OTOBÜS BİLETÇİSİ
Nihayet, yıllar sonra arzuladığım bu şirin kasabaya atanmamı sağlamıştım, daha önceki gelişlerimde her sokakta bir kaç kiralık daire gördüğüm halde, bu defa iki gündür münasip bir mesken bulamadım, kendimi yorgun ve biraz da kırgın, şehir merkezindeki parkın kanepesine zor attım.
Mevsim sonbahar olmasına rağmen sıcak bir pastırma yazı güneşi ve yorgunluğun verdiği rehavet içerisinde, parkın çocuk bahçesinde oynayan, cıvıldaşan çocuklara gözüm takıldı. Çok güzel giyinmiş, giysi ve tiplerine bakarak ikiz olabileceklerini düşündüğüm, iki çocuk dikkatimi çekti, birisi kum havuzunda yaptığı kuleleri yıkıyor, tekrar yapıyordu, diğeri ise merdivenleri hızla çıktığı kaydıraktan kayıyor, tekrar merdivene koşuyordu.
Ne güzel şu çocukluk! Gailesiz, sıkıntısız alabildiğince oyun ve eğlence..
.
Bu izlenimin etkisi ile çocukluk günlerimi düşünmeye başladım, o zamanlar şimdiki gibi her mahallede park ve çocuk bahçeleri yoktu, ama bugünkü gibi anlamsız beton yığını gökdelenlerin yerinde aşı boyalı, beyaz badanalı veya çivit rengi şirin evler, bunların etrafında da oynayabileceğimiz bol yemişli, meyve bahçeleri vardı.
Bu günün çocukları kaloriferli, asansörlü ve hatta klimalı binalarda doğup büyüdükleri halde, biz ısınmak için sobayı bile zor bulur, 5 numara gaz lambası veya mum ışığında ders çalışırdık. Onlar bilgisayar oyunları, uzaktan kumandalı otomobil, uçak ve gemilerle, oyuncak robotlarla, lunaparklarda modern oyuncaklarla oynadıkları halde biz, yarım insan boyu yükseklikte, yere dik çakılan bir kazığın üzerine yatay olarak konulan ve kazıktaki mihverle ortasındaki oyuk yardımıyla, iki ucuna takılan kişilerin denge ve dönüş hareketlerine müsaade eden ve dönerken çıkardığı gıcırtı sebebiyle CINGIRDIK denilen 4-5 metre uzunluğunda yatay direkle, kasaplık hayvanların AŞIK kemikleri ile, rengarenk bilyelerle, biri uzun diğeri kısa, MET-ÇOMAK denilen değneklerle oynar, ATLI KARINCA, DÖNME DOLAP gibi lüks eğlenceleri ancak bayramlarda görebilirdik.
Mütevazi aile bütçemizin elverdiği bir bayram arifesinde yeni bir elbise veya ayakkabı ile ödüllendirilir, çok kere cici ayakkabılarımızı yastığımızın altına koyarak uyur, bayram sabahını beklerdik. Bugün pastahanelerde isimlerini bile kolaylıkla telaffuz edemediğimiz çeşitli pastalar, dondurma ve şekerlemeler çocukları cezbedemediği halde, biz 3 ayaklı sehpa üzerine yerleştirdiği tepsideki rengarenk macunları, küçücük bir değneğin üzerine, bir ressam titizliğiyle saran macuncuyu ancak bayram veya özel günlerde görmek saadetine erer, mahalle bakkalından aldığımız keçiboynuzu, iğde, dut kurusu, elma , horoz şekeri, erik ve dut pestili ile günümüzü geçirirdik. Ekmek ve basma ihtiyacımızı vesika ile giderirdik ama belki de bugünün çocuklarından daha mutlu idik, bilmiyorum.
Bu karşılaştırmaları yaparken görüş alanıma giren, biri ACI PİRİNÇ filminin baş kadın oyuncusu SİLVANA MANGANO, diğeri sarışın bomba MARLYN MONROOE’nun kopyaları iki afetin beni göstererek konuşup gülüşmeleri ,düşünce odağımı birden değiştirdi, hele önümden geçerken attıkları kartvizit beni düştüğüm hayal aleminden tamamen uzaklaştırdı. Kimsenin bakmadığını sandığım bir anda yerden aldığım kartta sadece bir telefon numarası yazılıydı. Bir süre sonra kendimi toparladım, bu apaçık bir davetti, telefonumu tuşladım, cevap veren hanıma kendimi park kanepesindeki kişi olarak tanıtıp kiminle görüştüğümü sorunca şuh bir kahkaha atan hanım :
Ayol beni tanımadın mı? Bu ne vefasızlık, geçen yaz bir hafta sonu Bodrum’da beraberdik deyince şok oldum. Hafızamı yokladım, tanıdıklarımın arasında bu iki hanıma benzer kimse yoktu, iyice şaşırmıştım, konuştuğum bayanın esmer mi, sarışın mı olduğunu tahmin etmeye çalışırken sanki düşüncelerimi okuyan bayan yarın ŞALE gazinosunda öğle yemeğimizi yer, hem sohbet eder, hem de beni tanır, merakını giderirsin ! deyince parktaki çocukları, çocukluğumu, parkı, hatta dünyayı unuttum, ayaklarım sanki yere basmıyordu.
Uçarcasına otelime döndüm, getirdiğim iki kat elbiseyi, 8-10 kravat ve gömleği 15-20’şer kez denedikten sonra kıyafet konusunda karara varabildim ve yemek salonuna indim, yemeği müteakip kahvemi içer içmez, yorgunluğumu atarak yarın daha zinde olabilmek için erkenden odama çekildim, ama uyumak mümkün mü?
Yatağımda yüzlerce defa döndükten sonra, uyuyamayacağımı anlayıp, oyun salonuna indim, elimdeki kağıtların hepsi ya maça kızı ya da kupa kızı oluyor, sonra da parktaki iki hanıma dönüşüyorlardı. Acaba hangisi diye düşünürken partiyi kaybediyordum.
Tekrar yatağıma döndüm, yarı uyur ,yarı uyanık sabahı ettim. Tıraş ve kahvaltıyı müteakip, güya akşamdan kararlaştırdığım halde, epey tereddütten sonra giyindim.
Daha saatler olmasına rağmen otobüse atlayıp randevu mahalline hareket ettim, bir süre sonra yoldaki bir kasis yüzünden sarsılırken biletçinin :
- Beyefendi, rahatsız mısınız ?
sorusuyla irkilip daha dikkatli baktım, biletçi bu defa park bekçisi kılığında sorusunu tekrarladı :
- Beyefendi, rahatsız mısınız?
O zaman hala park kanepesinde oturduğumu ve bekçinin sarsması ile uyandığımı, şimdiye kadar yaşadıklarımın bir rüya olduğunu ,anlayarak bu kadar güzel bir rüyanın peşinden birden bire hakikat alemine dönmenin burukluğu ile ayağa kalkarken sendeledim. Ayaklarımı sürükleyerek otelin yolunu tuttum.
Not.25 Mayıs Dünya şairler gününüz kutlu olsun.