- 2672 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
Buğulu Zamanlar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
-I-
Şiir, ilham perisini bekler. Peridir bu, canı ne zaman isterse o zaman gelir; keyfiyetinden sual olunacak değil ya! Eh, yazı için herhangi bir peri tahsis edilmediğine göre; o, sizin keyfinize kalmış. Artık, ruh dinginliği mi istersiniz, etrafınızdaki sessizlik mi sizi teşvik eder, yoksa huzur ve sükûn mu ararsınız?!
Ya da sağda solda millet bangır bangır bağırırken, müzik sesleri ortalığı yıkarken; siz, Boğaz’da kulağına pamuk tıkayarak tualinin başına çökmüş ressam misalî kendi dünyanızın dışındaki her şeyden mi soyutlanırsınız?!
Dediğimiz gibi, mesele sizin keyfiyetinizdedir. De, müşkili başkadır: Yazıyı kafanızda kurmuş, klavye başına öyle oturmuşsunuzdur. Başlarsınız yazmaya ama bir bakarsınız ki ana temanın dışında, kurguladığınız her şey göçmen kuşlar gibi uçup gitmiş... Tasarladığınızın ve iradenizin dışında bir hâl alır yazı, kendi mecraı içinde akıp gitmeye başlar. Yapacak bir şey yoktur. Teşbihte hata olmaz kabilinden “Men çu gûyem, tamburam çu sazâd” dersiniz. Artık uysa da uymasa da...
Efendim, girizgâh böyle...
Geçtiğimiz günlerde bir yazım hakkında görüş bildiren tanımadığım bir ukala zat, “Yazınızın girişindeki girizgâh olmamış” dedi (inceltme işaretini ben koydum canım, o koyacak değildi ha!)...
Bu gibi durumlarda Yılmaz Ağabey, “Bab-ı Âli kapısından mürûr edip geçerken; tek bir atlı süvariye tesadüfen rast geldim” derdi. Siz anladınız onu...
***
Hayâli bir değil, belki de iki cihâna değer geçmiş zamanlara gideceğiz bugün. Lâfı çok uzatıp sizleri sıkmadan ve belki bazen de kendi topraklarımıza ait lehçemizle, lehçe içindeki şivelerimizle bir iki hatıramızı anlatmaya çalışacağız...
***
Yasak olmasa da, ayıplanırdı kendi şivemizle konuşmak. “Kars’ın kıroları” derler, küçümserlerdi...
Rejim ve bekçileri, tornadan çıkarır gibi “tek tip adam” yetiştirmeye ayarlanmıştı çünkü.
Yöresel şivelerle, ağızlarla konuşmak, yazmak ayıplanır, horlanır, tenkid edilirdi...
O kafayla, ana dilleri olan Kürtçe’yi yasaklayıp, büyük şehirlerde konuşmaya kalktıklarında da “kıro bunlar yaa!” diyerek; Kürtleri de küçümseyip, horlamadık mı? En azından bir kısmını dağlara biz itmedik mi?!
Şimdi, artık öyle değil çok şükür. İnternetteki sosyal paylaşım sitelerinde gençler, kendi lehçe ve şivelerimizle yazılar, şiirler yazıyor; fıkralar anlatıyorlar. Dilimizi, geleneklerimizi, göreneklerimizi yaşatıyorlar. Onlarla gurur duyuyorum.
***
1960’lı yılların başı...
Arpaçay’ın Meydancık köyü ilkokulunda okuyoruz. 61, 62, 63... 27 Mayısçılar, “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağım” diyen Menderes’i yeni asmışlar. Güya Amerikan karşıtılar ama okullarda bize Amerika’dan bedava gönderilen süt tozu dağıtılıyor. Koca koca karton kutularda geliyor süt tozları. Kutuların üstünde de kocaman harflerle “UNITED STATES OF AMERICA” yazıyor. Yazıldığı gibi okuyoruz tabiî, nerde bizde şimdiki gibi çocuk yaştan “English talking” vaziyetleri!.. Şekerli olduğu için de çok hoşumuza gidiyor bu meret süt tozu. Az biraz biz öğrencilere dağıtılıyor, çoğu ise öğretmenlerin evlerine gidiyor.
