- 2364 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
AŞK VE HİKMET AYNASI MEVLÂNÂ
Men bende-i Kur’ânem eğer cân dârem / “Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eğer nakl küned cüz’ın kes ez güftârem / Bîzârem ez û, v’ez ân sühen bîzarem.”
(“Canım var oldukça ben Kur’an-ın kölesiyim. Ben Muhammed muhtâr (as) ın ayağının türâbıyım. Eğer benim sözümden bundan başkasını bir kimse naklederse o kimseden de, o sözden de tiksinirim…” )
İnsanlık tarihi hayatı ilgilendiren her alanda yetiştirdiği seçkin insanlarla doludur.
Akîl ve hakîm insanlar her biri, baktıkları ayrı ayrı ufuklardan tespit etmiş oldukları akışın gizemlerini çözerek paylaşmaya çalışmışlardır bütün bir insanlıkla.
Gerek tefekkür, araştırma, gerek se keşif ve buluşlarla yakından ilgilenmeyi hayat gerekliliği ve tarzı olarak hisseden marifet ehli insanlar bir anlam da diğer insanların akıl, gönül ve ruh inkişaflarına ayna olmuşlardır.
Her bilge insan akıl ve keşif gücü, keşfettiği nesnelerin hayatı ilgilendirme, gereklilik derecesi,
tespitlerini insanlıkla paylaşabilme girişim ve imkanları oranında asırlar öncesinden günümüze kadar ulaşan nice derin izler bırakmışlardır insanlığın ortak hafızasına.
Teknik’ten, sanayi’ye, ekonomi’den genel kültür’e, tıp’tan edebiyata tüm alanlar ve mânevî iklimlerde insanlığın gıpta ile andığı akıl ve gönül ehli değerlerle zengin bir birikime sahip olduğunu görmekteyiz insanlık ve İslam ümmetinin.
Manevi iklimimizin mimarları arasında çok seçkin bir konuma sahip olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin ünü kıtalar aşarak bütün bir dünyaya mâl olmuştur ve bu ün her yıl daha da taçlanarak devam etmektedir.
Her inanç ve düşüncenin muhibban alıcıları olduğu gibi reddiyeci, muhalif muarızlarının olması da muhtemel ve gayet normal, hatta mutlaka olması gereken bir vâkıâ’dır.
Bu anlamda bırakın tüm dünya da sağlıklı bir konsensüs sağlamayı kendi kavmi içinde bile hiç kimseye nasip olmamıştır. Peygamber (as) leri ayrı tuttuğumuz da bu durumun kendi dindaşları ve hatta daha dar anlamda cemaat yapıları arasında bile bunun mümkün olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız.
Hayatı ilgilendiren tüm alanlarda dayatma ahlakından uzak tavırlar sağlıklı ve verimli sonuçlar doğuracaktır. Bu bağlamda; her düşünce ve inançtan insanın sesli düşünme (yazma ve konuşma) özgüvenini gösterdiği durumlarda bir mütefekkir, alim ve edebiyatçı ya yakışan olgun tavırlar sergilemeye hem kendileri hem de muhatapları açısından büyük ihtiyaç vardır. Her iki zümrenin de ön yargı, hakaret ve saldırganlıktan uzak bir edebî estetik içerisinde “Bu hususta benim ulaştığım düşünce inanç ve tespitlerle ilgili bakış açım ve yorumum kendimce doğrudur, ancak diğer yorum ve bakış açılarının doğru olması da ihtimal dahilindedir” anlamında ki nezaketli yaklaşımın tüm ilim, kalem ve kelam erbabı tarafından benimsenmesi bir erdem seviyesi olacaktır hiç şüphesiz. Böylesi bir yaklaşımın istikrarsızlık olarak algılanmaktan öte geniş ufukluluk ve hakkaniyet çizgisine riâyet olarak anlaşılması da akl edenlerin şiârıdır.
İnanıyorum ki; bütün alanlarda olduğu gibi Mevlânâ hakkında da genel düşünce ve ifade özgürlüğü ilkeleri ile hakkaniyet ahlâkına uygun olarak yazılan, konuşulan tüm tartışma ve reddiyeler kültür tarihimiz açısından çok önemlidir. Bunların okuyucu ve araştırmacılar tarafından saygın bir birikim olarak kabul edilmesi, kabul ve reddiyelerin ön yargı ve bağnazlık dar görüşlülüğünden uzak bir ufukluluk ile dillendirilmesi de en geniş anlamıyla insanlığın kazanımı olacaktır.
