0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
3122
Okunma
Rüstem yavaş yavaş savaş meydanına doğru ilerledi. Üstünde koca bir hayatın yükü vardı. Hiçbir zaman sırtı yere gelmemişti. Şeytanlarla savaşmıştı kendi cehennemlerinde, devleri alt etmişti kendi evlerinde, nice hükümdarlara diz çöktürmüştü önünde. Korku yoktu onun yüreğinde, tedirginlik yoktu. Savaşmak için savaşmıyordu o. Ölmek için vuruyordu kılıcını kör bakışlı, öküz başlı beyaz şeytanın boynuna. Hani nice Arap kralları biliyordu da yiğitliğini karşısına çıkamamışlardı. Hem de tek başına gelmişti savaşa da kral Key Kawus’u yedi kat yerin altındaki zindanlardan çıkarmıştı. Korkudan bütün Arap krallıkları bağlılıklarını bildirmişlerde kellelerini sağlama almışlardı.
Ve daha nice niceleri geçmişti başından. Kırlaşmış olan bu tüyler bir azaptan geçerek bu hali almıştı. Birçok günah işlemişti belki, belki de ömrün en güzel günlerinin uğruna döktüğü gözyaşlarıydı perçemlerine beyazları eklemek. Kim bilebilir ki yaradandan gayrı.
Rüstem düşünceliydi. Sanki ömrünün üstündeki bütün kirler bugünü beklemişte yakasına yapışacaktı. Bütün pisliklerini bugüne biriktirmişlerde ele güne onu rezil rüsva edeceğini zannediyordu. Kendisi öyle düşünüyordu. Niçin böyle düşündüğünü kendisi de bilmiyordu. Belki de ilk defa kendisi gibi birisi ile savaşacaktı da ondandı bütün korkusu. Hiç böyle tedirgin olmamıştı. Hayatında hiçbir zamanda pişmanlık duymamıştı. Kral Key Kawus onu çağırdığında onunla çekinerek konuşur,kırmaya korkardı. Çünkü bilirdi ki Rüstem olmadan pers ordusunun bir işe yaramadığını. Oda kraldan hiçbir zaman çekinmez gerektiğinde çıkıp gider kral bile ona bir şey diyemezdi.
Ama bu sefer işler böyle değildi. Kral ona çekinerek anlatmıştı ama o bir çocuğun işini fazla büyütmemek gerektiğini söylemiş kralla ters düşmüştü. Ve Key Kawus’ta ilk defa ona çıkışmış dediğini yapmasını istemiş oda krala sinirlenerek sarayı terk etmişti. Fakat daha sonra kral yardımcılarının telkinleriyle Rüstem’siz bir şeyi yapamayacağını anlamış ve en yakın arkadaşlarından ikisini peşinden göndertip geri getirmelerini emir buyurmuştu. Oda arkadaşlarının hatırını kıramayıp geri gelmiş ve kralın dediğini yapmak zorunda kalmıştı.
Ama Siestan ve Zebulistan’ın sahibi büyük komutan, kral Rüstem bugün hükümdar Key Kawus’un korkusunda hiçte hata etmediğini anlamıştı.
Çünkü bir önceki gün tedbiri kıyafetle girdiği sarayda durumu görünce ilk defa tedirginlik duymuştu. Acaba kimdi bu sarayı yiğit komutan Hadşir’in bileklerinin arasından sıyırıp alan ve Hadşir’i bir sinek gibi ezmeye gücü yeten. Acaba kimdi bu yiğit cengaver.
Onu görünce bir an sanki kendi gençliğini görmüş gibi olmuştu. Daha bıyıkları bile tam olarak terlememiş olan bu yiğidi birine benzetmekte hiçte geç kalmamıştı fakat kime benzettiğini bulamamıştı. Ama kulağına gelen söylentilerin hiçte yersiz olmadıklarınında farkına varmıştı.
