- 590 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GARİP MASAL
"Çevreye, onun güzelliklerine, onun mutluluk veren tılsımlı seslerine tutkunlaradır bu öykümüz. Gittikçe bozulan dünyamızdaki yok olan yeşilin, mavinin, beyazın ve diğer renklerin göklere yükselen çığlıklarına sağır kalmayanla¬radır bu öykümüz."
O günler bir başka günlermiş. Elle tırnak, kaşla göz söz geçiremezmiş birbirlerine. Kötü olmak kolay, iyi olmak çok zormuş nedense. Dünya azgın bir rüzgar selinin önünde, kendinden geçmiş bir halde sürüklenir dururmuş.
Kara kara bulutlar dolanırmış göklerde. Kara kara taneleriyle, kara kara yağmurlar düşermiş yer yüzüne. Biriken sular sel olup çağlar, önüne gelen her şeyi yıkıp geçermiş.
Yıldırımlar kaynaşırmış göklerde. Şimşekler tüm azgınlıkları ile gökleri yurt tutup, gözleri kör eden ışıklarıyla tüm canlıların yüreklerine bitimsiz kor¬kular salarlarmış.
Kentler üst üste yığılmış beton yığınları gibiymiş. Kentler büyüdükçe yeşiller yok olur, ağaçlar dağla¬rın çok uzak ve ıssız köşelerine kaçışırlarmış. Çiçekler uzak dağ tepelerinin kuytularında bulunan kayaların gölgelerinde korkuyla titreşip, uzaktan beliren kötülük bulutlarının ağır ağır gelişlerini çaresiz gözlerle izlerlermiş.
Fabrika dedikleri koca koca binalar varmış, Binlercesi korkunç ağızlarıyla kara dumanlarını göklere salıp, kirli ve zehirli atıklarını o güzelim duru su¬lara bırakırlarmış.
Duru sular hayattı, Binlerce, yüz binlerce, belki de milyonlarca tür canlının yeri, yurdu, yaşam kaynağıydı. Rengârenk, çeşit çeşit, boy boy canlılardı bunlar.
Nereden çıkmıştı bu kara düşman ? Neden dünya¬larını zehire boyamaya çalışıyordu ? Neden zevk alı¬yordu böylesine acı ve ızdırap vermekten ?
Onlar ağızsız, dilsiz varlıklarmış. Onlar içinde bulundukları ortamı kavrayamazlarmış. Şikâyet edemezlermiş. Hem şikâyet etseler de kim anlarmış dillerinden. Kim dinlenmiş onları ?
Onlar düşünceden yoksun ama, duru sular içinde mutluluğu tadım tadım yaşayan güzel canlılarmış.
Hangimiz şöylesine iç sıkıntılarımızdan arınıp derinden bir nefes alarak : "Oh ne güzel bir dünya, ne güzel bir yaşam !.. Ne kadar mutlu¬yum Tanrım..." diyebiliyoruz. Evet, evet şöyle içten gelerek "Çok çok mutluyum !.." diyebilecek kaç kişi çıkabilir aramızdan.
Binlerce kara bulut kümesi çalmıştı içimizden mutlulukları. Güneşimiz, o can veren, yüzü mutlu¬luklar devşiren güneşimiz koraya boyanmıştı. Yavaş yavaş karaya boyanıyordu tüm evren. Göklerden o tatlı cıvıltılar yok oluyordu. Serçeler, sığırcık kuşları, güvercinler, minik tarla kuşları ve adını sayamadığıma daha nice¬leri yurtlarını bırakıp, ırak orman diplerine sığmıyorlardı.
Gökten kara kara yağmurlar yağdıkça, duru suların rengi kaçar, kapkara bir renge dönüşürmüş,
Aman Tanrım o nasıl çığlıklarmış ?. O sessiz çığlık-lar nice acının, ızdırabın ve ölümden kaçışın çığlık¬larıymış, O sessiz çığlıklardan kulağı sağırlaşan dünya çaresiz gözyaşları dökerek evreni koca bir gözyaşı denizine çevirmişti.
Duru sular bir cehenneme dönmüştü artık. O eski, şen kahkahalar, ince bir hüzne, korkuya ve ardından yalım yalım kaynayan acılı ölümlere dönmüştü.
O varlıklar ağızsız, dilsiz varlıklarmış, Şikâyet ede¬mezlermiş. içinde bulundukları ortamı kavrayamazlarmış. Kaçabilirlermiş sadece. Biteviye, korku dolu, bilinçsiz bir kaçışmış bu. Yollar karışır, eller ayaklar dolaşır, her şey birbirine girermiş
Arkalarından kovalayan, o kara zehir saçan canavarlar amansızmış. Bırakmazlarmış peşlerini, Ölüme susamış bu canavarların önünden kaçmak çok güçmüş. Gün yirmi dört saat koşarlarmış. Kara canavarlar ölüm rüzgarları olur, sonsuz iştah-larıyla onlara aman vermezlermiş. Yorgunlar ve yılgınlar bir bir teslim olup ölümün kollarında sonsuz uykulara dalarlarmış, işte deniz kenarlarındaki kirli ve çirkin kumsallara vuran sessiz balıklar, yengeçler, karidesler, At kestaneleri, deniz yıldızları ve adını bilmediğimiz daha niceleri bu sonsuz uykuya dalmış zavallıcıklarmış.