A-) AİLE YAPISI VE GENÇLİK DÖNEMİ
Türk tarihinin yetiştirmiş olduğu seçkin yazarlardan Ahmet Kabaklı bey’in yazdığı ve “100 büyük edip, 100 büyük şair” serisi içerisinde toker yayınları tarafından yayımlanan “MEVLANA” isimli eserde 14. asır müelliflerinden EFLÂKİ AHMED DEDE’ ye istinaden Doğumu 30 Eylül 1207 olarak belirlenmiş olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’nin kendi dilinde “Şeb-i Âruz” (vuslat gecesi) olarak tanımlanan ölümü (Dâr-ı Bekâ’ya irtihâli) ise 17 Aralık 1270 tarihi olarak belirtilmiştir.
Mevlânâ’nın babası o zaman kuşağının okumuşları nezdinde “Sultanü’l Ulemâ” diye vasfedilen Bahaeddin Veled, Annesi ise “Mâder Sultan” diye yâdedilen Mümine Hâtun’dur.
13. yüzyıl başlarında Belh’te Harzemşahlar hüküm sürmekte idi. Celâleddin Muhammed (Mevlânâ) tahminen daha 8-10 yaşlarında iken babası Bahâeddin Veled on binleri bulan müridân’ı ile varlığını kimi kışkırtmaların da etkisiyle otoritesi için tehlike saymaya başlayan Sultan Muhammed Tekiş Harzemşah tarafından ailesi ve kimi muhibbanları ile Belh’ten göç etmek zorunda bırakılır.
Göç’ün ilk durağı Nişabur’dur. Meşhur sûfî Feridüddin Attar karşılamış ilgi ve iltifatlarda bulunmuştur. Göç kafilesi Nişabur’dan o zaman ki hilâfet makamı olan Bağdat’a doğru yola çıkar. Feridüddin Attar’ın bu esnada “Subhanallah! Bir derya bir ırmağın peşine takılmış gidiyor” diye Mevlânâyı işaret ettiğinden bahsedilir.
Göç kafilesi Bağdat girişinde Şahabeddin Suhraverdi tarafından karşılanır ve Halife den de iltifat ve taltifler görürler.
Daha sonra Kabe ve Ravza’ya, Hac’dan sonra da Kudüs’e geçilerek Mescid-ül Aksa ziyaret edilir. Göç kafilesi buradan da Şam, Halep; Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde üzerinden yola devam ederek bu gün kü adıyla Karaman olan Lârende’ye ulaşır. Burada da iltifatlara mahzar olurlar. İskanları için teklif edilen saraylar ve köşkleri nazikçe reddederek medreseye yerleşirler.
Bu sırada yıl 1221 dır ve Mevlânâ Celâleddin 21 yaşlarında bir delikanlıdır. Babası ile birlikte zamanın seçkin ulemalarından dersler almaktadır.
Takvimler 1225 yılını gösterirken Mevlânâ babası Bahaeddin Veled’in has müridlerinden Lala Şerafeddîni Semerkandî’nin kızı Gevher Hâtun ile evlenir. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi dünyaya gelirler.
1226 yılında annesi Mü’mine Hatun’u kaybeder Mevlânâ. 1228 yılına kadar daha Karaman da ikamet ederler. Bu yıllar da Bahaeddin Veled’in Selçuklu sultanlarından birinci Alâeddin Keykubat tarafından ısrarla başkent Konya’ya davet edilmesi sonucu Karaman’dan ayrılarak Konya’ya göç ederler. Konya’ya varışlarında büyük ilgi ve iltifatlara mahzar olurlar. Saray ve konaklarda ikamet ettirilmeleri teklifine Bahâeddin Veled “Sen vâr ol sultanım! Yalnız; sultanlara saray, şeyhlere dergah, bezirganlara han, gezginlere kervansaray nasıl gerek ise bizlere de medreseler uygun düşer” diyerek Altun Abâ medresesine yerleşirler. 1231 yılında vefat edinceye kadar ilim ve irşat hizmetlerine devam eder.
Mevlânâ Celâleddin kısa süreli seyahatlerinin dışında artık hep Konya’da dır. Ora da kürsü ve irşad hizmetlerine devam ermektedir.
B-) MÂNEVÎ GELİŞİMİ
Mevlânâ’nın mânevî gelişmesi öncelikle babası BAHÂEDDİN VELED olmak üzere, SEYYİD BURHÂNEDDİN, TEBRİZLİ ŞEMS, KUYUMCU SELAHADDİN, ÇELEBİ HÜSÂMEDDİN ve oğlu SULTAN VELED ekseninde gelişerek en doruk noktaya ulaşmıştır.