Acaba kimdi dedesi Sam Sawur’un heybetiyle savaşıp da adını duyuran pehlivan. Herkesin Rüsteme benzettiği yiğidi rüstem dedesine benzetiyordu ama çıkartamıyordu bir türlü. Ve şimdi tedirginlik duymuştu ilk defa. Korkmamıştı, korkmuyordu fakat içinde ufak bir sazın nağmesine benzeyen bir eda vardı. Derinlerden çalmaktaydı ve o anlamıyordu. İlk defa böyle olmuştu. İlk defa bu hale düşmüştü. Yüce dağların ufuklarında öküz başlı beyaz şeytanların kanatlarının gölgesinde güneşi görmeden savaşırken bile içinde en ufak bir kuşku yoktu ama şimdi bir şey içini kemirmekte onu yemeye çalışmaktaydı. Ne olduğunu bir türlü çözemiyordu.
Gece saraydan çıkarken bile bu tedirginliği üstünden atamamış ve tam kapıda Sohrab’ın dayısı Zanda Zam’a rast gelmişti. Zam onun yabancı biri olduğunu anlamış fakat kimseye bir şey söylemeye vakti olmamıştı. Çünkü Rüstem tek yumrukla Zam’ın kellesini vücudundan ayırıp saraydan çıkmış Sohrab’da ancak sabahleyin dayısının cesedini görünce olanları anlamaya başlamıştı.
Ve şimdi Rüstem miğferini giymiş kılıç kuşanmış savaş meydanında sohrab’ı beklemekteydi. Karşı ki tepede bulunan sarayın büyük demir kapısı açılıp sohrab atıyla dışarı çıktı. Uzaktan çok küçük göründüğünü fark etti rüstem. Acaba kendisi de öyle miydi uzaktan. Biran aklına bu soru düştü. Fakat giderek Sohrab’ın büyüdüğünü, serpildiğini sanki annesinden yeni doğmuş bir çocuğun büyüyüp gözlerinin önünde ona yetiştiğini gördü.
Sohrab gelip atıyla önünde durduğunda kendisinden daha da büyük bir gövdeye sahip olduğunu gördü. Birden içine bir korku girdi. İlk defa ölüm gelmişti aklına. Şimdiye kadar hiçbir zaman ölümü aklının ucundan geçirmemişti. Fakat bu sefer iş başkaydı. Yenilecekmiş gibi bir hisse kapıldı bir an. Karamsarlığa girmişti. Sanki bütün sesler onu terk etmiş, bütün melekler yanından gitmiş onu öylece ortada bırakmışlardı.
Sohrab atından aşağı indi. Bir iki adım Rüstem’e yaklaştı ve konuşmaya başladı:
- hey babalık Key Kawus bula bula seni mi buldu. Persiyadaki bütün yiğitler senin gibiyse vay Key Kawus’un haline.
Sohrab konuştuktan sonra Rüstem:
- ey kendine yiğit diyen, önüne çıkan her şeyi ezip geçen akılsız cengaver. Bil ki persiyanın savaş meydanındaki ilk kralı benim. Sanma ki herkes böyledir. Zal oğlu Rüstem başını sarayından çıkarırsa bil ki alemde bütün sesler kesilir ve sende daha çok gençsin unutma.
- ‘Ey babalık’ diye seslendi Sohrab. Bil ki Key Kawus’ta ve Persiyada senin gibi yaşlanmış cengaverlere kalmışsa vay haline. O zaman ben onları tek elimle süpürüp geçerim.
- O zaman işimizi yapalım dedi Rüstem elini kılcının kabzasına koyarak.
Rüstem ne olduğunu anlamadan birden kendini Sohrabın ellerinin arasında ve başının üstünde buldu. O daha elini kılıcının kabzasına koyar koymaz sohrab onu belinden tuttuğu gibi havaya kaldırmıştı. Ve havaya kaldırdığı gibi Rüstemi büyük bir hengameyle yere yapıştırdı. Rüstem her ne kadar direndiyse de ilk hamlelerde hiç başarılı olamadı. Sohrab onu tuttuğu gibi yere deviriyordu.
