- 3446 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Pembe Bisiklet…
Örselenmiş yaşamlardan bir damlacık hayata...
Okulların kapanmasına henüz bir ay var. Küçük kız, telefonda babasıyla konuşurken; O’ nun ne zaman geleceğini ve söz verdiği gibi, -karne hediyesi olarak- o çok beğendiği pembe bisikleti alıp alamayacağını sorar. Babası, okulların kapandığı günün akşamı otobüse bineceğini; oraya varınca, istediği o bisikleti birlikte alacaklarını söyleyerek kapatır telefonu.
Mutlu bir tebessümle ahizeyi yerine koyan küçük kız, kaldığı yerden devam eder resim çalışmalarına. Birkaç dakika sonra mutfaktaki işini bitirerek kızının yanına gelen anne, kabına sığamayan kızına bu sevincinin sebebini sorar. Küçük kız, sevinç içinde babasıyla yaptığı telefon konuşmasını anlatır annesine. Anne, şefkatle okşayarak kızının saçlarını, bütün içtenliğiyle ortak olur mutluluğuna.
Ertesi gün okula giden küçük kız, öğretmen ve arkadaşlarının; yaz tatilinde ne yapacakları, nereye gidecekleri konusundaki sorularına:
“Babam gelecek, beni görmeye. Birlikte gezeceğiz. Bana karne hediyesi olarak pembe bisiklet alacak.” Diyerek, yanıtlar mutluca…
Takvim yaprakları dökülür birer birer, dökülür de; küçük kıza göre zaman durmuştur, geçmek bilmez!
Nihayet, Haziran gelir çatar. Beklenen karne günü o Cuma…
Bir yandan takdirle dolu başarılı bir karne, diğer yandan babasına kavuşacağı anlar ve tabii ki karne hediyesi olarak alınacağına dair söz verilen pembe bisiklet…
Sevinçle karnesini alıp – koşarcasına- eve gelen küçük kız, annesine sarılarak paylaşır bu mutlu anı. Ana-kız sarmaş dolaşıkken, birden telefonun sesiyle gevşer, ayrılır birbirine sarılı kollar! Telefondaki babasıdır. Akşama otobüse bineceğini, sabah saat altı sularında ineceğini, saat yedi gibi de orada olacağını; muhtemelen kahvaltıyı birlikte yapacaklarını söyler. Bu arada küçük kız, sevinç içinde karnesini anlatır babasına.
Sabırsız anlar… Bir türlü akşam olmaz! İlk kez çabucak akşam olmasını, geceyi, uyku vaktinin gelmesini ve sabah erkenden babasına kavuşmayı ister küçük kız.
Nihayet gün ışığı gölgelenir, akşam olur. Beklenen telefonla küçük kızın keyfi iyiden iyiye yerine gelir. Yarın sabah babacığı yanında olacak…
İlerleyen dakikalarda annesi; uyku saatinin geldiğini, bu gece biraz daha erken yatması gerektiğini; sabah erken kalkılacağını anımsatarak, her zamanki gibi kızına ılık sütünü içirir. Küçük kız, takdirname ile aldığı karnesini, başucundaki etajerin üzerine koyar. Yanına da en güzel bayramlık kıyafetlerini…
“Ah! Bugün uyumasam olmaz mı? Onca kitap okumama rağmen gözlerimde bir damla uyku yok, hay Allah!” Der, yatağında bir o yana bir bu yana dönerken...
Aşırı heyecanın yorduğu minik ruhu, mışıl mışıl deliksiz bir uykunun ardından dingin bir sabaha uyanır. Erkenden kalkar. Müthiş bir heyecan, sevinç ve coşkuyla koşar lavaboya, elini yüzünü yıkar.
Dişlerini de fırçaladıktan sonra en güzel kıyafetlerini giyip, başlar babasını beklemeye.
Saat sabahın yedisi, henüz ne gelen var ne giden! Saatler sekizi, dokuzu, onu bulur… Yavaş yavaş sıkılmaya, ürküleri giyinerek korkmaya başlar küçük kız!
Öğlen olmuş, babası hâlâ ortalıkta yok! Üstelik ne bir ses, ne bir haber… Bu belirsizlik bunaltır, daraltır minik yüreğini. Durmadan birbiri ardına sorular sorar annesine, meraklı bekleyiş sona ersin ister...
-“Anne, nerde kaldı babam? Neden gecikti, gelmeyecek mi yoksa? Sabah erkenden geleceğini söylemişti, saat kaç oldu ama! “
Anne, kendi endişesini kızına yansıtmadan, onu yatıştırmağa çalışır. Babasının az sonra yanlarında olacağını, yolculuklarda böylesi gecikmelerin olabileceğini söyleyerek sakinleştirir, teskin eder kızını. Oysa ilerleyen saatler ürpertir, adını koyamadığı bir endişeye sevk eder anneyi de. Küçük kızın, bu kadar umutlanmışken olası bir hayâl kırıklığına uğratılmasından, bunu kaldıramamasından korkar anne.