Babası BAHÂEDDİN VELED ilk mürşidi ve terbiyecisidir. SEYYİD BURHÂNEDDİN o’nu şahlandıran mânevî mîmardır. TEBRİZLİ ŞEMS ise rûhunu ilâhi aşk ile kanatlandıran, yepyeni ufuklar keşfettiren bir kâşif’tir Mevlânâ için. KUYMCU SELAHADDİN ile ÇELEBİ HÜSÂMEDDİN’in kemal derecesine ulaşmasında o’na ayna oldukları anlatılır. Oğlu SULTAN VELED’in ise Mevlânâ’nın rûhunu en iyi anlayan; düşünce ve hareketlerini şerh ederek o’nu daha da anlamlandıran etken bir ruh olduğu vâkıâ’dır… Mevlânâ’yı maddi ve mânevi çehresi ile anlayabilmek için bu altı önemli dost ile geçen günlerini iyi anlamak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Ahmet Kabaklı’nın “Mevlânâ” isimli eseri dikkatle incelendiğinde Mevlânâ’nın yetişmesi anlamında yukarıda zikredilen altı büyük dost içerisinde babasının çok ayrı bir yeri olduğu kolayca anlaşılır. Diğer beş dost’un ise kiminin bilgisi, kiminin irfanı, kiminin çılgın cezbesi, kiminin ahengi, sabrı ve sükûnu ile Mevlânâ da toplanıp tecelli ettiğinden bahsettiği görülür. Oğlu Sultan Veled’in ise bu coşkun ırmakların önüne yayılarak hepsine göl olduğu ihtişamlı bir kültürü kendinde biriktirdiği, kalıba, nizama koyarak Mevlânâ geleneğinin kapılarını açtığını anlatır. Mevlânâ’yı dergahlaştıran ve devam ettiren oğlu ve torunlarının yardımı ile Sultan Veled’dir. Çünkü bu ilim ve irfan güneşinin ışığını toplayıp muhafaza ederek çağlara devreden o’dur.
Bahâeddin Veled’in vefatından bir yıl sonra Konya’ya gelen Tirmizli SEYYİD BURHANEDDİN şöhretli bir derviştir. Coşkulu oluşundan ve pervâsızlığından dolayı fahrü’l meczûb (meczubların öncüsü) diye anılırdı.
O sıralarda babasının 10.000 den fazla mürid, öğrenci ve dinleyicisi Mevlânâ’nın etrafında toplanmıştı. O ise onları ihya edecek gücü kendisinde bulamadığını, henüz kendisinin bile irşada muhtaç olduğunu söylüyordu. İşte Seyyid Burhâneddin böyle bir dönemde çıkageldi ve yaklaşık dokuz yıl süreyle Mevlânâ’ya mürşitlik yaptı. Mevlânâ da olan ilmi babasının alâmeti farikası olan hal ilmiyle kaynaştırarak Mevlânâ’ya yeni bir zenginlik kattı ve Konya’dan ayrılarak Kayseri’ye gitti. Seyyid Burhâneddin bir yıl sonra burada vefat etti.
1244 yılında Konya’ya Şems-i Perende(uçan şems) diye anılan TEBRİZLİ ŞEMSEDDİN çıkageldi. Şems-i Tebrîzi 60 yaşlarında dur durak nedir bilmez, sıra dışı bir bilgedir. Bu sırada Mevlânâ 44-45 yaşlarındadır.
Coşkun, vasata göre uçuk, sıra dışı bir tasavvuf anlayış ve birikimine sahip olan Şemş birlikte olduğu süreç içerisinde Mevlânâ da bulunan dînî ilim ve hal ilmini ilâhî aşk ile zenginleştirerek o’nu mânevî muhabbet semâsında parlayan bir aşk yıldızı haline getirecektir.
Sultan Veled, Mevlânâ Şems ilişkisini Kehf Sûresinde ki HZ. Musa ile Hızır kıssasında anlatılan ilişkiye kıyas ederek Mevlânâ’yı yapılan sıra dışı işlerle akıl karışıklığı yaşayan Hz. Musa’ya, Şems’i ise akıl sır ermez işler yaparak hikmet perdeleri aralayan Hızıra benzetmektedir.
Bilgin bir kişiliğe sahip olan Mevlânâ düzenli ve mûtedil bir tasavvuf geleneğine sahiptir. Şems ile olan ilişkisinde Mevlânâ’nın bir anlamda ezberi bozulmuş, farklı bir iklime geçmiştir sanki. Genç ve güzel evlatlığı Kimyâ Hâtun ile evlendirdiği Şems’in bütün dobradobr, şaşırtıcı söz, tavır düşünce ve görüşlerine aşk ve sabır ile bağlanmıştır. Şems sayesinde ilâhî aşk ile ilmik ilmik dokumuştur şiirlerini.
