- 2401 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
NECİP FAZIL’IN ŞİİR GÖRÜŞÜ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Bizde şiir, Mutlak Hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen, en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve en varılmaz noktayı sonsuz ve hudutsuz aramanın davasıdır. Maddî ve manevî eşya ve hadiselerin mâverâsında karargah kurmuş olan mutlak hakikat kapısı önünde ebedî bir fener alayı. Şiir işte budur. Mutlak Hakikat Allah’tır. Ve şiirin ister ona inanan ve ister inanmayan elinde, ister bilerek ve ister bilmeyerek, nispetlerini bularak Mutlak Hakikati arama işi… Şiirde beş hassemizi kaynaştırıcı idrak mihrakında maddî ve manevî bütün eşya ve hadiselerin mâverâsına sıçramak isteyen küstah ve başıboş kıvılcımlar mahrekidir. O, bir noktaya varmanın değil, onu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir!..”
Necip Fazıl’da şiir, gaye değil vasıtadır. O, bu vasıtayı, kendi tâbiriyle, “Mutlak Hakikat” için kullanmaktadır. Bunun için de şiirin hasına tâliptir. Tebliğci şiiri kaba davulculuk sayar ve şiirin bir “telkin” aracı olduğunu, bunu yaparken, insanları en mahrem yerinden yakalayıp şiirin cazibesiyle, o akıl üstü gerçeğe taşıması gerektiğini savunur. “Çile”nin sonuna eklediği özel Poetika bölümünde, bu hususu geniş bir şekilde izah eder. Şeklinden diline, muhtevasından hedefine kadar hepsini bir bir anlatırken şu önemli hususlara dikkatimizi çeker:
“Şiir düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan her birinin öbürünü kendi nefsine döndürme isteyişindeki mesut med ve cezirden doğar. His fikir olmaya, fikir de his olmaya doğru kıvrımlaşmaya başlayıncadır ki, kıvrımlar arasındaki halkaların içinde, sanat karargâhını kurar.” bununla da yetinmez; şiirin ana maddesi sayılan ham duygu ile şiire uzak olarak gördüğü kuru düşünceden kurtulmasını, bunu “üstün idrâk” duygusuyla tamamlaması gerektiğini söyler. Ancak, bu idrâkin de kendi varlık şuuruna ulaşmış his ve fikir olarak açıklar. Bunlar şiirin iki özel ana malzemesidir. Fikri ön plana alır ama hissiz olamayacağını da özenle belirtir.
Şiirin şekil ve kalıp hususiyetlerine sahip olması yönündeki düşüncede, Necip Fazıl, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi düşünmektedir: “Şair, mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan; fakat onu aştığı, gizlediği, peçelediği ve mânâyı ve edayı onun arkasından toplayabildiği nispette husûsileşen büyük bir ustadır.” Sözleriyle de bunun mahiyetini ortaya koyar. Tabii bunu söylerken de üstün sanatkârlığın, sabit bir şekil ve kalıba bağlılığı içinde, her ân, her şiir, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenilemenin önemine işaret eder.
Din, Batı’da uygarlığın tamamlayıcı bir unsuru olarak görülür. Batılı şairlerde bu tamamıyla böyle ele alınır. Bizde ise uygarlığın bizatihi kendisidir. Ona varmayan hayat kapısı, boşluğa açılır ve insanı, melankoli bir şekilde yalnız ve çâresiz bırakır. Necip Fazıl, şiirinde bunu “Mutlak Hakikat” dediği Allah’a varış olarak anlatır ve bunda da, ortaya önemli merhâleler koyar. Bu merhâlenin birinci safhası, ona göre “Ben”dir. Şiirinde en fazla “Ben” diyen Necip Fazıl’dır. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle; “Şair, “Ben” derken, asıl “insanı” kastetmiştir. Ve bizi de asıl ilgilendiren şiirlerin bu yanıdır. Şairin kendi özel yalnızlık acısı, insanın büyük yalnızlık veya daha doğrusu büyük yakınlığa kavuşma özlemini anlatmak için” dir. İşin farkına varamayanlar, ondaki bu “Beni”, benlik, bir anlamda; süper ego olarak algılarlar. Halbuki O, tam aksine bu “Ben”den “Mutlak Hakikat”e ulaşarak kendi kozasını örer.