Saat, öğleden sonra iki üç gibi… Çalan telefonun sesi yankılanır koca salonda. Ani bir refleksle, ok gibi yerinden fırlar ana- kız. Arayanın babası olabileceği düşüncesiyle telefona koşar sevinçle, küçük kız. Ancak, annesi daha atak davranarak, kızından önce yetişir telefona. İyi ki de yetişir…
Garip bir titremeyle ahizeyi eline alır kadın. Sanki nahoş bir haber alacak, kolu kanadı kırılacakmış gibi, derinden gelen bir duygu fırtınası sarar benliğini... Nabız atar hızlıca, tutuk nutkuyla öylece kalakalır! Yağmur bulutları baskı yapar, ıslatır gözbebeklerini, ıslatır ama…
Hayır! Hayır, asla bırakmayacak kendisini, direnecek bütün gücüyle… Direnecek, teslim etmeyecek kirpiklerini yağmura! Yeterince ıslanmamış mıydı öncesinde…
-Alo!
-Efendim!
-…
Küçük kız, -sessiz ve hareketsiz- öylece yerinde duran, bir türlü konuşmayan annesine koşarak:
-“Babam mıydı anne, arayan babam mıydı? Niye gecikmiş…” Diye, sorar heyecanla.
Soruların ardı arkası kesilmez bir türlü...
Anne bitkin, şaşkın, suskun, öylece…
Bir an gözünün önünde; bir daha yaşamak, hiçbir şekilde anmak istemediği... Ömründen ömür çalan, eksilten, tüketen soluk bir resimle geçmiş canlanır. Sorumsuz, duyarsız, çocuk ruhlu bir adam resimde… Ve kırılıp dökülen, yıkılan, örselenen hayatlar! Bir türlü rayına oturtulamayan gidişler, dönüşler, yine gidişler, dönüşler ve sonu gelmez aldanışlar…
“ Nedâmet! ...
Bir insanın nedâmet etmesi diğer bir insanın yaşamını normale döndüremiyor, yok yere kırılıp dökülenleri yerine koyamıyor, devamını sağlayamıyor, toparlayamıyorsa yeniden...
Ortak bir yaşam, ortak paydalar ve sorumluluklarla kurulan bir yuvada emek, sabır, çile ve sevgiyle yapılanı diğeri umarsızca yıkıyorsa...
Birinin kolaylaştırmaya, daha yaşanılır kılmaya çalıştığı yaşamı diğeri hoyratça parçalıyor, hırpalıyorsa...
Orada kalmanın, o ortaklığı sürdürmenin, atılan imzanın anlamından uzak, onursuzca yaşamı daha da olumsuzlaştırmanın anlamı yok ki!
Kim gideni geri getirebilir, kim yerine koyabilir yiteni? “ der, belli belirsiz bir dudak kıpırtısıyla kadın.
Birden silkelenerek kendine gelmeye, vakar görünmeye çalışır elindeki ahizeyi yavaşça yerine koyarken.
Durmadan soru soran küçük kızına:
-“Haydi, kalk! Çarşıya gidiyoruz…
-Babanın işi çıkmış, gelemeyecek mecburen! Arkadaşı hastalandığından patronu izin vermemiş; yerine bakacak kimse yokmuş çünkü!
-İstediğin o pembe bisikleti birlikte alır, baban gelince de gösteririz, olmaz mı? Hem işi biter bitmez en kısa zamanda geleceğini söyledi baban! “ der…
Küçük kız, çökük omuzları, somurtkan yüz ifadesiyle bir süre kalakalır öylece ve neden sonra yüzünde açan baharın rengârenk çiçekleriyle konuşmaya başlar neşeli bir edayla:
-Bisikleti almaya mı gidiyoruz anne?
-Evet, kızım bisikleti almaya…
-Yaşasııın!
-…
Unutur çocuk kalbi, unutur az önce yaşananları... Kırılganlık kadar mutluluk da kolayca boy verir narin yüreğinde. Dingin, mutlu tebessümlerin masumiyetiyle koşar seke seke hayallerine çocuk.
Diyemez kadın:
“Tan ağarırken bu şehrin girişinde çevirmişler babanın bindiği otobüsü, kelepçe vurulmuş bileklerine... ”
Diyemez ki…
Boğum boğum... Yutkunur maziyle birlikte her bir yaşanmışı, hançeresinden gelen belli belirsiz bir hırıltıyla:
“Bu adam kocamdı,“der boşluğa…
Refika Doğan-Antalya 2011 Mayıs