Kennedy henüz vurulmamış, köylü halkın Amerika’yla ilgili bilgisi, biraz Kore harbinden anlatılanlar ve biraz da Sümerbank mağazalarında satılan “kaput bezi”nden mütevellit. Ona da Amerikan anlamına gelen “Emelkân Bezi” diyorlar... (Şimdi kaç kişi hatırlar o Emelkân bezini?)
***
Ermeni saldırıları sonucu Bacıoğlu köyünden kaçan büyüklerimizin bir bölümü Bacıoğlu yaylasına yerleşerek yeni Bacıoğlu’nu kurarken; diğer bölümü de, Ermeniler gidince boş kalan Meydancık’a yerleşirler. Anlayacağınız, eski Bacıoğlu’ndan (bugün Ermenistan sınırları içerisinde) iki köy çıkar ortaya...
Küçük bir bölüm de eski Bacıoğlu’nda kalır. Bunlardan biri de benim nenemin (babaannem) kardeşi Ali dayımızmış. Yani, büyük dayımız. Ali dayı, zaman zaman huduttan kaçak geçerek bizimkileri ziyarete gelirmiş. Bir süre sonra bu gelişler, SSCB makamlarına ihbar edilir ve Ali dayı dâhil olmak üzere birçok Türk ailesi, Stalin tarafından Sibirya’ya sürülür...
Rahmetli nenem, bu ayrılık acısını hiç unutmadı. Yıllarca hep şu dörtlüğü tekrarlardı:
Dağ üstünde dağ olmaz
Tikân üste bağ olmaz
Stayalan ölmese
Bu yaralar sağalmaz!
Stayalan diye telaffuz ettiği Stalin’di. Hâlbuki Stalin çoktan ölüp gitmişti ama o bunu bilmiyordu...
***
Biz, yeni Bacıoğlu’ndan gelip Meydancık’taki akrabalarımızın evlerinde konaklayarak okuyan 3 öğrenciydik. Ben, rahmetli Ekrem ve Vahit...
Rahmetli Ekrem sarışın, ben de yaşım ilerledikçe esmerleşen sahte sarışınım. Üçüncü sarışın, değirmenci Malakan’ın oğlu Vasili. O doğal sarışın. Dördüncümüz de benim gibi sahte sarışın, dilsiz ve sağır bir arkadaşımız. Dilsiz ve sağır ama çatır çatır okuyup yazıyor. İşaret diliyle anlaşıyoruz. Çok zeki bir çocuk...
Müfettiş geldiğinde önce beni kaldırıyor tahtaya. Söylediklerini tahtanın alt köşesine yakın bir yerden başlayarak yazıyor, üst köşesine yakın bir yerde bitiriyorum. Diyagonal... Sonra da dilsiz arkadaşımızı kaldırıyor, durumu anlayınca da işaret diliyle bir şeyler yazdırıyor. Başarılı olduğunu görünce de “Bunu bilmem ne sağır ve dilsizler okuluna gönderelim” deyip gidiyor. Gidiş o gidiş...
Ertesi gün, Arpaçaylı beli tabancalı öğretmenim Doğan Bey, beni kaldırıp gözlerimden öperek teşekkür ediyor. Meğer diyagonal yazım işe yaramış, müfettiş beğenisini dile getirerek, kendisine teşekkür etmiş...
***
Gelelim “sarışın” olmamızı neden vurguladığıma...
Rahmetli arkadaşım Ekrem ile bana hakaret amaçlı ya “Saraltmış” ya da “Sarı Malakan” diyorlardı... Zaten Malakan olan Vasili için mesele yoktu, ama bu hakaretler bizi rahatsız ediyordu.
Rahmetli amcalarımdan biri de sarışındı. Ona da hep gıyabında Oskan diye hitap ediyorlardı maalesef...
Malakanlar (Molokani), Rus çarı Deli Petro (Pyotr Velikiy) zamanında Ortodoks kilisesiyle anlaşmazlığa düşen bir Rus kavmi. Önce Rus çarlarınca Kuzey Kafkasya’ya sürülürler. 93 Harbinden sonra da gene Rus çarlığı tarafından işgal edilen Kars ve havalisine yerleştirilirler.
Şair Dîligam o günleri bir şiirinde şöyle anlatır:
Göçtü İslâm Eli, geldi Malakan
Tohabir elinde yazılı ferman
Açılmaz güllerin, Dîlgam ağlar kan
Ahir encâmında bed olan dağlar.
