- 460 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 90
90] ABD resmi ideolojili, Amerikan Aramko şirketi destekli bu süreçleşmeler, gelecekteki şeriatçı ve çıkışları olan Rabıta örgütünü, ülkenin gündemine getirecekti. 12 Eylül 1980’in yılmaz, gözünü budaktan esirgemez yönetici kadro Atatürkçülerinin! Sarıldığı din iman politikaları, bu gibiden, ’yeşil kuşakçı’ ivmelerin üst doruğu olacaktılar!
Bu hal, milenyum tabir edilen, 2000’li yıllarımızda doğacak olan, ’ılımlı İslamcımızın’ en güncel konu olmasına giden yol olacaktı. Şunun şurasın da bu günlere 20 yıl gibi sayılı günler kalmıştı! ’Yeşil kuşak’, ılımlı ıslama giden; güzide yolun da başlangıç ve temel tuğlası idi! Ok yaydan çıkmıştı. İslamın ılımlısının, ılımsızının olurmusu olmazmısı da, din bilirlerin geniş ufku enginliğince tartıştırılacaktı!
Bu tartışmalarda dişe dokunur bir gıdımcık bir fikir bile çıkmayacaktı. ABD kültüründe ’ILIMLI’ demenin anlamı bir var. Geleneklerinden gelen bir konjonktürsel yorumlamadır. Bir ABD’li beyaz adam, yıllarca zenci kölelerine değin öldürme dahil, her tür işkence ve zulümü uygulamıştır. Dünya kamu oyunun ve ABD’nin kendi içindeki bu duruma olan infialleri ile ABD’lerinin, etkili yetkili uygulayımcıları, bu tepkiye karşı güncel bir cevap oluşturdular. Artık zencilere yapılacak işgence ve zulümü ’beyazlar değil de’, ’siyahi adamlar üslenecekti’! Böylece işgence, işgence olmaktan çıkacaktı! Çünkü işgence, bir beyaz adamın siyahiye bir uygulaması idi! Siyahın siyaha ırk ve ırk bağlamında, şiddet uygulaması olamazdı!
Söz gelimi karakolda bir siyahi şerif, tutuklu bir siyahi mahkuma insanlık dışı muamele uygularsa bu ’ILIMLI’ bir yaklaşım oluyordu. İşte TV!lerde günlerce ’ılılmlı İslamı’ tartışıp da bin dereden bin su getirilişlerle dahi bir türlü içinden çıkamadığımız ’ılımlılık’ buydu. Yani islam ülkelerine bir ’sam yeli’ değecekse, bu emperiyalistler eli ile olmamalıydı. Bunun adı sömürü oluyordu. Oysa aynı düzen, bir başka ’islam ülke üzerinden çevrimleşirse’, bu sömürülme, kabul edilir, hoşgörülür olunuyordu. Çünkü karşısındaki de bir islamdı. Bize dayatılan ’ılımlı İslam’ olmanın ılımının da; dayatanlar tarafından böylesi bir yaşantılaştırması vardır!
Emperyalizm, dün de, bugün de, İslam ülkelerinde hala demokrasi adına şeriatı ister dururlar! Hem de bir hak! Ve bir özgürlük olaraktan, ister! Zaten bu tür uydu ülkelerin islam olmanın dışında, neredeyse başkaca hiç bir hak ve özgürlükleri, egemenlikleri olamazdı! Hürlük içinde, dinsel egemenlik nelerine yetmezdi ki? Buradaki en büyük garabetlerden birisi de şudur; güzel inançlarımız, halkın konusu ve halkın işleyiş alanı içinde olacakken; birden toplumun konusu yapılıp, toplumun alanı içinde, belirmişti! Oyun budur.
Söz gelimi emperiyalist bir gücün kendileri bir hard disk üretirken, üretimin gücünü, dinden imandan alamazlarken, bize her şeyi; bizim kitaptan aldıklarını, işbirlikçileri ağzı ile söylerler. Bizim kutsal kitabı iyi okumadığımızı söyleyecek kadarı da işi çılgınlık boyutuna değin götürürler. Yanıltma ve yanılsatma da buradadır. Bu yanıltma, sapma ve saptırılmaların dezenforme edişleri üzerine siyaset ve politikalar, uydu ülkelerince, hem de: ’yeter söz milletin!’ diyerekten, inşa edilecektiler. Buradan da, söz milletten alınıp, ’ılımlı islama’ geçecekti. Yani ’yeter söz islamın’dı
Artık;’söz milletindi. Halk ne derse o olurdu. En büyük hakem halktı. Halka hizmet hakka hizmettir’ gibi yuvarlak sözlerin, akıl yaratmayan, sadece duygu yaratan hoşlanmalarıyla, halk olarak yüceltilme sarhoşuna dönecektik!
