4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
683
Okunma
Halayık son tabağı da masaya koyunca Necib Efendi ellerini kavuşturdu ve dua etmeye başladı: “Bizi ve verdiğin nimetleri kutsa Tanrım, biz ki…”
Duayı avlunun kapısındaki çıngırağın sesi kesti. Herkes birbirine şaşkınlıkla bakarken kendini ilk toparlayan Necib Efendi oldu. Halayığa “Koş, bak bakalım” dedi ve duasına kaldığı yerden devam etti. Masadakiler de ona katıldı ama aklıllar kapının çalınmasıydı.
Halayık koşarak içeri geldi:
“Yeniçeriler gelmiş beyim, sizi saraydan istiyorlar.”
Artık masadaki yüzlerde meraktan çok korku vardı. Necib Efendi yavaşça yerinden kalktı, halayığa “Söyle, hemen geliyorum.” dedi ve yemek odasından ayrıldı. Çok geçmeden tekrar göründüğünde sarığı ve kaftanı üzerindeydi.
Yeniçeriler ve başlarındaki çavuş Necib Efendiiye gayet nazik davrandılar. Ama öte yandan da saraya niye çağırıldığını söylemediler. Yol boyunca hangi sebepten dolayı apar topar evinden alındığı Necib Efendiinin içini kemirdi. Sarayın dış kapısına geldiklerinde hala şaşkın ve cevapsızdı.
Huzura alınmadan önce bir süre bekletildi. Sonra bir saray görevlisi çavuşa sadrazamın kendilerini görmeye hazır olduğunu söyledi. Sadrazamın adını duyunca Necib Efendi iyiden iyiye gerildi. İki kişi koluna girip onu içeri itelediklerinde bacaklarında daha fazla güç kalmamıştı; sadrazamın karşısında yere kapaklanıverdi.
“Kalk Necib Efendi, kalk. Yüzünü görelim.”
Önce titreyek başını kaldırdı; sonra yavaşça doğruldu. Ancak sadrazamın göğüs hizasına kadar bakabiliyor, bu yüzden onun ifadesinden durumun ne olduğunu anlayamıyordu.
“De bakalım, sen Bahzadelerdensin, değil mi?”
“Buyurduğunuz gibidir devletlim.”
“Bir takım söylentiler işitiriz. Derler ki Bahzadeler eski itikadlarından vazgeçmemişler; İsa peygamberi ilah kabul edip tapınırmışsınız.”
“Haşa devletlim, ne demek! Biz Hakkın yoluna başkoymuş kimseleriz. Kuşaklardır bu böyle süregider. Kulağınıza gelen lakırdıları kim ediyorsa hasetinden ediyordur.”
“Demek öyle. Peki Galata kilisesi için ilahi yazmışsın. Ona ne demeli?”
“Yalan söylemişler. Devletlim, izah edebilirim: Kiliseye bir ilahi bağışladığım doğrudur. Ama bunu ben yazmadım. Dedem Yuhannainın gençlik yıllarından kalmadır. Evde tozlanıyordu. Bilirsiniz, biz musikiyle geçinen bir aileyiz. Dedemin yadigarının da seslendirilmemesine içim elvermedi; onu kiliseye bağışlayıverdim. Kusurum olduysa affola.”
Sadrazam Halil Paşa yerinden kalktı, Necib Efendinin iki yanındakilere uzaklaşmalarını işaret etti. Sonra
“Gel Necib Efendi,” dedi, “yürüyelim biraz.”
Geniş avluda yürümeye başladılar. Bestekar sadrazamın sağ yanında ve bir adım gerisindeydi.
“Öncelikle bilmeni isterim” diye söze başladı Halil Paşa, “neye itikat ettiğiniz, nereye bağış yaptığınız esasında beni alakadar etmiyor. Ama lakırdılar çoğalınca duymamazlıktan gelemedim. Yine de dikkat edin derim, her zaman sizi huzuruna kabul eden ben olmam.”
Sadrazam alçak sesle konuşuyor, onu sadece Necib Efendi duyabiliyordu. Geriden gelen korumalar ve görevliler olup bitenden habersiz, ikiliyi takip ediyorlardı.
“Ceddiniz hakkında söylenenler doğru mu? Diyorlar ki, dedenizin ailesi Viyana sarayında bestekarlık yaparmış.”
“Haşa devletlim; bunlar asılsız söylentiden ibaret.”
“Necib Efendi, artık makamımda değiliz, çekinmene gerek yok.”
“Doğruyu söylüyorum devletlim. Dedem Yuhanna Bah’ın ailesi Saksonyalıydı. Onlar da musiki ile iştigal eder, beylere, derebeylerine ve kiliseye besteler yaparlardı. Ama hiç bir vakit Viyana sarayının emrinde olmadılar. Saray ve şehir devlet-i şahanenin iradesine geçtikten sonra iç taraflara yapılan akınlar sırasında esir alınmışlar. Dönemin paşası onların kim olduğunu farkedince doğru saraya göndermiş. Konstantiniye’de dedem salipten yüz çevirince sultan da onları saray bestekarları arasına katmış. O gün, bugündür sarayın hizmetindeyiz.”
Sadrazam bir şey söylemeden yürümeye devam etti. Sonra durdu ve Necib Efendiye döndü:
“Ben de rahmetli validem için bir ağıt düşünüyorum. Sizin hanenin bir köşesinde unutulmuş bir tane daha var mı?”
Bahzade Necib Efendi ilk defa sadrazamın yüzüne baktı. Onun ifadesini görünce bestekarın gözleri parıldadı.
“Var devletlim” dedi, “Ceddimin kalemi çok bereketliydi. Valideniz için de bir tane var. Kendisinin ismi neydi?”