışmaları yapmazlar. Oysa bizde bu tartışmaların kökenine indiğiniz de, inanın Derviş Vahdeti gibi meczupları lider saymaya varan fütursuzluklar, tezahür edecektir. Baksanıza Vahdettin ve Abdülhamit’i ulu hakan ilan etme yarışları başladı. Oysa bu padişahları biz değil, bizim duygularımız değil, zamanın kriterleşen süreçleşmesi, elemiştir. Zamanın nesnel pragması ve parametresi, bu iki tarihi kişiliğin de boylarını hayli aşıyordu. Bunların değil lider olmaları, bu kriterlere göre bunlar, iyi bir yönetici dahi olamıyorlardı.
Bu padişahlar için; şunu şöyle yapmıştı; şusu, busu bilinmiyordu; kimi yaptıkları halktan gizleniyordu gibi yaygaralar kopartılır! Esasen bunların tümü de olabilirdir. Ama bunlar bir liderlik için gerekli olan vasıflar değildirler. Olsa olsa iyi bir görev yapmadır. Ya da kötü bir görev yapamama tanımlılığı olabilirdi. Ki ülkenin de bu yapılanlardan, ne hale geldiği de 1920’lerde ortadadır!
Konjonktüre palyatif (anlık geçici) çözümler göstermeleri, kişilerin liderliği olabilir mi? Pansuman tedavi ancak, sağlık memuru olmanın bir vasfını gösterir. Efendim bunlar işi başaracakmıştı da, bunların işi yapmalarına cevaz vermemişlermiş. Sanki Atatürk’e ’Paşam, siz şunları şunları yapmayı düşünüyorsunuz. Buyurun ülkenin başına geçin de, hem bunları yapınız. Hem de vatanı kurtarınız’ mı dediler sanki? Ve Atatürk’ü zorla, hak etmezliklerinden ötürü mü, önder yapmışlardı?
Örneğin padişah Genç Osman da, kimi saptadığı sorunlara değin, köktenci kavrayışlar içinde oluşla, sorunları çözmeyi düşünmüştü. Ve bu anlamda atacağı ilk adımına, Yeni Çerileri ortadan kaldırmaya başlamakla işe girişmeyi düşünmüştü. Bir ıslahat hareketi olarak, yeniçerileri ortadan kaldıracaktı. Ama bu düşününü toy davranması nedeniyle, başaramamıştı.
Başarılsaydı bile akabinde ki konjonktür içinde bu eylemini destekler olacak, toplumsal ve siyasal kurumsal yapılanmaların, yeni tespit ve projelerin, yeni dinamizmin anlayış ve ruh yapısından ve öngörülerinden yoksun olacaktı. Bu nedenle de hareket ileri sürüşlerle desteklenir olamayacağından, gelişme akim (kısır, verimsiz) kalacaktı. Tüm bunları, Osmanlının, 1900’lü yıllara değin geliş süreci içindeki, genel eğiliminin yokuş aşağı doğru olmasından, kestirebiliyorum.
Böylesi Genç Osman vari olan, o günün koşullarında, yürürdeki hale göre, ortaya konması gerekip de, konamamış olanları, sırf padişahların fikren düşünmüş olmalarından ötürü, güncele bir çare olmak yerine, belki de güne pansuman olacak, akıldan geçirmelerini, bir önderlik ve liderlik özelliği mi sayacağız? İşte akılları perdeleme, buralarda başlamaktadır.
Oysa Atatürk’ün iç devinmeleri gibi, dış politika anlayışı da kendi coğrafyamızı konjonktürsel özeğe (merkeze) alan bir politika idi. Böyle bir politika güncele göre biçimlenirdi. Ve ilişkilenişleri buna göre ortaya koyar dinamizmi harekete geçirirdi. Atatürk’ün dış politikası, kendi yer eksenli (kıbleli) merkezi özelinden genelleşen, politikalardı. Bu bilinç ve dirayet bir kedine güven duygusunun belirmesidir.
Halktan yana politikalar uygulayanlar, arkasında halk gücü gören çok politikacılar, halkın refahını ve geleceğini hiç görememişlerdir. Bunun kırıntısını dahi yapamamıştırlar. Ama sanki yapmışlar gibi ya da yapacaklarmış gibi olan duygusal söylemlerin fırtınasını halkta estirmiştirler. Halk daima duyguyu alkışlamıştır. Halk hep duygunun çekeğine koşmuştur. Ya da halk hep bu yöne koşturulmuştur. Politikalar birinin kendi yer çekenliği etrafındaki savruluşların iş birliğine indirgenmiştir.
Örneğin; Cumhuriyetin, ilk kuruluş yıllarına dek dönemleri ve sonrası güncesindeki dış siyasetlerinde, kendi, coğrafyamızı ve kendi ülkemizi, temel yapan ve ülkemizin çıkarlarını merkez alaraktan Dünya’ya açılan bir politika idi. Bu tür, ülke yararına olan politikalar, lider politikalar değil de, nedir? Bu tür politikalar, komşu ülkelerin ve de her ülkenin olması gereken dirayetçi, kendi amaçlarına uygun ve denk olan, akılcı politikalarıdırlar.
Atatürk’ten sonraki politikacıların, kendi iç yer merkezli olan; bir lider politikaları olaraktan, pek bir esamileri var mı? Eğer varsa verimliliği nedir? Konjonktür değişebilir, ancak, siyasi coğrafyaların mevcut temel istekleri, araç ve yöntemler dışında, pek de değişmemiştir. Ne var ki şimdilerde siyasi coğrafyanın değişmesine dahi olumsuzca aracılık edile bilinmektedir!
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.