Artık sapla saman karışmış, perde gerisi provoke edişle gülmektedir. Perde önünde de, güya, olabildiğince demokrasi ve özgürlükle, bunu savunmaktadırlar. İşte böylece işbirlikçiler, toplumsal güç ve toplumsal mevzi kazanımlarını elde edebilmektedirler! Onlar kazandıkça toplum kaybetti. Siyasi politikalar kazanmış, halk okşanmış, toplum da her daim yitirmişti. Kazananın kaybedeni toplumdu.
Gerek kişiler, gerek ülkeler; geri kalmışlıklarını böyle ’ılımlılıkla’ yüceltiyorlardı! Artık aydın olmanın, eşleyişle; araştırıp geliştirememenin, fikir ve bilim üretememenin, yerini; böylesi ılımlı özgürlükleri savunmak, almıştı. Ekranlarda günlük, can siperine savunuşlardan olacak ki, işbirliklerini yerine getirmekti. Ve bir bilir, olarak, bir kanaat önderi olurluğun cakası ile bu türden yananlılıklarla, yeni aydın tipi goy goyculuk; gericiliğin yerini, ’güya aydınca’ dolduracaktılar. Dillerinde akıl yerine, anlamları birbirine girmiş bir abur cuburluk olaraktan hep; ’demokrasi, eşitlik, hak, hukuk, özgürlük’ gibi sanki sihir vaat eden sözcükler dökülür.
Tabanda bu hoşlanmalar güdülürken, tavanda bu ifsat olduruşlarla beraber, 60 yıl önceden madenler çoktan yabancı dostlara arzı pay edilmişti! Atı alan Üsküdar’ı geçiyordu. Başlatılan bilinçli dirençli sanayi hamleleri, dış yardımlarla; özellikle Marshall yardımları ve aynı dönemin Truman doktrinleri ile çökertiliyordu. Üretip de ne elde edecektik! NATO, ünesko, yünisef vs yardımları, nemize yetmiyordu!
Buldukta bunuyorduk doğrusu! İkinci Cihan savaşı sonrası günler bunu bize dayatmıştı. Bunların sonucu olaraktan şimdi bizde de ; bunların sadaka cinsi vardı. Allaha bin şükürdü! Bu ülkede M.Ö’den beridir durup duran ve üretilen; hep üretildiği halde, üretenini bu halde içinde bırakan, fındık, fıstık, üzüm, incir, elma, armut, zeytin vs. ticaretimiz ne güne duruyordu! Biz bunları yapmaya devam olunmalıydık. Oysa şimdi bile bunu da çok görmektedir sevgili dostlarımız(!) Mümkün oldukça kendileri bu işleri yapmağa talip olacaklar.
Teknolojisi geçmiş, Marshall yardımlarıyla hibe verilen malların, yedek parçalarının sağlanması karşısında ödenen maliyet, asıl mal fiyatının 4-5 katını bulmasının kazığını, hissettiğimiz de, Üsküdar çok çok gerilerde kalmıştı. Hazmı için ilaçlar alıyorduk. Bunlar bir ülkenin sigortasını tek bir partinin uhdesine bırakmanın yanlışlığı idi. Hoş çok partili hayatta da, aynı süreçler devam etti ya! Başlarda tedbir olabilen bu tutum, tüm cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülür olacaktı. Dış ilişkiler içindeki ikili anlaşmalarla, Atatürk’ün bağımsızlık çizgisi, bu dönemde 1942’lerde kırılmağa başlanacaktı.
Kitlelerle, buluşturulacak cumhuriyet değerleri, gerektiği gibi halkla buluşturulamamıştı! Halk da bu değerlere yaklaşık bir çoğunlukla sahip çıkmada zorluk çekip, çelişkilere düşebiliyordu. Atatürk’ün mücadele dönemindeki yalnızlığının ve umutsuzluğunun korkunçluğu, hiçbir dönemde yokken, Truman doktrinine ve Marshall yardımına boyun bükme, sırf Sovyet tehdidi ile açıklanamazdı. 1919’ların İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan vs’lerin Anadolu’yu fiili işgali, sırf tehdit olan ve nota teaddileri ile iyice artan 1946 dönemi baskı durumundan daha mı hafifti?
Sürecek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.