Kars ve civarındaki hemen hemen bütün değirmenleri Malakanlar işletirlerdi... Vasili de böyle bir ailenin çocuğuydu. Biz okurken, Vasili’nin babası vefat etti. Etraf hep Müslüman ve ölen gayri Müslimler için öldü demek yerine “geberdi” diyorlar. Vasili de hem etraftan “geberdi” diye duyduğu için, soranlara kifayetsiz Türkçe’siyle bu ifadeyle cevap veriyor...
Benden 10 yaş kadar büyük, üçüncü kuşaktan kuzenim de günümüz deyimiyle tam bir fırlama, bir süzme. Vasili’nin bu durumunu hemen her gün birkaç defa istismar ediyor. Gördüğü her yerde aynı soruyu yapıştırıyor:
-Ola Vaso, senin baban hardadı?
Vasili, biraz mahcup, biraz üzgün ve bir çocuk saflığıyla cevaplıyor:
-Benim baba geberdi...
Hiçbirimiz, kuzenimin yaptığı bu çirkinliği anlayacak yaşta değiliz ama babasını kaybeden Vasili’yi, daha 4.5 yaşındayken yetim kalmış biri olarak en iyi ben anlıyorum. Bazen bir tenha köşeye çekilip ağlayan Vaso’ya, gözyaşlarımla ben ortaklık ediyorum. Herkesin gözünden uzak, alaylara, aşağılanmalara muhatap olmamak için; en gizli köşelerde...
***
Vaso’nun ailesi yas tutuyor. Atçılar ve Zöhrap köylerinden gelen akrabalarıyla bazı anma törenleri yapıyorlar. Bu törenlerde içkiler içtiklerini, şaraplı ekmekler falan dağıttıklarını anlatıyor Vaso... Katı kuralları olan Müslüman bir ailenin çocuğu olarak ben, onun anlattıklarına çok yabancıyım. Neleri anladığımı, neler hissettiğimi doğrusu şimdi pek hatırlayamıyorum. Hatırladığım bir şey var ki; o da muzip ve şirret kuzenimin gene fesatlık olsun diye, gecenin bir saatinde değirmenin kapısını çalarak Vasili’nin şimdi adını hatırlayamadığım sarhoş ağabeyiyle dalga geçtiğidir...
***
Zor yıllardı o yıllar. 27 Mayıs ihtilalinin hemen sonrasıydı. Eski cumhurbaşkanı İsmet İnönü başbakandı.
Neler oldu, ortalıkta nasıl bir dış politika döndü bilmiyorum. Kalan son Malakanları da Kars’tan ve Kızılçakçak’tan trene bindirerek Sovyetler Birliğine gönderdiler galiba. Gene bir mübadele söz konusu olmuştu herhalde. Ben, tam olarak hatırlamıyorum. Mübadele falan dense bile anlayacak, durumu kavrayacak yaşta değildik o zamanlar. Şimdi, bazı kaynaklara gidip araştırmaya da elim varmadı, içimden gelmedi doğrusu...
Bildiğim ve hatırladığım bir şey var ki; yaz tatili bittikten sonra bir sonraki sınıf için okula geldiğimde Vaso da, ailesi de yoktular...
Gene o günlerden hafızamda kalan, konunun önemini ve belki de aslında vahametini gözlerimizin önüne serecek bir anekdotu anlatarak yazıyı bitirmek istiyorum.
Rahmetli Zeynep bibimin rahmetli kocası Dursun enişte, kendi köylerinin muhtarıydı. Arpaçay savcısı kendisini ifadeye çağırmış. Şubat başı falan. Dönüşte beni de atının terkisine bindirerek sömestr tatili diye kendi evimize götürüyor.
Yolda, savcının neden çağırdığını ve aralarında geçen konuşmayı anlattı bana:
Köylerinde bir kadın, gayri meşru bir çocuk doğurmuş gizlice. Ve gene kimselere göstermeden doğan çocuğu boğarak öldürmüş ve gizlice bir yere gömmüş. Artık nasıl olmuşsa, komşularından biri durumdan haberdar olmuş ve savcılığa ihbar etmiş...