Şems 1246’nın Şubatında birdenbire ortadan kaybolur. Mevlânâ yarım kalmıştır sanki o’nun gidişiyle. Araştırmalar sonucu bulur ve geri çağırır Konya’ya. 1247’nin Aralık ayında ise âdetâ sırra kadem basıp bir daha geri dönmemecesine kaybolmuştur. Kimi rivayetlere göre öldürülüp bir kuyuya atıldığı da söylenmektedir.
O’nun hakkında bir çok enteresan menkıbeler yer alır Mevlânâ’yı anlatan kitaplarda. Mevlânâ o’nunla ilgili yakınlığını “Bedenimizle o’ndan uzağız ama ikimiz de cansız, bedensiz tek nûr’uz. Ey arayan kişi, ister o’nu gör, ister beni; ben o’yum, o’da ben’dir” diye ifade etmektedir…
Anlatılır ki; Mevlânâ Şems’i bir türlü unutamamıştı. Hüznün ve taşkınlığın rûhunu çepeçevre sardığı bir günde hedefsiz bir akışla kuyumcular çarşısına girmişti. Bir dükkanın önünde takılıp kaldı. İçeriden zarif ve bir şiir tınısını andıran çekiç sesleri gelmekteydi, bîgâne kalamadı. Sokak ortasında semâ a başladı. Dükkan sahibi KUYUMCU SELAHADDİN bunu gördü, çıraklarına çekiç ahengini bozmamalarını tembih ederek çıkıp semâ a dâhil oldu. Selahadin yaşlı bir bilge idi, semâ’ ın ahengine dayanamadı tam yıkılacakken Mevlânâ o’nu kucakladı ve birlikte sohbet köşesine çekildiler. Şems-i Tebrîzi den sonra Kuyumcu Selahaddin’in Mevlânâ’ya “halifelik”, “ayna” oluş devri böylece başlamış oldu.
Selahaddin ümmî fakat ârif bir kişi idi ve Mevlânâ’nın muhibbanlarından’dı. O’nun hâline, duygu ve düşüncelerine vâkıftı. Telkin gücü yüksek, bakışı derin, kalbi saf, olgun ve seçkin birisi idi. Mevlânâ o’nu eskiden beri tanır severdi.
Mevlânâ’nın Tasavvuf kültüründe var olan “dünyada tanrı mazhâr’ı nın (Allah(cc)’ın tecelli ettiği, bir anlamda zâtında zâhir olduğu kâmil insanın) yok olmayacağına, bu mazhâriyetin bir velî’den bir başka kutlu insana geçeceğine dâir olan inancı” Mevlânâ’da çok kuvvetlidir. Mesnevî de ki şiirlerin çoğunda bu vardır. İşte Şems’in kayboluşundan sonra o’nda ki bu ilâhî mazhâriyetin Kuyumcu Selahaddin’e geçmiş olduğunu inanmış olacak ki; Şems’ten doğan boşluğu o’nunla doldurmayı dilemişti. O’nu kendisine mânevî ayna(sohbet eri), müridlerine de şeyh olarak uygun bulmuş, böylece kendisinden on beş yaş büyük olan bu zât ile on yılı aşkın sürecek olan bir sohbet çağını başlatmış oldu.
Hakkında anlatılanlara bakıldığında Kuyumcu Selahaddin’in sıradan birisi olmadığı anlaşılmaktadır. 40 yaşlarında Konya’ya gelip Mevlânâ’nın babadan kalma mürşidi Seyyid Burhâneddin’e intisâb etmiş, o’nun nezdinde hilâfet makâmına kadar yükselmiş olan bir zât’tır. Telkin gücü, temkinli oluşu, ağırbaşlılık ve gönül dilinde ki zengin yetenekleriyle tebârüz etmiş birisidir.
Şems’in gizli bir fırtına gibi esip ürperttiği mânevî iklimine Selahaddin mûnis bir meltem tatlılığı ve letâfeti ile dinginliği sunarak zenginleştirmiştir Mevlânâ’yı.
ÇELEBİ HÜSÂMEDDİN Mevlânâ’nın kendisinden sonra yaşayan sonuncu halîfe’si dir. Mesnevî’nin yazılması hususunda teşvik ve yardımlarıyla çok önemli bir rol oynamıştır.
Kendisinden önce Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrîzi, Kuyumcu Selahaddin’in Mevlânâ’ya sağanak, sağanak yağdırdıkları ilim, hikmet, cesaret, keramet, aşk, coşku ve benzeri akışları düzenli bir şekilde yazmak sûretiyle Mesnevî’de baraj gibi toplayarak cihan kültürüne engin bir zenginlik olarak akmasını sağlayacak vesileyi hazırlayan Hüsâmeddin olmuştur.