Kılıçlar çekilip de kanlı bir günün haberini uzaktan izlemeye çalışan Rüstemin askerleri ve arkadaşları ilk defa korkmuşlardı. Onun yenileceği şüphesi ilk defa yüreklerinin bir yerinde yer bulmuştu. Rüstemde savaşırken kan ter içinde kalıyor eskisi gibi artık başarılı olamıyordu. Yaptığı bütün hamleler Sohrabtan geri dönmekle kalmıyor daha da kötüsü onun başına geliyordu. Sohrab her fırsatta en ağır darbeyi vurmaya çalışıyor ama her seferinde rüstemden şimdiye kadar kimseden alamadığı en ağır darbeyi alıyordu.
Gün bittiğinde iki savaşçı da yorgun düşmüş, bitap olmuştu. Fakat ikisi de birbirine hükümranlık kuramamıştı. İkisi de sinirlenmişti. İkisi de ilk defa böyle bir yiğitle savaştığının farkındaydı. Rüstem ilk defa birinin onu öldürebileceğinden korkmaya ve bunu düşünmeye başlamıştı. Şimdiye kadar pers diyarında onun karşısına çıkacak bir yiğitin olmadığını biliyor fakat aynı zamanda Turan diyarında da kendisi gibi bir Turanlının olmadığından da emindi. Ama bu çocuk nerden çıkmıştı acaba. Hiçbir Turanlı böyle savaşmayı bilmezdi. Evet onlar hızlıydı ama ne kadar hızlı olsalar da teke tek dövüşlerde savaşmayı beceremezlerdi.
Bütün bu düşünceler beynini kurcalarken ve Rüstem ilk defa ölümünün bir insanın elinden olacağını düşünmeye başlamışken kral çadırına döndü. Aklı fikri Tamineh’teydi. Tamineh’in ona gönderdiği cevap aklına geldikçe bir yandan da böyle bir şeyin olamayacağına kendisini inandırmaya çalışıyordu. Bazen içine büyük bir korku düşüyor fakat sonra kendisini bir şeyler avutup korkusuna gem vurmaya çalışıyordu. Rüstem ilk defa korkmuştu ve hayatında ilk defa elleri titriyordu.
Sabaha karşı en yakın arkadaşlarından olan kral Key Kawus’un bir komutanını çağırıp ona durumunu anlattı ve sonra da eğer savaş alanında ölürsem Sohrab’la savaşmamaları gerektiğini çünkü herkesin ölebileceğini söylemiş ve bu tedirginlikle miğferini giymiş, kılıç kuşanıp savaş alanına gitmişti.
Sohrab savaş alanına gelip atından inip de Rüstemin karşısına dikildiği vakit rüstem ona fırsat vermeden sohrab’ı olduğu yerde kaldırıp yere bir çivi gibi yapıştırdı. Sohrab daha ne olduğunu anlayamadan rüstem ikinci hamleyi yapıp sohrab’ı kaldırdığı gibi bir daha toprağın bedeniyle buluşturdu. İkinci hamleden sonra rüstem geriye birkaç adım çekilip elini kılıcının kabzasından gezdirdikten sonra kılıcını çekip sohrab’ın kalkmasını bekledi.
Sohrab kalktıktan sonra rüstem ona: vur turanın demirden döğülmüş yiğidi. Vur güneşin gölgesi kaybolmadan ufukta. Yoksa ellerin bir daha tutmaz, göremezsin beni bir daha. Başın gövdenin üstünde durmaz yoksa. Vur ellerinin bütün gücüyle, sakın tereddüt etme, sakın titremesin telleri yüreğinin. Yoksa ölürsün,yoksa inemezsin bu dağdan aşağı. Meskeninin yurdunda kalbin paramparça edilecek ve gözlerin oyulup aslanlara atılacak, kulakların kör kuşlara yol olacak. Gövden seni terk edip hades’in pis kokulu rüyalarına konuk olacak. Vur sakın durma. Korkma vur bütün haşmetiyle alemin. Bil ki zaloğlu çekerse kınından kılıcını yani Sam Savur’un cengaver bileği çıkarsa kınından taş üstünde taş,gövde üstünde baş kalmayacaktır. Çek kılıcını sakın korkma. Gözlerin büyümesin,titremesin sakın gölgeni götüren güneş. Kapatmasın gözlerini bu gece yoksa seninde susacaktır yüreğin.