Savcılık soruşturma açmış. Galiba bunlar da, köy muhtarı ve ihtiyar heyeti olarak böyle bir şeyin yaşanmadığına dair bir tutanak tutmuşlar. Dursun enişte de bu tutanakla savcıya ifade vermiş. İfade sırasında savcı kendisine şöyle demiş:
“Muhtar, eğer böyle bir hadise meydana geldi ve siz bunu gizliyorsanız; büyük suç işliyorsunuz demektir. O çocuk, yaşasaydı, belki de gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ne reisi cumhur bile olabilirdi. Bunun vebali altındasınız” falan gibi sözler etmiş...
Oysaki tam da o yıllarda; millet tarafından seçilmiş meşru reisi cumhur, birtakım zorbalarca alaşağı edilmiş, uyduruk bir mâhkemede idâmla yargılanmış, müebbet hapse mâhkûm edilmiş ve Kayseri ceza evine tıkılmıştı!..
İşte böyle bir tezadlar ülkesidir Türkiye... İçimizde yaşamış, bizden biri olmuş Malakanlar da bu tezadlar ülkesinin gazabına uğradılar maalesef!..
Cahit Kılıç
İstanbul, 28 Mayıs 2011
YORUMLAR
"İşte böyle bir tezadlar ülkesidir Türkiye..."
Türkiye Türkiye'de icinde ki insanlar basrolde,
" iste böyle insanlarla dolu bir Türkiye" denilmeliydi yazinin sonunda!
ki insalarin eseri degil mi suan ki gelinen zaman.
Saygilar
Cahit KILIÇ
toprağımın rengi var bir tecrübenin kaleminden ustaca akıttığı duygu var...
ve sonuna kadar rengini azaltmadan büyüyen bir resim var...
tebrikler...
Cahit KILIÇ
"Yasak olmasa da, ayıplanırdı kendi şivemizle konuşmak. “Kars’ın kıroları” derler, küçümserlerdi...
Rejim ve bekçileri, tornadan çıkarır gibi “tek tip adam” yetiştirmeye ayarlanmıştı çünkü.
Yöresel şivelerle, ağızlarla konuşmak, yazmak ayıplanır, horlanır, tenkid edilirdi...
O kafayla, ana dilleri olan Kürtçe’yi yasaklayıp, büyük şehirlerde konuşmaya kalktıklarında da “kıro bunlar yaa!” diyerek; Kürtleri de küçümseyip, horlamadık mı? En azından bir kısmını dağlara biz itmedik mi?!"
Samimi bir itiraf, Sarı Malakan'dan...
Sarartmadan, karalamadan...
"İçimizde yaşamış, bizden biri olmuş Malakanlar da bu tezadlar ülkesinin gazabına uğradılar maalesef!.."
Bu tezatlar ülkesinde her an her şey olabilir...
Atılabilir de insan, itilebilir de...
Ya da sarılabilir...
Tarihten bilgilendin, tarihten tarihe geçerken...
Sarışın yazara, esmer çocuktan tebrik ve selamlar...
Cahit KILIÇ
günün yazısını kutlarım öncelikle..tam da yerine yakışmış doğrusu..
iki kere mutlu oldum aslında;
1. yazının bütünü keyif vericiydi.. sonunu merak ederek okudum..
2. memleketimi anlatan,toRPağımdan bi yazıydı.. tam da memleketimin ortasından!! men yahşi olmuşam..
kaleminiz tükenmesin..
var olun..
saygılarımla..
dali''nya tarafından 5/29/2011 1:47:23 AM zamanında düzenlenmiştir.
dali''nya tarafından 5/29/2011 1:47:53 AM zamanında düzenlenmiştir.
Cahit KILIÇ
Cahit KILIÇ
Yaşayan bir tarih, usta bir kalem tarafından yazılmış, bize geçmişimizi sorgulamaya iten yararlı bir yazı..
Yazara saygılar.
Cahit KILIÇ
Beğeniyle okudum. Yazım kuralları yönünden rahatlıkla, işte örnek alınacak bir yazı derim. Sizi her yönden kutluyorum. Ancak, her kimse, eleştiride bulunan birisini ulaka olarak ntitelemenizi doğru bulmadım.
Saygıylarımla.
Veysel Başer tarafından 5/28/2011 1:11:39 PM zamanında düzenlenmiştir.
Cahit KILIÇ
O "ukala" olarak verilen kişi ne edebiyat camisandan ne de eli kalem tutanlar cenahından biriydi. Bu camialardan olan birisi "Girişteki girizgâh" gibi ucube bir tasvirde bulunmazdı.
Saygılarımla.