Mevlânâ artık Şems ve Selahaddin’i onda görmeye başlamış, o’nu şeyh postuna oturtmuştur. Mesnevî’nin 6 ciltte toplanmış bulunan 26. 000 beytini Mevlânâ söylemiş Hüsâmeddin ise büyük bir özveri içerisinde eli ile yazmıştır. İlk 18 beytin Mevlânâ tarafından bizzat yazıldığı rivâyet edilmektedir.
Mevlânâ’yı bütün yönleri ile özümseyen ve bir kültür birikimi olarak insanlığa taşınmasının yollarını açan ise duygulu, akıllı ve kemal sahibi olan oğlu SULTAN BAHÂEDDİN VELED olmuştur.
Sultan Veled madde ve mânâ anlamında top yekun kucakladığı bu derin ve zengin mîrâsı kurduğu tarikat kanalıyla insanlığa aktarmayı başarmıştır. Bunun oğulları kanalıyla da kalıcı kılınmasının temellerini atmayı ihmal etmemiştir.
Sultan Bahâeddin Veled babasının sağlığında o’nun âdetâ sağ kolu olmuş; o’na hayranlığı, gıptası ve bağlılığı bir aşk’a dönüşmüş, o’nun için eserlerinin sağduyu ve sağlam akıl ile koruyucu, gözcü ve yorumculuğunu üstlenmiştir.
Babasının dört büyük dostu olan SEYYİD BURHANEDDİN, TEBRİZLİ ŞEMS, KUYUMCU SELAHADDİN ve ÇELEBİ HÜSÂMEDDİN’i üstad ve mürşid olarak benimsemiş, hepsinden faydalanmış, onları çok iyi anlamış, Mevlânâ ile olan münasebetlerini en iyi anlatan kalem olmuştur.
Mevlânâ’nın mânevî ve maddi gelişiminde çok büyük emekleri olan bu beş büyük mîmâr ve hâdim’in hayatlarının detaylarına girmek, her birini tüm özellikleri, Mevlânâ ile münasebet ve o’nun üzerindeki etkilerini izâha kalkışmak takdir edilmelidir ki ciltler dolusu kitap yazmakla ancak mümkün olacaktır. Benim burada ki tespitlerim denizden bir damla numûne niteliği taşımaktadır.
C-) HİZMET DÖNEMİ
Büyük bir insan, mürşit, şâir ve gönül eri olan Mevlânâ yaşadığı dönem Konya’sının kutbu ve kalbi olmayı başarmış bir sultandır. Bu öyle bir hüsn-ü kabuldür ki; bu gün olduğu gibi; etrafında sarayından halkına, Müslüman’ından Hıristiyan’ına ve Mûsevî’sine, erkeğinden kadınına kadar uzanan geniş bir yelpazede coşkun hayran kitlesi oluşmuştu.
Etrafında sayısız müftüler, hafızlar, sazı ve sesi güzel sanatkar kişiler, hatta ressamlar bile yer almıştır. Tasavvuf alanında ki bir çok ezberi bozan böylesi geniş bir yelpazeli katılım tasavvufa farklı açılardan bakanlar nezdinde hayret ve şaşkınlık yaratıyor, Mevlânâ’nın bozulduğu sonucuna varıyorlardı.
Mevlânâ’nın çevre tablosunda, bir başka ifadeyle muhibbanlar ordusunda Selçuklu Sultanı 6. Rükneddin Kılıçaslan’ın hanımından tutun, soylu ve halk tabakasından çok sayıda kadın da yerini almış, o’nun meclisinde bulunmuş, Mevlânâ yı misafir edebilmek için evlerinde Semâ meclisleri düzenlemişlerdir. Toplumun gönlünü eğlendiren cinsinden bir çok günahkar kadın bile Mevlânâ’nın meclislerine katılarak mânen arınmanın yollarını aramış, sonuç olarak bir çoğu asil ev kadınları ve hatta; veliyye’ler makamına ulaşmışlardır.
Daha önceleri o’nu anlamakta zorluk çeken, o’na âdetâ “sapıtmış” diyenler de zamanla o’nu anlamaya başlamış ve o’na evvelce yaklaşmayanlar etrafında halkalanmaya başlamışlardır. Öyle ki; zamanın önemli sofileri dahi o’nun etrafında yer almaya, o’nu zamanın “Bayezid’i, Cüneyd’i” ve hatta onların da efendisi saymaya kadar iletmişlerdir o’nunla ilgili gelişen muhabbetlerini.
Etrafında böylesi bir muhabbet ve saygı yumağı oluşturan Mevlânâ dolaşarak, konuşarak, yazarak, semâ ederek ve en önemlisi de severek yaşamış, Kur’an ve Hadis âlemine çok farklı ve taptaze yorumlar getirmiş, böylece insanları tenvir etmeyi başarmıştır.