Vur sakın tereddüt etme. Çektiğin kılıcı koyarsan kınına bir daha tutacak gücün olmayacaktır. O bedende can kalmayacaktır bir daha. Sakın durma, sakın korkma. Korkarsan eğer korku çökecektir derinliklerine yüreğinin ve yüreğini kemirip bitirecektir. Korkma sakın. Gözlerinin yüreğinde bitsin hayat. yoksa ellerinin içinde boğulacaktır. Avucundaki kuşun kanadı kırılıp öldürülecektir.
Vur sakın korkma. Ellerin titremesin yoksa başın durmayacaktır gövdenin üzerinde. Vur sakın durma yoksa uçacaktır avuçlarındaki beyaz güvercin.
Rüstem sözünü bitirir bitirmez sohrab öyle bir hamle yaptı ki rüstem bir an olsun sol tarafının kopup gittiğini, bedeninden ayrıldığını zannetti. Daha kendine gelmeden sohrab ikinci hamleyi de indirmişti ve rüstem sendeleyerek yer düşmüştü. Biran olsun gözlerindeki ferin gittiğini zannetti. Azrail’in uçsuz bucaksız kanatlarıyla üstünden uçtuğunu gördü biran. Sohrab onun sendeleyerek düştüğünü görünce hemen onun yaptığı gibi oda bir adım geri çekilip ayağa kalkmasını bekledi. Rüstem daha ayağa kalkmadan sohrab ‘ doğru söyle persiyanın cengaveri sen zaloğlu değil misin. Persiyada ancak rüstem savaşır senin gibi. Onun bilekleri ancak tutabilir senin tuttuğun kılıcın kınından. Onun yüreği ancak beni kaldırıp yere indirecek yüreğe sahiptir. Bak yiğit Hadşir’i görmedin mi altımda un ufak olup düşüverdi de kalesini almama hiçbir şey diyemedi.’
Rüstem ‘ sen benim rüstem olduğumu sanma yiğidim. Persiyanın bütün cengaverleri benim gibidir. Sen birde rüstemi gör. O seni un ufak edebilecek güçtedir. Nice kralları tahtlarından etti de, nice şeytanların başını vurdu da tanrılar hiçbir şey söyleyemedi ona. Sam Sawur’un torununa korkudan hükümdar Key Kawus bile bir şey söyleyememekte. Sen mi ona söyleyeceksin. Seni bir kılıç darbesiyle ikiye bölecek güçtedir o.
Rüstem ve sohrab günün akşamına kadar savaşmaya devam ettiler. Artık rüstem çok zorlanmaya başlamıştı. Kılıç darbelerinde elleri titriyordu. Daha güçsüz bir şekilde sohraba vuruyor buna karşı sohrab’tan gelen darbelerin şiddeti sanki giderek artıyordu.
Sohrab son darbeye hazırlandığında artık bu işin burada biteceğini düşünmeye başlamıştı. Kimsenin onu tutacak gücünün kalmadığını biliyordu. Karşısındaki yiğitin artık tükendiğinin, vücudunda en ufak bir takatının kalmadığını anladığı anda son darbeyi bütün gücüyle indirdi zaloğlu rüstemin başına. Rüstem her ne kadar kendisini korumaya çalıştıysa da yeterince koruyamamıştı. Kılıcı elinin arasından fırlayıp düştü ve oda kılıcının tam tersine düştü. Sohrab Zaloğlunun yakasından tutup kılıcını kaldırdığında rüstemin kellesini almak için rüstem ‘ ey yiğit persiyada ancak ikinci kez yenilenin kellesi alınır. Sen bunu bilmez misin. Sana böyle bir haber vermediler mi seni persiya üstüne zafere gönderenler.’
Rüstemin söyledikleri üzere sohrab kılcını kınına sokup ayağa kalktı. Kendinden emin bir vaziyette ‘seni yarın burada gene bekleyeceğim.’ diyerek kaleye doğru yola koyuldu.
