- 446 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Anı Defteri Buldum-3
Düşündüğüm gibi oldu ve sıkıntılı iki gün yaşadım. Bu konu sürekli zihnimi meşgûl etti. Ben unutmak için çaba harcadıkça tersi oldu. Adeta beynimin acıdığını hissettim.
Kızgındım. Kime mi? Kendime. “Neden gelen mesaja cevap yazdım, neden yanlış bir telefon numarası verip bu meseleyi kapatma yoluna gitmedim? “ Sorularını sordum durdum. Cevaplar da verdim, ancak bunların hiç biri beni tatmin etmedi.
“Beceriksiz, aptal, düşüncesiz, kafasız!” diyerek, kendimi suçladım. Bu süre içerisinde ne tek bir satır okuyabildim, ne de bir tek cümle yazabildim. Konuşulanları tam olarak algılayamıyor, yediğimden içtiğimden tat alamıyordum. Unutmak için uykudan medet umduysam da, o da boşunaydı.
Neyse, Pazar günü sabahı erkenden uyandım. Aslında o gece, doğru dürüst uyuyamamıştım. Gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Yüzümü yıkayınca biraz kendime gelir gibi oldum.
Kahvaltıyı ettikten sonra, geç kalmış bir insan gibi kendimi hızla dışarıya attım. Evdekilere hiçbir söylememiştim. Hayretle arkamdan bakakalmışlardı.
Otobüs durağına geldiğimde bekleyen üç kişi olduğunu gördüm. Biraz sonra bir Kadıköy otobüsü durağa yanaştı. Binmek için bir hamle yapmadım, kayıtsız bir şekilde otobüse baktım. Bundan üç-dört dakika sonra bir tane daha Kadıköy otobüsü geldi. Değişen bir şey yok, ona da sadece bakmakla yetindim.
Üsküdar’a giden bir otobüs durakta durunca bindim. Galiba Sibel olduğunu söyleyen bayanla olan randevuya gitmekten vazgeçmiştim. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Üsküdar’daydım. İndim.
Deniz kenarına doğru yürümeye başladım. Burada sakinleşeceğimi, kafamı dinleyebileceğimi sanmıştım. Yanılmışım. Vapurların, motorların, arabaların, satıcıların birbirine karışan seslerini kulaklarım bir çığlık gibi algılıyordu. Güzelim Üsküdar ne hale gelmişti! Yıllar önce deniz kenarında “Hacı Baba Restaurant” vardı. Üst katına çıkıp bir porsiyon kalkan ve yanına da bir duble rakı söyledin mi, gel keyfim gel! Gözlerim Hacı Baba’yı aradı, ama boşuna. Yıkılalı kim bilir kaç yıl oldu?
Burası da beni sarmamıştı. Vapur iskelesine doğru yürüdüm. İskelenin yanındaki durakta bir otobüste Üsküdar-Kadıköy yazısını görünce adımlarımı hızlandırdım. Ama otobüs hareket emişti bile. Arkasından koşmaya başladım. Şoför aynadan beni farketmiş olmalı ki yavaşladı ve en arka kapıyı binmem için açtı.
Kadıköy’de otobüsten inip yürümeye başladım. Ortalık kalabalıktı. Orta yaşlı bir bayan bana çarptı, bir delikanlı ayağıma vurdu, çiçek satan bir çingene kızı elindekileri bana doğru uzattı; neredeyse gözümün içine sokacak. Hepsine kaba kaba söylendim. Aksilikler bugün hep benimle olacak gibi. Nitekim, yayalara yeşil yanarken geçtiğim halde hemen yanımda biten bir taksi plakalı aracın fren sesiyle irkildim. Durabilmişti, ancak tersi de olabilirdi. Sürücüsüne pis pis baktım, o ise sırıtıyordu.