Bir güneş gibi gönülleri ışıtmış ve ısıtmıştır. Böylesi bir muhabbet iklimi tüm insanlar için olduğu gibi Mevlânâ için de kaçınılmaz bir vâkıâ olan mevt’i hicranlı bir firakın rahmi haline getirmiştir sevenleri için. 17 Aralık 1273 te kendi ifadesi ile “Şeb-i Âruz” (vuslat, kavuşma gecesi) olan Hakk’ka yürüyüşü gerçekleştiğinde yürekleri müthiş bir ıstırap kasırgası kuşatmıştır. Öyle ki; herkes sanki “Güneş bir daha doğmayacak, Bahar gelmeyecek, hayat duracak” zannedecek kadar teessüre kapılmışlardır.
O’nun Dâr-ı Bekâ’ya irtihâli ile Saray, Medrese, Dergah, Çarşı çevreleri, köylüler, fakirler, zenginler hattâ Mûsevî ve Hıristiyanlar dâhi amansız bir hüzün yağmurunda sırılsıklam olmuşlardır.
Cenâze töreni küçük bir kıyamet provası gibi olmuştur âdetâ. Mevlânâ’nın vasiyetine rağmen Sadreddin Konevî teessür ve firkatinden dolayı cenaze namazını kıldıramamış bu görevi Kadı Serâceddin yerine getirmiştir.
D-) FİKRÎ VE İNANÇ YAPISI
Mevlânâ İslam ve Tasavvufu birbirinden ayırmamış, gönül dünyasında vecd içinde kendi varlığı ile Rabbin kudretini kaynaştırıp bir aşk ikliminde O’nda kaybolarak kendisini bulurken diğer yandan; engin İslâmî bilgisi ve keskin mantığı ile de her türlü fitne ve gafillikleri haykırmaktan kaçınmamıştır.
Kerâmet taslayıcı, halkı istismar edici sahte şeyhleri hicveden nice beyitleri vardır. Bir yerde onlara “…hepsi dünyaya bir şeyhlik lafı atmış, kendisini Beyazıd yerine koymuştur. Kendi kendine yola girmiş ve (sonunda) kendine ulaşmıştır” diyerek dikkat çeker onlar hakkında.
İbâdeti ve müritliği; düşünmeden, akl etmeden, kayıtsız şartsız teslimiyet zanneden mukallitlere de demediğini bırakmaz, âdetâ yakalarından tutarak silkeler onları. “…taklit her iyiliğin âfetidir, (taklitçi) köhne sözleri belleyip nakleder, yanan yüreği yoktur (mukallidin) diyerek ifşa eder onları.
Takvâ adına toplumdan uzaklaşarak uzlete çekilmek te reddettiği şeyler arasındadır Mevlânâ’nın. O’na göre uzlet bir nevi miskinliktir ve Müslüman miskin olamaz. Hep toplumla iç içe ve hayatın içinde kalarak, mücadele ederek takva sahibi olunmalıdır. Nefsi körleterek takva arayışı doğru değildir. Kendi fıtrî gerçekliğinin üstünü kapatarak, o’nu inkara kalkışarak değil bilakis o’nu aktif dönem ve ortamlarında maruf imkanlarla besleyerek, harama olan meylini kırmak suretiyle yenmek ve aşmakla, yani nefsinin hakkını vermekle ulaşılır gerçek takvâya.
İslam da Ruhbanlık olmadığını da telkin ederek; “...Peygamber (as) Müslümanlıkta Ruhban (paspaslık) yoktur” buyurdu, kendine gel, kendini hadım etme çünkü korunmak ve temiz kalmak şehvetin zıddıdır ve o varken mücadele bir anlam taşır. Şehvetin olmaz sa ondan kaçınma emrine uymanın da sebebi yoktur, hevesin yok sa sabrın mânâsı da yoktur…” diyerek ifade eder Ruhbanlığın fıtrata aykırılığını ve anlamsızlığını.