Rüstem giden sohrab’ın arkasından bakınırken artık sonunun geldiğinin farkına varmıştı. En önemlisi de her zaman eceliyle öleceğini düşünmüş onu alt edecek bir insanın hiçbir zaman doğmayacağını tahmin ediyordu. Şimdi bıyıkları daha terlememiş olan bu yiğitin arkasından bakınırken ölümün ona ne kadar da yakın bir mesafe de durduğunun farkına ilk defa varmıştı.
Elleri titreyerek üstünde ki elbiseyi çıkardı. Sohrab’la savaştığı alanın ilerisinde bulunan göle doğru yürümeye başladı. Gidip buz gibi suya girdi. Suyun içinde epey bir zaman kaldı. Onun yerinde kim olsa o su da bütün damarları buz tutar donup ölürdü. Fakat buna rağmen rüsteme hiçbir şey olmamış aksine sanki saçlarına ak düşmüş, yaşlanmış olan rüstem gençleşmiş ve gençliğinin bütün ateşiyle ortaya çıkmıştı. Rüstem hiç olmadığı kadar iyiydi. Elleri titremiyordu ve yüreğindeki tedirginlikten artık eser kalmamıştı.
Sabah elbisesini giyip kılıç kuşanıp savaş alanına gittiğinde sohrab’ın uzaktan geldiğini görmüştü. Önceleri sohrab’tan çekinmesine rağmen bugün gene sohrab’ı görünce bir çocukla savaşmamak gerektiği aklının bir köşesine girmişti. Sohrab yanına gelip de ondan daha heybetli daha kuvvetli olduğu görününce bile bu fikrinde değişme olmamıştı. Kendinden çok emindi. Gözlerini sohrab’tan hiç ayırmadan kılıcını çekip yere-kendisi ile sohrab’ın ortasına- bıraktı. Sohrab ona bir iki adım yaklaşınca ona hiç fırsat vermeden sağ adımını öne atıp sohrab’ı belinden yakaladığı gibi başının üzerine kaldırdı. Sohrab böyle bir hamleyi düşünmeden rüstem sohrabı kılıcın üzerine indirdi. Sohrab’ın kılıcın üzerine düşmesiyle kılıcın ucu yön değiştirip, sohrab’ın sağ tarafından elbisesini yırtıp içeri girdi. Sohrab düştüğü yerden bir daha kalkamadı. Yerde yatarken rüstem’e ‘ ey persiyanın yiğiti sen böyle bir yiğitken kim bilir rüstem’in yiğitliği nasıldır. Şunu unutma ki ben bir Turanlı değilim. Benim babam Zal oğlu rüstem’dir ve annem de samangah’ın perisi tamineh’tir. Babam rüsteme anlatırken savaşını oğlunu öldürdüğünü bilmesin. Çünkü ben onun için buraya gelmiştim. Onun emrinde bütün kralları dize getirecek ve babam rüstem’i dünyanın hükümdarı yapacaktım.’
Sohrab bunları söyledikten sonra rüstem dövünmeye ve ağlamaya başladı. Ağlamaklı bir sesle ‘ bil ki ben baban rüstemim’ dedi. Sohrab ‘ tahmin etmiştim zaten. Annem tamineh onun gibi bir yiğidin yeryüzünde varolmadığını ve kimsenin onun karşısına çıkma cesaretini göstermediğini söylemişti bana.’
Rüstem artık her şeyi öğrenmişti. yıllar önce kaçırılan atı rakş’ın peşinden düşmanı afrasiab’ın toprakları olan samangah krallığına tek başına girmiş ve burası düşmanının toprakları olmasına rağmen saygıda kusur etmemişlerdi kendisine. Onun yiğitliğini bildikleri içinde herkes ondan kokuyordu. Samangahın kralına atını bulmaları gerektiğini söylemiş tez bir şekilde atını bulmuşlardı. O gece sarayda onun için ziyafetler verilmiş ve şölenler yapılmıştı. Hemen gecesinde de kendisine ayrılan yere yatmak için gidince orada tanimeh’le karşılaşmıştı. Tamineh rüstemin kahramanlıklarını her zaman dinlemiş ve onu görmeden ona aşık olmuştu. Tamineh’in onun odasında olduğunu bilen bir cariyesi hemen gidip krala haber verince kral alelacele rüstem’in odasına gelmişti.
