ŞEYHİ SANA VE PAPAZIN KIZI
Sana ..! Gidenlerin bir daha geri dönmediği için adına türküler yaktığımız ve Aşk Peygamberi Hz. Mustafa (S.A.V)’nın "Bana Allah’ın kokusu oradan gelir ." diye işaret buyurduğu gönüller sultanı , evliyanın Piri Veysel Karani diyarı olan Yemen ülkesinin, nice asırlar ilim ve kültürlere merkez olmuş en eski şehri .
Bu şehir öyle bir olaya tanıklık eder ki ; hikayesi günümüzde bile demhanelerde , meşk ehlinin meclislerinde halâ anlatılıp dinlenir .
Pazarın kurulduğu kalabalık bir gün dervişanıyla yolda giderken , çöplüğe atılmış bir hayvan ölüsüne baktığında , onun dirilip cana gelmesiyle , adı kısa zamanda duyulup , daha nice kerametleri aşikâr olarak herkes tarafından görülen , o şehrin şeyhi ve sultanı manâsında "ŞEYHİ SANA" lâkabıyla ünlenen , İsa (A.S) nefesli bu ulu şeyhin ; akıl ve idrak ölçüsüyle tarifi mümkün olmayan bir ahvale düşmesi hikâye edilir ki , işte asıl budur onu hem İran’da hem Turan’da hem de Diyar-ı Rum’da ŞEYHİ SANA yapan ..!
Türkistan’da Hoca Ahmed Yesevi’nin gönül gülistanında tomurcuklanıp ; Buhara’da , Semerkant’ta , Horasan’da ve oradan da Anadolu’da açarak , nefeslerindeki GÜL-Ü REYHAN kokusunu etraflarına burcu burcu yayan yüce Hünkar Hacı Bektaşı Veli , Mevlâna , Taptuk Emre ve gonca gülü Yunus Emre gibi daha niceleri , günümüze kadar bu sırrı haber vermiş , bu esrarı anlatmış ve hep AŞK ..! AŞK ..! diye feryat etmişlerdir .
Satır ilmini okuyup ; bilen ve ilim sahibi insan anlamına gelen "ALİM" ünvanını almalarına rağmen , sadr ilmine yani gönül ilmine ve haline itibar edip inanmadıkları için taç ve hırka derdine düşüp , şekil girdabında boğulduklarından , gönül damaklarında bir türlü tadamadıkları bu aşkın şarabını , her dem kadeh kadeh içen aşk ehlini kıskanıp kınayan ve hatta küfürle dahi suçlayan Molla Kasımları çıldırtırcasına "bu nasıl mezhep ki dinden içeri" deyip aşkı anlatan koca Yunus , kendisinden bir kaç asır evvel yaşayan Şeyhi Sana’ya sanki selam ve muhabbetlerini göndermiştir .
Şöhreti her geçen gün artan Şeyhi Sana’ya , insanlar akın akın gelirler . Beyler , vezirler ve dahi zamanın halife ve sultanları , hayır duasını alıp eşiğine yüz sürmek için sıra beklerler . Derdine derman bulanlar onun harikuladeliğini , yüceliğini , şefkat ve merhametini her yerde hikâye edip anlatırlar .
İçinde bulunduğu yılın mevsiminde , hacca gitmeye karar veren ulu şeyh , bunu herkese ilân eder . O gün geldiğinde , şehirde bayram vardır sanki .Ertesi gün ilim ve hâl sahibi dörtyüz dervişiyle yola çıkan kafileyi , Sana halkı şehir dışına kadar coşku , muhabbet ve saygı ile yolcu ederler .
Yol uzun , yolculuk meşakkatlidir ancak kervan kutludur . Kimse aldırmaz buna .
Nice sonra hangi beldedir bilinmez , içinden geçtikleri köyün yakınında , kiliseye benzer mütevazı bir evin önünden ilerlerken , kafile birden durur . Herkes merak eder ne olduğunu .
Şeyhin ; evinin penceresinden kendisini seyretmekte olan çok güzel bir dilbere dikkatle baktığını görürler . Bir şeyhe bakarlar bir dilbere . Ama çok gariptir , ne kızcağız gözünü ayırır şeyhten ne de şeyh dilberden . Nefesler tutlmuştur . Ama zihinler allak bullaktır .