O’na göre gerçek âlem Allah’tır. O, lâ mekandır. Sınırsız ve ebedîdir. Kusursuz, ayıpsız ve ölümsüzdür. Her şeyin özü Allah’tır. O’nun iradesi ve Nehvâ’sı ile hayat bulmuştur varlıklar. Bu dünya sadece O’na kıyasla ve sadece O’nun tezâhürü olarak var sayılır. Çünkü; sınırlıdır, ayıplıdır ve fânîdir. Ebedî olan’ın varlığının yanında fânî’nin varlığı bir gölgeden ibarettir. Ârif, âgâh, sır ve hikmet bilen kişinin maksadı bu fânî dünyadan kurtulup Allah (CC)’ın zâtında yok olmaktır. Böyle bir durum ise akıl ve kıyas yolu ile değil gönül ve aşk yolu ile mümkün olur. Aşk öyle bir hakikattir ki; o’nu örtmek mümkün değildir. O’nu örtmek ateşi yün ve pamuk içinde gizlemektir. Ne kadar örtersen o kadar alev alır ve eseri ortaya çıkar. Gerçi akıl bu yokluk âleminin kandilidir ama görünmeyen, ancak kavranabilen hakiki âleme varışta, mistik varlığın sırlarına ulaşmada akıl değersiz ve yetersizdir. O alanlara aşksız ulaşılması mümkün değildir.
Mevlânâ’ya göre insan hem Allah (cc)’ı seven (âşık), hem de Allah’ın sevgilisi (mâşuktur). O eşref-i mahlûkattır. Bunun içindir ki Mevlânâ’nın meclislerinde Müslümanların dışında ki insanlar da geniş anlamda yer bulurdu. O, “Vettîni sûresinde ki -insanı en güzel şekilde yarattık- âyetini oku! Ey dost, en değerli inci can’dır” buyurur. O’na göre insan rûhu ilâhî atmosferden, lâ mekan’dan ayrılmıştır. San ki kamışlıktan koparıldığı için durmadan inleyen, dert yanan ve herkesi ağlatan bir ney gibidir. Bunu “dinle neyden ki şikayet ediyor. Ayrılıkları hikaye ediyor” diye dillendirir mesnevîde.
Mevlânâ ahlâkın temeline başkasını sevmeyi oturtur âdetâ. Bunu “mum bile hem yanar, hem sıcak göz yaşı döker ve bu suretle karanlıkları yırtıp etrafı aydınlatırken, Hakk’ın emrini almış ve eşyayı kullanma hakkına sahip kılınmış insanın etrafa faydalı olmaktan sakınması revâmıdır. Bu insanın insanlığına sığar mı” buyurarak bu duruma işaret eder. Ve buyurur ki; “Ey oğul! Kayıtlar bağını kes, azâd ol, ben’lik zindanından kurtulmadıkça, bu sahtelikten sıyrılmadıkça Hakk senin dostun olmaz”…
Mevlânâ bir mürşittir, bir mânevî önderdir, aydınların ve halkın güvenilir öğütçüsü, eğiticisi, saray, dergah, medrese ve çarşıyı arkasına takmış, her din ve mezhepten olanlara ışık tutmuş bir Allah eri’dir.
Mevlânâ’nın bütün dünyası tasavvuf’ta, tasavvuf ise Allah (cc) ta, dolayısıyla da Hz. Peygamber Muhammed Mustafa (sav) da, yâni İslam da toplanır. O kendince geliştirdiği Allah (cc) etrafında meftunca bir dönüşü simgeleyen Semâ’ın da kendni bulurken, yine inancı gereği olarak çağında yaşayan ve gelecek zamanlarda yaşayacak olan insanların dünyevi ve uhrevi müşküllerine de kafa yorar. Onların günlük meselelerini halleden, onların sorularına ve meselelerine pratik cevaplar veren, öneriler sunan fikirleri ve öğütleri ile de hayatın tâ içindedir.
O, inancı gereği etkinlik olarak sosyal hayattan hiç kopmamıştır. Mânevi önderlik vasfını koruyarak halkın her durumda içinde ve onlarla hemhâl olur. Yine kendi ilmî ve mânevi etkinliğini ve saygınlığını hiçbir şekilde rencide ettirmeden devletin en üst kademelerinde yer alan insanların yaptıkları ile de yakından ilgilenir. Balığın baştan kokmaması için onlara, dikkat edin! “Padişah o’na derler ki; padişahlığı kendisinden olsun, hazinelerden, ordulardan değil.” “Bir sofranın etrafında yüz tane adam oturur, yer fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığmaz…” “Padişahlar saltanatına ortak olur korkusuyla kardeşini, babasını bile öldürür….” vb. gibi nasihat ve tavsiyelerde bulunmayı da ihmal etmez.
Adalet mefhumu da Mevlânâ’nın gündeminden hiç düşmeyen unsurlardandır. Çünkü İslam adalet dinidir. “Kadı rahmettir, savaşı(çatışmayı) bitirir. O, kıyametteki adalet denizinden bir katre’dir.” buyurarak, adalet mekanizmasının insan ve toplum huzuru için ne kadar önemli olduğunu vurgular.