Ölüm ve ötesi, Necip Fazıl’ın şiirinin, ‘Çile’yle ifadelendirilen ana dokusunu oluşturur. Sezai Karakoç bunu anlatırken, “Eşyanın her birindeki yaratılış özüne göre, “ben” önünde bir nevi bir sidretülmüntehası vardır. Ve biz öyle hissederiz ki, onlar, bir adım daha atsalar, “ben”in Yaratıcıdan gelen soluğu önünde yanıp kül olacaklardır. Necip Fazıl, böylece Batılı şairlerin eşya imajındaki mistik ve sembolist eğilimlerden bu İslâm sır kavrayışından gelen farkla ayrılmaktadır. Onlarda eşya, bizi âdeta mistik bir güçle çevreler ve sıkıştırırken Necip Fazıl’da, onlara verilen bütün avanslara rağmen, insan ruhunun önünde nasıl yenilgiye uğradıklarını ve “ben”in susuzluğunda dudakları çatlayan kuru topraklar halinde susmaya mahkum olduklarını görürüz.” Necip Fazıl’ın şiirinde ön plana çıkan bu benliğinin arka planındaki toplumsal idrake varışı çok önemlidir. Cemiyetin iç ve gizli hayatıyla uyuduğunu, onun rüyasını şairin gördüğünü söyler ve ilave eder: “O halde şiir, bir cemiyetin topyekun his ve fikir hayatını araştıran ve kontrol eden başlıca rasat merkezidir. Ve ışıkları daima tam ve müstakil fert neşri olduğu halde, özel olarak ferdîlikle hiçbir alâkası yoktur. Şiir, bütün şahsî mahremiyetleri ve zatî aidiyetleriyle yüzde yüz fert perdesi üzerinde cemiyetteki tefekkür ve merak hâlinin en seçkin ve mükemmel aksidir” Bakın şu şiirine:
BU YAĞMUR
Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince
Aynalar yüzümü tanımaz olur.
Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,
Karnımda acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça çisil çisil yağacak.
Bu yağmur, bu yağmur, cinnetten üstün,
Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün
Sulardan, seslerden ve gecelerden...
Su, ses ve gece imajına sığdırılan hayatın yalnızlığını açabilmek için Necip Fazıl kendi ruhunu kalabalıkların heyecanlarında aramaktadır. Yağmurun ulvîliği ve rahmet örtüsü onu, kendinde idrake çeker ve cinlerin beyninde yaptığı düğünü karanlık kovulmaz düşüncelere götürür…
Ilık bir bahar havasını düşünün. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Sonra bulutlar üzerimizden çekilip giderken yerini güneşe ve toprak kokusuna bırakıyor. Dallar yıkanmış bir elmas gibi parlıyor, çiçekler üzerlerinde kalan damlalarla âdeta yenilenmiş bir onarımın rahatlığı içinde bize buselerini uzatıyor. Böylesi pastoral bir tabloya rağmen, yağmur Necip Fazıl için yerde taştır. Sert bir bıçak gibi ilmek ilmek ruhunun iplerini keser. Onu sonsuz oluşumun hayranlığı içinde teslimiyete götürür… Bir taraftan öpüşten yumuşak, bir tarafta taştan sert bir yağmurun zıtlığını anlamak için şairin ruh dünyasını iyi bilmek gerekir. Problemini kendi içinde üreten bir insan için bu zıtlıklar “Eşya zıddıyla kaimdir” temel esprisini kavramaya götürür. Bu tezadın farkında oluşun sonucu olacak ki, bu farklılığı dile getirirken şairin yapması gerekeni de anlatır: “Şair gerçekte, kaba hayat akıntılarının sürüklediği çöp misali bir mahkum değil, o akıntıyı kanallandırmaya muktedir, trafik idarecisi bir hâkim. Şair, üniforma giydirdiği her şeyi sır ve cazibesinden sıyırıcı devlet elinde, inceler incesi tedbirlerle özünü örselemekten uzak tutarak en ileri sahabet ve himayeye hasret çeker… Şair, başları Arş’a değen nebilerin semavî mucizeleri yanında, ayakları toprağa mıhlı, azat kabul etmez ve tâbi olarak, madde üstü sıçrayış ve mâverâyı kucaklayış cehdinden, mucize, aşk ve hasretinden ne dokunaklı sözcü…Kâinatın Efendisi tarafından Peygamber hırkasının, üzerine atıldığı kelâm prensi”dir…Şimdi böyle ciddi bir misyonun temsilcisi olarak gördüğü şairin keyfiyetini de belirlemeden edemez. Ona göre, “Sanat ve hayat, sanat ve hakikat üzerinde fikri olmayan, fikir