Nihayet Şeyh-i Sana orada konaklama emrini verir . Bir heyet kurup , kızın babasına elçi gönderir , istetmek için . Fakat dilberden gelen cevap ilginçtir .
─ "Söyleyin şeyhinize ! Bizim pahamız çok ağırdır , ödeyemez." diye .
Kafile çalkalanır . Gerek şeyhin dervişleri gerekse halktan ileri gelenler şeyhe yalvarırlar . Bu hadiseden binlerce sevenlerinin sükûtu hayale uğrayıp , iç dünyalarının yıkılacağını ve sefil perişan olacaklarını ifade ederler . Yolumuza devam edip bir an evvel kutsal topraklara gidelim derler . Fakat Şeyh-i Sana ;
─ "Evlatlarım ! Sizler gidin , ben gelmiyorum . Ayrıca , artık kendinize hakiki bir mürşit bulun . Zira bundan sonra biz şeyh de değiliz gayrı ." dediğinde ortalıkta feryat kopar . Koyun kuzuya karışır . Eteğine yapışıp ;
─ "Efendim ! Bizler ölürüz de senden ayrılmayız ." derler .
Yalvarıp yakarmalar fayda vermez . Yoluna devam etmek isteyenler revan olur kutsal topraklara . Kalanlarla birlikte Şeyh-i Sana’da şehre döner .
Aradan bir hayli zaman geçer . Sana şehri ve Yemen diyarı bu hadiseyle çalkalanır günlerce .
Gerek Yemen’de gerek Hicaz’da sevenleri , şeyhin bu halden kurtulması için gece gündüz göz yaşı döküp yakarırlar Cenab-ı Hak’ka .
O ise , etrafına her gün ,
─ "Gidin ..! Gidin ..! Gidin de kendinize gerçek bir şeyh bulun ." diye seslenir . Ama çoğu kimse inanmaz ya da inanmak istemez buna . Zira şeyhlerinin kendilerini imtihan edip , denemek istediğini zannederler ve ;
─ "Efendimiz ..! Size ruhumuz , canımız feda olsun . Siz neredeyseniz biz de oradayız ." derler .
─ "Efendiler ..! Büyük lokma yiyin ancak büyük konuşmayın . Ben size gidin diyorum . Gidin de gerçek bir kâmil mükemmil şeyh bulun kendinize . Çünkü bizim sonumuz belli değildir , olur ki üzülürsünüz .
Ne kadar yalnız kalıp , tenhaya düşmek istediyse de , dervişleri kendisine bağlılıklarını bildirip terketmezler şeyhi .
Ta ki akılları dondurup , insanı dehşete düşüren o gün gelinceye kadar .
Şeyh yine gönderir dervişlerini papaz efendiye.
Ertesi gün , giden heyet korku , merak ve endişe dolu gözlerle , haberi getirirler şeyhe .
─ Efendim ..! Papaz efendi üç şart koştu kızını vermek için . "Eğer kabul ederse , kızım şeyhindir" diyor .
Bu haberi tefekkür hâlinde başı önünde dinleyen Şeyh-i Sana , etrafındaki yüzlerce insana hitaben ;
─ "Son kez söylüyorum size . Artık ben şeyh değilim . Kendinize ilmiyle âmil bir mürşidi kâmil bulun diye" . Fakat yine de kimse kalkmaz yerinden . Şeyh ayakta bekleyen elçilerine ;
─ "Nedir o üç şartı papaz efendinin , söyleyin ?" der .
─ Efendimiz ..! Birincisi dinini değiştirip hıristiyan olsun , ikincisi yedi yıl boyunca benim domuzlarımı gütsün , üçüncüsü şarap içsin , diyor .
Gözler büyümüş , kulaklar şeyhe dikkat kesilmişken , şeyh tekrar etrafına gitmeleri için yalvarırcasına bakıp , akılları donduran o müthiş kararını verir .
─ "Söyleyin papaz efendiye !Üç şartını da kabul ettik !" dediğinde , ağzından beyaz güvercin şeklinde birşeyin çıktığını görür oradakiler . İmanının ...