Bu önceden böyle değildi. Dünya yine aynı dün¬yaydı, ama bulutları apaktı. Mavi bir deniz gibiydi gökyüzü. İç içeydi gökle deniz. Sevgileri yeşille el eleydi. Tanıkları rengârenk balıklar, kuşlar ve böceklerdi. Mutlulukları dudak dudak gülücüklerdi.
Çiçekler açardı dört bir yanda. Arılar bal devşirirdi petek petek. Karıncalar kış hazırlıklarını yaparken neşeli şarkılarıyla evreni coşkuya boğar, binlerce tohum gökten düşen inci taneleriyle çatlar, toprağa kök salıp, tomurcuklar açarlardı.
Ağaçlar meyvaya durur, dallarında binlerce yüz binlerce güzellik yurt edinirdi.
Ne güzeldi o günler. Günlerce toprak altında kalmış bir solucanın yeryüzüne dönüp, güneşe şöyle bir: "Merhaba" demesi ne güzeldi. Birazcık tembelce de olsa cırcır böceğinin şarkılarıyla çın¬layan doğa, oynaşan sincaplar, buldukları bir parça peyniri kemiren fareler; güneşe dönen al¬tın saçlı ay çiçekleri ne güzeldi. Her şey gü¬zeldi. Mut¬luluk gülleri açardı dört bir yanda. Her şey, her şey çok güzeldi.
Peki neydi evrenin üzerine çöreklenen bu korkulu düş ? Neydi ak bulutları karaya dönüştüren, duru suları zehirleyen giz ?..
Bir şeyi unuttuk galiba. Evren, sadece denizlerden, hayvanlardan ve bitkilerden mi ibaretti ? Bütün bunlar ağızsız, dilsiz, düşünme yeteneğinden yoksun varlıklardı. Ya ağzı da, dili de olan, konuşan, düşünen varlıklar ?.. Onlar ne yapıyor¬lardı sahi ?
İnsan diyorlardı kendilerine. Her şeyi bilirlerdi.
Evrenin efendisi, sahibi, yöneticisiydiler. Beyinleri sonsuz bir enerjiyle yüklüydü. Hayaller görürlerdi. Engin, uzak dünyaların hayallerini. Bıkmak usanmak nedir bilmezlerdi. Gece demez, gündüz demez bu hayallerin peşinde koşar, yeni dünyalar yaratmaya çalışırlardı. Her şeyin, her işin bir kolayı vardı. Bulurdular. Bu yüzden dünyanın bir ucundan diğer ucuna seslenseler, sesleri duyulurdu. Ay’a, yıldızlara el atıp, yaşam belirtileri ararlardı. İşte fabrikalar bu doymaz iştahlarının birer karşılığıydı. Hızla artan insan nüfusunu sığdıracak görkemli binaları gökleri deliyordu.
Kötü müydü yer, yurt sahibi olmak ? Kötü müydü evrenin en ırak köşelerine uzanmak ? Kötü müydü fabrikalar kurup yaşam koşullarını insanların yararına düzenlemek ? Değildi tabi... Bu on¬ların en doğal hakkıydı. Mağaradan çıkmışlar, şimdi göklere uzanıyorlardı. Ne güzel, ne gurur verici bir ilerlemeydi bu.
Bazıları bu bilinçsiz ilerlemenin karşısındaydı. İnsan düşünen, mantığıyla hareket eden, aklıyla doğruyu, eğriyi ayırdedebilen tek varlık değil miydi ? Öyleyse kendi zararına olacak gelişmeleri de sezinlemesi lâzım gelirdi.
Neydi göklerdeki kara bulutlar ? Neydi duru sularımıza çöreklenen bu korkulu düş ? Neydi etrafı¬mızdan kuş cıvıltılarını alıp uzaklara götüren giz ? Bu sessiz çığlıklar, inleyişler, gözyaşları neydi ?
İşte bunları bilmeliydi insan. Bilmeliydi ki, mutlu¬luk mavide, yeşilde ve kuş cıvıltılarındaydı. Çiçeklerde, denizlerdeki canlılarda, ağaç dallarında oynaşan rengârenk güzelliklerdeydi
Ve insan evrenin mutluluk veren gizlerini çözerken çevresini kirletmeden, bu güzellikleri yok etmeden ierlemenin yolunu bilmeliydi. Çünkü çirkinliklerle iç içe olmak onun doğasına aykırıydı ve insan çirkinliklerle iç içe yaşayarak aradığı mutluluklara ulaşamazdı.
Bir garip masalmış bu. Hayalle gerçek arası bir şey. Görenlere akılmış, görmeyene anlamak istemeyene ne desek boş. Ama dünya ne görenin, ne de görmeyeninmiş yalnızca. Gözünü açarı her canlının, yaprağa duran her ağacın, mavide akıp giden balığın, havada uçan kuşun velhasıl her varlığın hakkı varmış bu uçsuz bucaksız evren üzerinde. Onlar ağızsız, dilsiz varlıklarmış. Düşünemezlermiş yarınları. Fabrika dumanları, suya karışan zehir, kıyıma uğrayan o güzelim yeşil, karaya boyanan dünya, onlarca hiçbir şey ifade etmezmiş.
Onlar ağızsız, dilsiz; düşünceden yoksun yaratıklarmış, Düşünemezlermiş yarınları.
BİZLER AĞIZSIZ, DİLSİZ VE YARINSIZ olmayalım dostlar,
………………..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.