Emek, çalışma ve tevekkül hususunda söylediği şu sözler ne kadar önemlidir. “Kul ol da yeryüzünde at gibi hür yürü. Cenâze gibi kimsenin sırtına binme. Tanrı nimetine küfran da bulunan ister ki herkes kendisini yüklensin de mezara ölü götürür gibi hayat boyu sırtında taşısın. Halkın boynuna binme ki ayaklarına nikris illeti gelmesin. Yükünü yalnız kendine yükle…. Hepiniz elinizin emeğiyle kazanın, yeyin, her müridimiz iş yapsınlar, ticaretle uğraşsınlar, hatiplik etsinler, bunu yapmayanlar beş para etmezler”
Mevlânâ ilmi meyveli ağaca, denize (âb-ı hayata) kimi zaman güneşe, kimi zaman buluta benzetirken kimi zaman da şerli kişilerin elindeki ilmin eşkıya’nın elinde ki kılıç gibi tehlikeli olabileceğine dikkat çeker. İlim sahibi insanların idareci kesimiyle ilişkilerine çok dikkat etmelerini de tavsiye eder ki; onların hükümranlık hırslarına ve taşkın emellerine alet etmesinler ilimlerini.
Mevlânâ; Semâ meclisleri saray çevresinden, zengin ve saygın zümrelerle birlikte aynı zamanda halktan da hanımlarla dolup taşan, onlarla ilişkisini tamamen insânî, mânevî ve rûhî mâna da kurarak geliştiren ilk, bel ki de tek şeyh ve mutasavvıftır. 13. asrın başlarında böylesi bir uygulama Konya için olduğu kadar bütün bir dünya için de şaşkınlıkla izlenen bir uygulamadır. Ahmet kabaklı Mevlânâ isimli eserin de “Böylesi bir uygulama Mevlânâ’nın inancının temelinde ki erkek, kadın, renk, sınıf, mezhep farkı gözetilmeksizin bütün insanları sevmek, insanın içinde taşıdığı gönlün “Tanrı mazharı” olmak gibi büyük bir mazhariyete nail olduğuna inanmaktaki samimiyetinin sonucudur” tespitinde bulunur.
Mesnevisinde “tanrı kadını erkeklere munis (yakın, dost) olarak yarattı. Adem nasıl olur da Havva’dan ayrılabilir? Kişi yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile ileri geçse, yine de hükmetme hususunda karısının esiridir (etkisinden kurtulamaz). Sözleri’nin doğruluk ve etkisinden tüm âlemin sarhoş olduğu Muhammed (as) bile (Hz.Âişe (rah) ya) “- Kellîminî yâ Humeyrâ” ( benimle konuş ey beyaz kadın) der di” tespitinde bulunarak kadın ve muhabbetinin erkeğin hayatındaki önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca “Peygamber buyurdu ki; kadınlar akıllı kişilere gönül sahiplerine (ehli dil olanlara) fazlası ile galip olurlar. Fakat cahiller kadınlara galebe ederler” çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında hayvânî duygular baskın durumdadır. Sevgi ve acıma insanlık vasfıdır, hiddet ve ölçüsüz şehvet’se hayvanlık vasfıdır.
O’nu anlatmak çok zor gerçekten. Koskoca bir okyanusu bir damlada tarif etmek nasıl mümkün olur ki. Mevlânâ’yı gereğince anlamak, hayatını ve fikirlerini kavramak da yine bir o kadar müşkül olsa gerek. Belki bir damak tatlandırması anlamında o’nun hayatından tadımlık aktarımlarla yetinmek zorunda olduğumun farkına varıyor insan, çaresiz olarak.
Mevlânâ beslenme kaynağı İslâm’ın özü olduğuna inandığımız bir deryâ’dır. O deryâ’dan tâ kıyamete kadar nasiplenenler olabileceği gibi, sırt dönenler hatta surat asanlar da olacaktır tabi olarak. Nefislerin özünde olanı Allah(cc) tan başkası hakikatiyle bilemez. Her konuda olduğu gibi bu konu da da yüreğimiz de ki hüsn-i zan ile O’na sığınırız vesselam…
YORUMLAR
Mevlânâ beslenme kaynağı İslâm’ın özü olduğuna inandığımız bir deryâ’dır. O deryâ’dan tâ kıyamete kadar nasiplenenler olabileceği gibi, sırt dönenler hatta surat asanlar da olacaktır tabi olarak. Nefislerin özünde olanı Allah(cc) tan başkası hakikatiyle bilemez.
Mevlana Hazretlerinin yürek güzelliğine kendi yürek güzelliğiniz de katılınca satırlar daha da güzelleşmiş. Bu değerli bilgileri paylaştığınız için Rabbim sizden razı olsun. Selam, saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Rabbime emanet olunuz.