Güzel Tamineh’i karşısında gören rüstem’de tamineh’e vurulmuş ve kral odasına geldiği gibi kızını ondan istemişti. Samangah’ın kralı kızını rüstem’e vermiş rüstem’le akrabalık bağı kurduğuna inanmayarak, sanki bir rüyadaymışcasına oradan ayrılmış ve rüstem’le tamineh’i yalnız bırakmıştı.
İşte o geceden sonra rüstem samangah’tan ayrılınca halk kralın böyle bir kızının olduğunu öğrendi. Tamineh’te sohrab doğduktan sonra rüstem’e bir oğlunun olduğunu haber vermiş bundan sonra onunla hiç haberleşmemişlerdi. Fakat turanın kralı afrasiab kendi topraklarında sohrab gibi bir cengaverin olduğunu duyunca kendi savaşçıları barman ve human’ı göndertip sohrab’ı kandırarak rüstem’le savaşmasını istemişti. Sohrab’ın Rüstem’in oğlu olduğunu öğrenince de ikisinden hangisinin ölümü olsa da gene kendisinin karlı olacağını hesaplamıştı. Rüstem ölürse ondan kurtulacağını eğer sohrab ölürse Rüstem’in ise oğlunu öldürdüğünden dolayı kahrından öleceğini tahmin ediyordu. Ve böylece afrasiab’ın önü açılmış olacaktı. Zaten Rüstem olmadan hükümdar Key Kawus’un bir işe yaramadığını da biliyordu. Kaç defa hükümdar esir düşmüştü de zaloğlu tek başına gidip onu kurtamıştı.
Rüstem şimdi oğlunun başında ağlarken, oğlunu öldürdüğünü öğrenmişken üstünü başını paralıyordu. Yerden avuç avuç toprak alıp kafasından aşağı döküyordu. Rüstemin askerleri de her ne kadar önce zafere sevinmişse de olanları öğrendiklerinde onlarda üstlerindeki elbiseleri yırtıp başlarından aşağı avuç avuç toprak döküyorlardı. Komutanlarına hiçbir zaman saygı da kusur etmemişlerdi ve şimdi de etmiyorlardı. Komutanlarının acısını onunla beraber yaşıyorlardı.
Rüstem oğlunun cenazesini siestan’a götürüp orada defnettikten sonra Tamineh’e bir mektup yazıp ulakla gönderdi.
Tamineh soğuk,kasvetli sarayının merdivenlerinden aşağı indi. El işi muhteşem kapıdan dışarı, bahçeye çıktı. Bu kapı kral babasının ülkesindeki en iyi ustaları tarafından aylarca çalışılarak yapılmıştı. Eşi benzeri hiçbir yerde bulunamazdı. Tamineh kapıdan dışarı çıkarken ellerini tahta kapının oymaları üzerinde gezdirmiş muhteşem işçiliği bir daha görmüştü. Tamineh’in yumuşacık teni kapının ruhunda gezinirken onun aklı çok uzaklarda olduğunu bildiği ama nerede olduğunu bilmediği oğlundaydı.
Oğluna babasının kim olduğunu söylediğinde gözlerinin içindeki ışık nasıl da belirivermişti. O günden sonra babasını bulmaya ant içmiş ve bu uğurda annesinin bile sözünü dinlememişti. Yola büyük bir zaferin edasıyla çıkmış ve daha çıktığı ilk muharebede büyük bir başarı sağlamış ve bir kaleyi de ele geçirmişti. O artık bir yiğitti ve adını da hak edecek bir iş yapmıştı.