Kadıköy çarşısında balıkçıların olduğu yerde bir birahane var. Her Kadıköy’e indiğimde mutlaka oraya uğrarım. Orası benim “zamanı durdurma” deneyleri yaptığım yerdir. Zamanı durdurma dediysem bu saatlerce filan zannedilmesin; sadece bir an…
Dışarıdaki masalardan birine yüzümü deniz tarafına dönerek oturdum. Arkamda bir manav vardı ve her zamanki gibi adam sebze-meyvelerini düzeltmekle uğraşıyordu. Arada bir yeşilliklere su atıyor, birkaç damla da benim payıma düşüyordu. Sağ tarafta bir balıkçı, onun yanında et satan bir dükkan, bitişiğinde tarihi bir çeşme, bir kilise sıralanıyordu.
Ben bir şey söylemeden garson masaya servis açmış ve bir bardak birayı da koymuştu bile. Biraz sonra da benim sipariş vermemi beklemeden arnavut ciğerini ve midye tavayı getirecekti. Böylece o sormak, ben de söylemek zahmetine katlanmıyordum.
Kafamı kaldırıp karşı tarafa baktım. İnsan doluydu. Çarpmaması için etraftakileri uyarmak için bağıran bir delikanlı, balık kasalarını yüklediği bilye tekerlekli arabayı çekerek geliyordu. Çeşmenin yanına oturmuş olan bir kedi balıklara bakıyordu. Delikanlı benim yanımda durdu, bir balık alıp kediye atarken “Al, bu da senin göz hakkın.” Deyip arabayı çekmeye başladı.
Kedi, atılan balığa şöyle bir göz attı. İsteksiz bir şekilde balığı ön ayaklarının arasına aldı. Yiyeceğini zannettim. Hayret, yemiyordu. Ön ayaklarındaki balığı sımsıkı tutarak sırtüstü yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanmadan vazgeçip balığı bırakıp yarım metre kadar geriye çekildi ve oradan balığın üzerine atladı. Bu oyun birkaç dakika sürdü. Karnının aç olmadığı belliydi. Balık ağzında oradan uzaklaştı ve ben oturduğum süre içinde de bir daha aynı yere gelmedi.
Saate baktım. Tam 11.00’i gösteriyordu. Burada daha yarım saat oturabilirdim. Zamanı durdurdurma deneylerine başlamak istiyordum. Karşıdan gelen yaşlı, ama dinç bir adam, gene birbirine yaslanarak yürüyen yaşlı bir çift, ikisi kız birisi erkek kalabalığa aldırış etmeden yanyana yürümekte ısrar eden üç genç bu insan kalabalığında dikkatimi çekenlerdi. Bir an, yaşlı ama dinç dediğim adamın yüzü adeta dondu, midye dolu tabağı masaya koymak isteyen garsonun eli havada kaldı, gençlerin adımları kopan bir filmin son karesi gibi durdu. İşte benim zamanı durdurmam böyle oluyor. Tabi az sonra herşey kaldığı yerden devam edecek. Adamın yüzü eski halini alacak, garson tabağı masaya koyacak, gençler yürümelerini sürdürecek…
Bir de zamanı gerilere götürmeyi denemeliyim, diye düşündüm. Mesela kırk yıl geriye. Neden kırk yıl? Yoksa Sibel’in anı defterini yazmaya başladığı yıllara mı gitmek istiyordum? Evet, istediğim buydu. Denedim, ama başarısız oldum.
Sibel’in nasıl bir görüntüsü olduğunu tahmine çalıştım. Orta halli bir bayanın üzerindeki giysilere sahip, etli dudaklı, yeşil gözlü, zayıf biri olmalıydı. Boyu uzun, elleri ince, yüzünde yılların ve çektiği acıların izleri olan kırışıklıklar…
**
Yıllarca kaldığı müzeden çıkarılıp sefere konulan trmvayın içinde, Bahariye’ye doğru yol alıyorum. Aracın içindeki yolcuların çoğu orta yaşın üzerinde, genç denebilecek sadece bir-iki kişi var. Tramvay rahatsız edici bir metalik ses çıkararak ilerliyor. Her durağa yaklaştığında duramayacak, frenleri tutmayacak sanıyorum, ama zorla da olsa duruyor ve beni yanıltıyor. Yeniden kalkması ise umulandan biraz daha uzun sürüyor.