Kafası önüne düşmüş , gözlerinden akan yaş sakalını tek tel haline getirmiş ağlar halde ne kadar durduğu belli değilken , nice sonra başını kaldırıp etrafına baktığında , en gözde müridleri olan elçileri dahi , "Şeyhimiz kâfir oldu !" diye bağırarak gittiğinden , kimseciklerin kalmadığını görür .
Tekrar yaşlı gözlerini kapatarak başını öne eğer ve dakikalarca öyle kalır yerinde .
Arkasından gelen , ağlamaklı hıçkırık sesine uyanıp geriye dönen şeyh genç , yağız delikanlı bir dervişinin oradan ayrılmadığnı görünce sorar ;
─ Sen neden bekliyorsun evladım ?
─ "Şeyhim ..! Sultanım ..! Canım , Cananım , Efendim ..! Senin ayaklarının gittiği yerde , benim başım gider önde ..! Lütuf merhamet buyurun ve beni salmayın ne olur ! Ben Allah’ı bilemedim . Resulullah Efendimizi de görmedim . Çünkü O’nun zamanında yaşamadım . Ama ben seni bildim , seni sevdim Efendim . Şu andan itibaren işte ben de hıristiyanım ve zünnar bağladım belime ." diye ağlayarak beline bağladığı ipi gösterir . Bunun üzerine Şeyh-i Sana sükût edip , tekrar başını öne eğer .
Aylar ve yıllar öyle çabuk kovalar ki birbirini , artık kimse onları konuşmaz olur . Şeyhine sadakati her geçen gün artarak devam eden delikanlı , bunu ona olan hizmet ve edebiyle de göstermektedir her an .
Nihayet vadedilen süre dolmuştur . Dolmuştur da , görünürde böyle tecelli eden ilâhi cilve tuzağının manevi yönü hiç de öyle değildir .
Aşk’ında samimi ve dürüst olduğundan , putperest iken bile , bizatihi Allah’ın "Buyur ey Zeliha ! Ne istiyorsun ?" hitabına mazhar olup , müslüman olan Zeliha’ya ikramda bulunan Cenab-ı Hak’kın , sevdiği bir dostuna çileler verip etrafına rezil rüsvay ettikten sonra , nimetlerin en büyüğünden mahrum etmesi , şanına yakışır mı hiç ?
Ama bunu ; sevgiden habersiz yürüyen ölülerin , İsa Peygamberi bile şehirden kaçırtacak kadar gönülsüz olan ahmakların anlaması nasıl beklenir . Onlardan ancak , İsa Ruhullah’ın kaçtığı gibi kaçmaktan başka çare yoktur . Çünkü ahmaklık, gönülsüzlük Allah’ın kahrındandır derler .
Eski halinden çok daha yüce manevi makam ve yetkilerle donatılan Ulu Şeyh , evlâdıyla birlikte Sana’ya dönmek üzere yola çıkarlar .
Haberi duyanlar , meraktan yollara düşerler . Şeyhi uzaktan gördüklerinde gözlerine inanamazlar . Öyle bir heybet , öyle bir azamet ve güzellik ki , dil tariften acizdir .
Yine bir nazarıyla , eski çöplükteki hayvan ölülerinin dirilerek kaçıştığını gören halk , eteğine yapışıp öpmeye başlar . Fakat şeyh bu saygıya hiç itibar etmez . Zira kerametle gelenler , yine başka bir hâl olduğunda geri giderler diye . Çünkü en büyük keramet , istikamet ve sadakattır der . O yüzden halka hitaben ;
─ "Benim hakiki bir dervişim var . Biz onun imanı gibi iman isteriz . O da bu yağız delikanlıdır . Sizler vızırtıyla gelip vızırtıyla gidenlersiniz ." buyurur .
Şairin dediği gibi ;
Aşk O’nundur , Aşık O’ldur , Maşuk ol ,
O’ndan O’na gider cümle yol .
Yani Aşk Allah’ındır . Seven de O’dur , sevilen de . Bütün yollar O’ndan gelip O’na gider .
Ölümü Öldüren Aşk İksirini İçenlere Selam Olsun !