Tamineh büyük tahta kapıdan hoş kokularla dolu bahçeye adımını her attığında kendini dünya üzerinde kurulmuş olan cennette zannederdi. Nitekim bugünde öyle olmuştu. Ellerini hoş kokulu çiçeklerin, güzel güllerin üzerinde gezdirirken bazen de eğilip çiçekleri kokluyor ruhuna cennettin derinliklerinden Kevser suyunun bereketini karıştırıyordu.
Bahçedeki bütün çiçekler birbirinden güzeldi. Hangi tarafa baksa cennetin herhangi bir köşesinden gelmiş bir çiçeğe rastlıyordu. Düşlerin en güzel olduğu, zamanın bütün kötülüklerinin yok olduğu bir andaydı sanki. Temiz havayı bolca içine çekerek bu güzelliğin bitmemesini umdu biran. Ama biraz sonra oğlu düşünce aklına ruhunda ince bir sızı hisseti. Nerede olduğunu bilmiyordu. Ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Küçükken sanki hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmayacaklarmış da sonsuza kadar beraberce yaşayacaklarmış gibi geliyordu. Ama şimdi öyle değildi. Ona gitme dediğinde sözünü dinlettirememiş ve onun gitmesini gözü yaşlı olarak arkasından seyretmişti. Ufukta kaybolana kadar arkasından bakmış daha sonra da olduğu yere çöküp bir süre orada kalmış ve kapıdan içeri girerek kimseye görünmeye çalışmadan odasına gitmişti.
Doğduğu gün kimsenin beklemediği bir cengaverin doğduğunu herkes anlamıştı. İki ay erken doğmasına rağmen normal bebeklerin neredeyse iki katından fazla büyüklüğe sahipti.
Daha küçük yaşlardan itibaren diğer çocuklar onun yanından geçmeye cesaret edemiyorlardı. Yaşıtlarının neredeyse iki katı büyüklüğündeydi ve çok kuvvetliydi. On beş yaşına geldiğinde ise kimse ona karşı çıkamıyor nice yiğitler güçlü kollarının altında yere düşüyor ve bir daha kalkmaya cesaret edemiyorlardı.
Tamineh şimdi bahçede dolaşırken ve hoş kokuları ruhunun cennetindeki en güzel meskenlere yerleştirirken kapıdan iri yarı olan arap hizmetçisi girdi. Hizmetçisinin adı Şemsubar idi. Babası yıllar evel kral Key Kawus’un bir çağrısına cevap verip persiyaya gittiğinde oradan satın almıştı. Babası onu annesine hizmetçi olarak getirtmişti. Ama annesi öldükten sonra bu iri yarı arap hizmetçi ona hizmet etmeye başlamıştı. Her ne kadar annesi daha hayattayken hizmet ediyor olmasına rağmen de bu kadar hizmet edemiyordu ama şimdi tamamen onun işlerini yapıyor bir dediğini iki etmiyordu.
Arap hizmetçi kapıdan içeri girdikten sonra yanına gelip başıyla selam verdikten sonra elinde papirüs ağacından yapılmış ve katlanıp bağlanmış kağıdı ona uzatıp ve hiçbir şey söylemeden geri dönüp kapıdan çıkıp gitmişti. Katlanmış olan kağıdı çevirip baktığında üzerinde ‘Kraliçe Tamineh’e’ yazısını gördü.
Tamineh okuma yazmayı kral babası sayesinde öğrenmişti. Babası halkının bile varlığından haberi olmayan kızını ülkesinin en bilgin insanlarını ve alimlerini getirtip eğitmiş hiçbir kadının okuma yazma bilmediği bu ülkede kızının öğrenmesini sağlamıştı. Bilgin ve alimlerden bazılarının persiyalı olmasından dolayı persçe dilini de öğrenmişti.