Anlaşılacağı gibi, randevuya gitmeye karar vermiştim. “Gidersem ne kaybederim? Bir-iki saat. Bugüne kadar bir-iki saati boş yere hiç mi harcamadım? Ya doğruysa söyledikleri? “ Diye düşünmüş ve tramvay durağına gitmek amacıyla birahaneden ayrılmıştım.
Bahariye caddesindeki yokuşu çıktıktan sonraki ilk durakta tramvaydan indim. Modadaki çay bahçesine doğru yürümeye başladım. Yaklaştığımda bir simitçiye rastladım. İki tane simit aldım.
Bahçedeki masalardan birine oturdum. Buradan giriş kapısını rahatlıkla görebiliyordum. Garson gelip bir arzum olup olmadığını sordu. “Biraz sonra!” diyerek bu soruyu cevapladım. Arkamdaki masada iki delikanlı ve bir kız yüksek sesle bir konuyu tartışıyorlardı. Sesleri yüksek çıktığı için dikkat çekiciydi. Tartışma bazen el şakalarına dönüşüyor, sandalye ayaklarının çıkardığı seslere gülüşmeler karışıyordu.
Saat 12’yi geçmişti. Bu ana kadar kapıdan tek başına giren sadece iki bayan olmuştu. Bunlardan biri gençti ve o nedenle Sibel olamazdı. Diğeri orta yaşın biraz üzerindeydi, ama kendisini bekledikleri anlaşılan bir masadan sallanan ellere doğru yönelmişti.
Benim yakınımdaki bir masadan boş bardakları toplayan garsondan bir çay istedim. Çayın gelmesi fazla sürmedi. Simitlerden birisini çayla yemeğe başladım.
Simit bitince masanın üzerine dökülen kırıntıları toplayıp bahçe duvarının kenarına çekilmiş olan tel örgünün yanına bıraktım. Az sonra bu kırıntıları fark eden iki güvercin oraya geldi. Kuşları gören bir kedi de yavaş ama dikkatli aadımlarla onlara doğru yaklaşmaya başladı. Kuşlarla arasındaki mesafe 3-4 metreye inince durdu ve oradaki küçük bir çukurun içinde pusuya yattı. Hafif kabarık sırtından her an saldırıya geçmeye hazır olduğu anlaşılıyordu. Kuşlar hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyorlardı, ancak kedi ile aralarında olan mesafeyi de hiç azaltmıyorlardı. Bu nedenle tehlikeyi sezmiş oldukları sonucuna varmıştım.
Dakikalarca bu ölüm-kalım oyununu izledim. Değişen bir şey olmadı. Yani ne kedinin ne de kuşların farklı bir hareket yapmak gibi niyetleri yoktu.
Buraya gelme amacımı unutmuştum. Merakla kuşların ve kedinin bu oyunlarını seyrediyordum. Derken lüks bir arabanın motor ve fren sesi önce kediyi hareketlendirdi. Kedinin hareketlendiğini gören kuşlar da kanatlarını çırparak uçup gittiler. Araba durdu, şoför inip arka kapıyı açtı, içinden şık giyimli bir bayan çıktı.
Bence arabadan inen bayanın Sibel olma ihtimali yoktu. O nedenle fazla dikkat etmedim, ama o şık bayanın biraz sonra çay bahçesinin kapısından hızlı adımlarla girerken, bir taraftan da çantasını karıştırdığını, telefonunu çıkarıp numara çevirdiğini ve telefonu kulağına götürdüğünü gördüm. Birkaç saniye sonra da benim telefon çaldı. Baktım. Bilinmeyen bir numaraydı. Telefonu açtım:
-Ömer bey, ben buluşacağımız yere geldim. Siz orada mısınız, yoksa ben gecikince gittiniz mi?
