Hazal
Hazal
Öykü
Kadriye YAPICI
Bembeyaz papatyaların baharın muştucusu sayılması gibi, beyaz ve pak kar da kışın muştucusu sayılabilir. Evimizin tatlı sıcağının içinde, kömür sobasının yanında, dışarıda küçük, beyaz kelebekler gibi sağa sola salanıp dans ederek yağan kar tanelerini izlerken, sırf bu tatlı, beyaz yağış için kışı bekleyen içimdeki sevinç garip bir hüzünle bölündü. Bu hüznü yoklayınca hüznümün kaynağında Hazal’ın dünkü sözleri ile yüreğime yerleşen üzüntüye rastladım. “ Yine bir zemheri soğuğuna teslim oldu Adıyaman,” demişti. Sonra da karı hatırlatan kelimeler saymamı istemişti. Ben de saymıştım: Kartopu, kardan adam, kayak… Sonra da o saymıştı: Soğuk, çığ, odun, kömür, hastalık, varmamak, ölüm...” Karın aklıma getirdiği en güzel kelime kardelen. Sen de kardelenleri andırıyorsun. Kardelen karı deldiği zaman anlarsın ki bahar çok yakın,“diye de eklemişti.
Hazal’a çok acıdım ve anladım ki acımak iyi bir duyguymuş. Çünkü acıyınca düşünüyormuş insan; bu yoksulluğun, bu çaresizliğin kaynağı ne? Bu yazgıyı, onun yazgısını kılan kim? Bir çözüm olsa. Benim güzel arkadaşımın da gelecek günleri ışıltılı, yazgısı aydınlık olsa... Bunun bir yolu var mıdır? İnsan öngörülen yazgısını değiştirebilir mi? O da bunu hayal ediyordu. “ Kozamı kırıp bir kelebek olmak istiyorum. Sürüngenlik durumundan kurtulup uçmak, çiçeklere konmak istiyorum,” demiyor muydu? “ Âlemlerin Rabbi’nin yarattığı küçük bir tırtıl bunu yapıyorsa ben de elbet yaparım,” demiyor muydu? Yapardı! Umarım benim güzel arkadaşım, kozasını kırmayı başarırdı. Yazgı neydi ki? Doğanın acımasız koşullarına, karıncaların istilasına dayanan yüzlerce yavrusu vardı ipek böceklerinin. O da pekâlâ şanslı bir ipek böceği-yavrusu olabilirdi. İçinin berraklığı farklı değildi ki bir ipek böceğininkinden.
Kar güzel yağıyordu ama artık bana tatlı duyguları, oyun ve eğlenceyi hatırlatmıyordu. Perdeyi kapatıp, babam nöbette olduğu için yapacak fazla bir işi olmayan ve bir cumartesi gününün tembelliği ile kitap okuyan annemi rahatsız etmeden, canımın sıkkın olmasına rağmen yatağıma uyumaya gittim. Tıpkı babamın yaptığı gibi… Babam da ne zaman üzgün olsa uyurdu. Uykuya yatarken bir çocukluğu vardı.
Benim için değerli olan, hep mutlu ve mutlu olmasını istediğim güzel arkadaşım, dün karla ilgili söylediği sözlerle kalbimde derin bir sızı bırakmıştı. Çocukluğu karın aylarca yerden kalkmadığı bir köyde geçtiği, kasabadaki okuluna giderken kar yüzünden ayakları ıslandığı, ıslanmış ayaklarla ders dinlediği ve anası altı aylık hamileyken kanaması başlayınca kar yüzünden şehre götürülmediği için öldüğü. Ve anası ölürken babası “Gözün kör olsun kar, yolumu niye kapadın kar, ocağımı niye yıktın kar, “ diye bağırdığı için, Hazal karı hiç sevmiyordu.
İki yıl önce hafta sonları evde durmayan ben, annem “yeter kızım bu kadar gezip tozman, erkekler senin gibi gezmiyor bu kadar, sen bu vurdum duymazlıklarınla yarın nasıl evlilik yaparsın, hiçbir erkek böyle bir kızı istemez,” diye söylenip dururdu. Annemin yaptığı nasihatleri yalnızca annem duyardı, söylenenler bir kulağımdan girer diğerinden çıkardı.
Ya şimdi, içimde Hazal’ ın , “yine bir zemheri soğuğuna teslim oldu Adıyaman,” diyen sesi... Ses bilincime, bilmediğim bir kaynaktan ulaşan iç ses soruyordu: “Seslere iyice kulak ver!” Ben de düşünüyordum, aşk da sesin başladığı yerde mi başlar? Peki, ses nerede başlar? İlk ses, dünya kurulduğundaki ses. Belki parçalanan bir kayanın sesi, belki kükreyen göğün sesi, belki su sesi, ilk ses hangi ses? Annemin sesi. İçimdeki ses “seslere kulak ver!” diyor. Boş seslere değil, dolu seslere kulak ver! Çatlayan tomurcuğa, yürüyen karıncaya, tıslayan kaplumbağaya, kayan toprağa, bir kelebeğin kanatlarından yayılan vuruşa, evreni bütünleyen tüm seslere, ruhla bedenin alışverişindeki çığlığa...”
Ses, ilk ses, acı ses, feryat eden ses, inleyen ses, gürleyen ses, coşkulu ses, mutlu ses. “Seslere kulak ver! İlk sese, son sese kulak ver! Kulak ver!”
Verdim. Kulak verdim, soluk verdim. İçimdeki sesin kaynağını dinledim. Bir aşka can verdim. Söz bitti, ses başladı. Sorgu yoktu, soru yoktu, dinleme vardı. Dinliyordum içimdeki feryadı.
“Neyin var Ayfer, hasta mısın? “ Annemin sesi bir deprem oluşturmuştu beynimde. Bütün sesleri yerli yerince koymam pek uzun sürmemişti, “bir şeyim yok anne” dedim.
“ Kızım uyumuyorsun ki, mırıldıyorsun sürekli, yatakla sanki savaşıyorsun, kızım yoksa aşık mı oldun? Hem de bu şehirde, aman Allah’ım bu da başıma geldi, görüyor musun? Seni bu Doğulu insanlar için mi doğurdum, seni doğururken o kadar sancıları boşuna mı çektim! ” dedi kendi kendine senaryo kurarak. “Evet anne, aşığım, aşık olduğum kişi Kürt ve yoksul. “ Annem bu dediklerime inanmış ve ağzına geleni sayıyor.
Kar dinmişti. Sokaklar, ağaçlar, bahçeler, gecekondu damları, her yer beyaz ve el değmemiş bir kızın hayaliydi sanki. Bu görünüm kimi kızlar için gelinlikti, duvaktı, mutlu bir yuvaydı, hayırlı bir evlattı. Ama kimi kızlar için de korku, beyaz kefen, ölüm, kabus, yokluk üşüme...
Kar bile yağsa Ya da fırtına
Güneş donan Hazallar için
Elbet bir gün doğar...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.