Şimdi hayatında belki de ilk defa persçe bilmesi işine yarayacaktı. Beyaz, pamuk gibi olan narin elleriyle papirus’tan yapılmış kağıdı açtığında sayfanın en üstünde pers dilinde ‘ Rüstem’den’ diyordu. Tamineh Rüstem’in adını görünce biran için sevindi ama daha sonra oğlu aklına gelince içine amansız bir korku yerleşti. Eğer Rüstem gönderdiyse bu mektubu o zaman o yaşıyordu. Ama ya oğlu. Peki ona ne olmuştu acaba. Bin bir korkuyla gözlerini Rüstem’in yazdıklarından aşağı kaydırırken korkusu bütün bedenine hakim olmaya başlamıştı. Biranda gözleri doldu, elleri titremeye başladı ve durduğu yere düştü.
Kapının öbür tarafında bekleyen hizmetçisi onun düştüğünü görünce bağırıp çağırarak bahçeye koştuğunda hemen arkasından herkes gelmişti. Kraliçeyi kaldırıp götürdüklerinde avucundaki kağıt parçası oracıkta düşmüştü.
Kimse o gün ne olduğunu anlayamamıştı hizmetçisinden başka. Hizmetçisi yere düşen kağıdı almış ve daha sonra okumuştu. Okumayı arap diyarına gelen zengin bir tüccar olan persiyalı kocasından öğrenmiş ve kocası öldükten sonra da her şeyleri tükenince o da bir esir tüccarının yanına gitmiş onu pazarda satmasını istemişti. Tüccarda bu iri yarı hanımı iyi bir fiyata satarım düşüncesiyle pazara götürmüş fakat hiç kimse almayınca mecburiyetten tanıdığı birine bedava olarak vermişti.
Kadın Rüstem’in gönderdiği kağıdı açıp baktığından mektupta şunların yazılı olduğunu görmüştü:
‘ Rüstem’den’
‘ Tamineh. Ey beyaz çölün, uçsuz bucaksız gölgelerin güzel bakışlı, yumuşak tenli, söylediği sözü cennetten alıp getiren, ellerinin dokunduğu yerde bütün dertlerin bittiği, daha hiç kimsenin kralın sarayında böyle bir güzelin olduğunu bilmediği, bilmeyenlerin, bilinmeyenlerin narin prensesi. Gözlerinde tut da bırakma sakın geçmesin günler. Azrail pençemize yapışmasın. Uzakta da olsa beraber çarpsın ama incinmesin. Cennettin gül bahçelerinden çıkıp gelen o güzel kuşlar cehennemin kor ateşinde yanmasın. Tanrının en güzel gözlerini ağlayarak kör etme sakın. Ve şunu bil ki ben bilerek oğlumu öldürmedim. Eğer bilseydim tekrar sana geri gönderirdim. Ama olmadı. Beyaz şeytanın gölgesi bu sefer oğlumla birbirinden ayırdı.’
Hizmetçi kadın mektubu okuduktan sonra papirus kağıdından yapılmış olan mektubu katlayıp belindeki kemerin altına sıkıştırdı ve merdivenlerden yukarıya, Tamineh’in yanına çıktı. Bu sırada Tamineh’te kendi odasında oğlunun yasını tutuyordu gözleri yaşlı ve elleri titreyerek yiğit oğlunun ölümüne ağıt yakıyordu.
Rüstem’in mektubu Tamineh’e ulaşır ulaşmaz Tamineh’in içine korku girmiş sanki ne olduğunu mektubu okumadan öğrenmişti. Mektubu açarken gözlerinden bir iki damla yaş akıp mektubun üzerine düştü. Okuduktan sonra da olduğu yere yığılıp düşmüştü. Tamineh bir süre oğlunun yasını tutmaya çalışmış fakat bu acıya dayanamayarak oda oğlunun yanına gitmişti. Tamineh’in de oğlunun arkasından öldüğünü öğrenen Rüstem çökmüş artık hiçbir şey yapamaz hale gelmişti. Rüstem her şeyden kendini soyutlamış dışarı hiç çıkmıyor kimseyle konuşmuyor hiçbir şey demiyordu.
Nihayetinde oğlunun ölümünden yaklaşık iki ay sonra yavaş yavaş kendine gelen Rüstem sarayının merdivenlerinden yavaşça aşağı indiğinde artık yasını bitirdiğini söyleyerek halkının arasına döndü.
Ünal Çağabey