-Hayır gitmedim. Sizi bekliyorum.
-Neredesiniz? Sizi göremiyorum.
-Tam karşınıza bakın, 7-8 metre ileride ayakta duruyorum.
-Tamam gördüm.
Dedi ve yanıma geldi.
Orta yaşın biraz üzerinde, saçı başı yapılı, makyajlı ve oldukça pahalı giysiler giymiş olan orta boylu, toplu ama şişman denemeyecek bir kiloya sahip bir bayandı karşımdaki. Benim hayal ettiğim Sibel’e pek benzemiyordu. Gözlerinin yeşil olduğunu düşünmüştüm, kahverengiydi. Dudakları da etli değil, incecikti.
Oturduktan sonra bir müddet dinlendi ve konuşmaya başladı:
-Geciktiğim için sizden özür dilerim. İnanın bilerek, isteyerek olmadı. Trafik engeline takıldık. Kaza olmuş. Tam birbuçuk saat sanki çakılıymış gibi hiç hareket etmeden beklemek zorunda kaldık. Beklemeyip gideceksiniz diye endişelendim. Lütfen kusura bakmayın.
-Rica ederim. İstanbul’da yaşamayı seçenler maalesef bu tür aksiliklerle her zaman karşılaşabilirler. Bu şehir, hepimize bazı bedeller ödetiyor.
Sıkı sıkıya sarıldığı çantası kucağındaydı. Bu komik durumu kendisi de fark etmiş olmalı ki gülerek çantasını masanın üzerine koydu. İçinden bir paket sigara çıkardı. İçip içmeme tereddütünden sonra:
-Bir sakıncası var mı? Diye sordu.
-Rica ederim, buyrun, deyince de sigarasını yaktı.
Sigarası bitinceye kadar konuşmadı. Ben de söze nasıl başlayacağıma, ne diyeceğime, ne soracağıma bir türlü karar veremediğimden susuyor, onun konuşmasını bekliyordum.
-Mesajınızdan anladığım kadarıyla bana inanmamışsınız. Aklınızdaki kuşku ve sorulara bugün açıklık getireceğim.
-Kusura bakmayın. Bu sizden kaynaklanmıyor. Daha önceki deneyimlerim beni bu konuda oldukça kuşkucu olmaya zorladı. İkna edici delillere sahip olduğunuzu söylemiştiniz. Belki düşüncelerimi bu delillerle değiştirmeye muvaffak olursunuz.
-Bunu başaracağımdan eminim. Dedi ve çantasından kimliğini çıkarıp, bana uzattı. Ve ekledi:
-Sibel’in gerçek adını hatırlıyor olmalısınız. Çünkü anı defterinde yazıyordu.
-Evet, hatırlıyorum.
Dedim ve kimliğe baktım. Doğruydu.
-Sibel’in şimdi kaç yaşında olması gerekiyor?
-Tam olarak söylemem mümkün değil; defterde bu konuda kesin bir bilgi yoktu. Ama tahminime göre 55 ile 58 arası olabilir.
-Kimlikteki doğum tarihine bakar mısınız?
-Evet bu da tutuyor.
-Şimdi bana inandınız mı?
-Tam değil. Ad ve doğum tarihi benzerliği olabilir.
-Peki, gerçek adımı kullanmayıp Sibel olarak beni tanıtmanızı nasıl bildim? Bu da mı sizce bir kanıt değil?
-Böyle bir şey yapacağımı tahmin etmiş olabilirsiniz.
-Size son olarak sizden ve benden başka kimsenin bilemeyeceği bir bilgi daha sunacağım.
Dedi ve yere düşen bir bardağın kırılma sesiyle yerinden fırladı.
-Bardak düşmüş olmalı. Korkmayın.