tasası olmayan şair, bence kuyruğu kıstırılınca ağlayan bir hayvancıktan farksız… Birbirine aykırı çift başlı bir mahluk olan şairde, biri süfli ve mahkum, öbürü ulvî ve hâkim, iki zıt kutup var. Bunlardan biriyle şair; insanoğlunun en altında, öbürüyle de nebiler ve veliler ayrı en üstünde” dir. Geleceğe birşeyler taşımak isteyenler ise, mutlaka ikinci kategoride olmalılar. Yani fikri olacak ve fikir kaygısı taşıyacak. Onun böyle bir ezelî gâye üzerine oturttuğu şair profili, yazacağının muhasebesini yapan, bununla “Mutlak Hakikat”le odaklanan, ebedî gerçeğin etrafında pervane gibi dönen bir mimarı andırır. “Bir yanda belli başlı sanat anlayışından tüten şiirler, bir yanda da bu sanat anlayışının tüttürdüğü şiir mefkûresi. Bir yanda bina, bir yanda mimarî fikri”… Şair, binasını saf şiirle inşâ ederken dil malzemesini adam gibi kullanmak durumundadır. Bu kaygıyı duymayanlar dışı cilalı içi boş kavanoz gibi şeyler üretirler. Eserleri kendilerinden önce ölüp kaybolur. Halbuki,. O şiirle geleceği kuşatmak, kucaklamak ve kurtarmak istemektedir. Sanatının ideallerini yaşayanların de öyle olması gerektiğine inanmaktadır. Bütün şiirlerine serpiştirdiği ana öz budur. Şairin kendisini böyle bir imtiyazlı yaratılışta görmesinden dolayıdır ki, insanlığın öncülerinden sayıyor, “Nebiler ve Veliler”den sonra ilk sırada gelen cins insanlar olarak görüyor. Şairin mefkûresine ulaşmasında bu yaratılış imtiyazını keşfetmesinin çok önemli olduğunu bunun için ısrarla savunuyor. Bu imtiyazın farkında olanlarla şiirin kendi özel hedefine ulaşabileceğini söylüyor. Kendisindeki “Dâvâ Adamlığı” idealinin ana nedeni de bu olsa gerektir. Mâdem ki, özel donanımla, imtiyazlı bir şekilde yaratılmış bir insandır; o zaman içinde bulunduğu toplumun öncüsü olmalıdır. Kimler gibi? Nebiler ve Veliler gibi. Onlar, nasıl ruh terbiyesinin mimarlarıysa, şair de aynı terbiyenin onlarla birlikte tamamlayıcı üçüncü ayağıdır. Toplumun kendi geleceğini kurtarmasında bu insanlarla birlikte sorumluluğu paylaşmak durumundadır. Nebiler, Peygamberlerin Risâlet imkânını, Veliler, mânevî âlemin keramet imtiyazını kullanırken, şair de ilham şansını değerlendirmelidir. Belki onlardan farklı bir özelliği, Nebiler ve Veliler, kendilerine arz edileni olduğu gibi aktarırken, kendilerinden bir şey katmazlar, katamazlar! Şairler ise, ilhamı dille birleştirmek durumundadırlar. Dili iyi kullanmaya mecburdurlar. Burada hayat tecrübeleri, kültürleri, gayretleri işe karışır ve yaptıklarının değeri de bu ortak çabanın sonucu ortaya çıkar…Bunu başaran şair, “üstün idrâk müessesesi şiiri ilk borç olarak, elinde kâinat sırlarının anahtarı”yla insanoğlunun en yüksek rütbelerinden birisine çıkmış olacaktır. Artık böyle sihirli anahtarı elinde tutan şairin açılmayacak kapısı mı kalır önünde!...
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
YORUMLAR
bu poetik yazı fazlasıyla doyurucu idi. mistik akımın ikinci yenideki pirini göğüsleyip böyle bir yazının vukua gelmesi öncelikle sağlam bir bilgi birikimi gerekektirir ki bu sizde ziyadesiyle mevcut. osman özbahçede yer yer bu şiir kavrayışından bahsediyor sağlam şiir kitabında. necip fazıl, sezai karakoç, ismet özel ve cahit zarifoğlu gibi mistik esaslı mutlak büluğ ergenleri farklı bir olgunluk peşinde sürdürdüler kimliklerini.
bütün bunlara rağmen post moder şiir o kadar özgürleştiki bir kalıp bir düzen teşkil edilmesi çok zor. o yüzden hala ikinci yeniden kurtulamadığından şikayet eden bir edebiyat dünyamız var. belki arı cümleler kuleleyen bir akımın peşinden gidilebilir. bu muğlak halimiz yeise kapılacak kadar bitkin.
üstad bu yazı için çok teşekkürler. bu yazı şu an en okunası metindir bu sitede. inşallah gerekli yerlere gider....