Dedim. Arka masadaki gençler şakanın dozunu kaçırdıklarından bardağın kırılmasına neden olmuşlardı.
-İsterseniz, yerimizi değiştirelim. Daha sakin bir yere gidebiliriz, dedim.
-İyi olur, dedi ve oradan kalkıp çay bahçesinin en ucundaki bir masaya oturduk.
Öksürmeye başladı. Öksürmesi duracağa benzemiyordu. Bitince:
-Sigaradan olmalı, çok mu içiyorsunuz? Diye sordum.
-Hayır, sigaradan değil. Benim derdim başka!
-Sözünüz yarım kalmıştı.
-Evet, tamamlayayım: Sadece sizin ve benim bildiğim bir bilgi var demiştim.
-Evet, nedir o bilgi?
-Öyküdeki bütün kahramanların adlarını değiştirdiniz mi?
-Evet, değiştirdim.
-Hayır değiştirmediniz. Daha doğrusu bir tanesinin adını aynen verdiniz. Onun kim olduğunu söyleyeceğim.
Söyledi. Doğruydu ve karşımdaki bayan, kesin olarak Sibel’di. Bu durum beni gerçekten heyecanlandırmıştı.
-Bitmedi, dedi ve elini çantasına atıp bir defter çıkardı, bana uzattı. Anılarını yazdığı defterden farklıydı; ama içini açtığımda yazıların aynı olduğunu gördüm.
-Sibel’in yazısını hatırlıyor musunuz? Buradakilere benziyor mu?
-Evet benziyor. Aynı. Siz Sibelsiniz…
-Şükürler olsun. En nihayet başarabildim.
-Aklıma takılan bir soru var: Sizin mesajınızdan anladığıma göre 18 yaşında bir kızınız varmış. Halbuki anı defterinin sonlarında hamile olduğunuzu söylüyordunuz. Yani 39-40 yaşlarında bir çocuğunuz daha olmalı.
-Evet, o zaman hamileydim, ama o çocuk doğmadan öldürüldü.
-Doğmadan öldürüldü mü? Kim ve neden öldürdü?
-Babası tarafından öldürüldü. Anlatayım: Evlendikten sonra Kenan bana bir ay kadar iyi davrandı. Sakin bir hayat sürüyorduk. Annesinin bize gelmesiyle bu huzurlu ortam bozuldu. Kayınvalidem benden hoşlanmıyordu ve bunu her fırsatta belli ediyordu. Düğünde takılan para ve altınları ondan isteyince çok sinirlendi. Halbuki düğün gecesi, çalınmasın diye ne kadar para ve altın varsa -hatta buna kolumdaki bilezikler de dahil- hepsini bir bohçaya sardı ve ertesi gün bana teslim edeceğini söyleyerek götürdü. Aradan geçen bir aylık zaman içinde bu sözünü yerine getirmedi. Ben de takıları istedim. Çok bozuldu, sinirli bir şekilde yanımdan ayrıldı. Bu kızgınlıkla evine gideceğini sandım, gitmedi; oğlu akşam işten dönünceye kadar bekledi. Ben mutfakta yemek hazırlarken o, içeride oğlunu benim aleyhime doldurdu. Tam olarak ne konuştuklarını duyamıyordum, ama kulağıma gelen birkaç kelimeden beni şikayet ettiğini anlamıştım. Sofrayı hazırladım, çorbaları taslara koyduktan sonra sofraya oturdum. Tam kaşığımı elime almıştım ki Kenan’ın bir tokadı ile neye uğradığımı şaşırdım. Hiçbir şey sormadan, konuşmadan bana vurmuştu. Kayınvalidem oğlunun bu davranışı karşısında tepki vermedi, sadece soğuk bakışlarıyla beni süzdü. Ağlayarak sofradan kalktım ve yatak odasına gidip kendimi karyolanın üzerine attım.
Sibel olanları anlatırken adeta tekrar yaşıyordu. Gözlerinden süzülen yaşları silmek için konuşmasına ara verdi. Tam o sırada garson geldi ve Sibel çay içmek istediğini söyledi.
-Üzülecekseniz konuyu değiştirelim, dedim.
-Hayır değiştirmeyelim. Anlatmak istiyorum. Kırk yıldır yaşadığım birçok olayı kimse ile paylaşamadım. Bunları tekrar tekrar kendime anlattım durdum. Oysa şimdi anlatıp rahatlamak istiyorum. Hiç olmazsa ömrümün son günlerini bu yükten kurtulmuş olarak geçirmek arzusundayım.
-Ömrünüzün son günleri mi? Ne demek istediniz, anlayamadım!
-Lafın gelişi canım. Siz benim her söylediğimi ciddiye almayın.
-Peki, öyle olsun. Sizi dinliyorum.
-Dayaktan sonra o geceyi bizde geçiren kayınvalidem, ertesi sabah evine döndü. Kenan’la dört gün tek kelime bile konuşmadık. Dördüncü günün gecesi yaptıklarının hesabını sormaya karar verdim. Birkaç cümle söylemiştim ki kafama aldığım bir yumrukla yere yıkıldım. Öfkesini alamamış olmalı ki düştüğüm yerde beni tekmeleye başladı. Kaç tekme vurdu bilmiyorum. Sadece, ortalık kan içinde kalınca paniklediğini hatırlıyorum. Bayılmışım. Ayıldığımda bir hastanedeydim ve başucumda kayınvalidem vardı. Onu görünce bir çığlık attım. “Bu kadını burada istemiyorum, alın götürün şunu!” diye bağırmaya başladım. Hemşire ve doktorlar bağırışımı duyup içeri girdiklerinde onlara da kayınvalidemi buradan çıkarmalarını istediğimi söyledim. Dediğimi yaptılar, rahatlamıştım. Daha sonra başka bir doktor gelerek beni muayene etti ve bebeğimi kaybettiğimi uygun bir şekilde anlattı. Olumsuz bir tepki göstermediğimi görünce doktor biraz şaşırır gibi oldu. Lütfen beni kınamayın, ama doğrusu bebeğin düşmesine hiç üzülmemiştim.
Garson çayları getirdi. Diğer simidi Sibel’e uzattım. Ortadan bölüp yarısını bana vermek istedi. O gelmeden önce simit yediğimi söyleyip teşekkür ettim. İştahla simidi yemeye başladı.
Simidi bitirince birer çay daha istedik. Sibel hemen bir sigara yaktı. Birkaç nefes çekti. Bir telefon sesi duyuldu. Sibelin telefonuydu, açtı ve kısa kısa birkaç kelimelik cevaplar vererek konuşmayı sonlandırdıktan sonra, ayağa kalktı.
-Gitmek zorundayım. Nedenini sormayın. Size daha sonra anlatırım.
-Çayınızı içseydiniz bari! Şimdi gelir…
-Ne olur beni bağışlayın! Gitmem lâzım. Ben sizi en kısa zamanda arayacağım. Alllahaısmarladık.
Dedi ve hâlâ elinde olduğunu farkettiği sigarasını tablada söndürüp, hızlı adımlarla kendisini bekleyen arabasına doğru yürümeye başladı.
Şoförün açtığı kapıdan arabaya binmeden önce benim bulunduğum tarafa doğru baktı, hafifçe gülümsedi ve el salladı…
YORUMLAR
Ömer Bey, bu hikayeniz de mağaranın kamburu gibi merak uyandırıyor ve hep meraklı yerinde kesiyorsunuz. Sibel'le ne zaman konuşacaksınız tekrar bakalım.
Akıcı ve konusu merak uyandıran bir yazı, ayrıca imlalar da örnek alınacak kadar güzel, diyaloglar yerli yerinde. Benden tam puan.
Tebrik ederim.
Selam ve saygımla.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Beğenmenize sevindim.
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Selam ve saygılarımla.