- 1989 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
ÇOK UZAK BİR YER
Bir zamanlar bütün ahali çok uzak bir yere gidiyorduk. Aramızda ihtiyarlar, henüz yürüyemeyen çocuklar ve hamile kadınlar da vardı. Onlar biraz hızımızı kesiyordu ama, yine de yavaş sayılamayacak bir süratle yürüyorduk.
Yola çıkmadan önce sakalı burun deliklerine doluşmuş sarhoş bir bilge bize dedi ki:
“Gidin ulen! Orada sizi daha önce hiç görmediğiniz bir şey bekliyor.” İhtiyarlar irkildi bu sözden. Köstekli saatlerini ceplerine soktular. Hamileler karınlarını tuttu. Gençler bir şey yapmadı. Ben de gençtim. Bir şey yapmadım.
Uzunca bir kavağı yere devirip önünde saf tuttuk. İstiyorduk ki, hepimiz aynı şartlarda yürümeye başlayalım. Sonra mazeret kabul etmeyecektik. Biz dediğim kim miydik? Ben ve ahali…
Baktık her şey eşit. Bazılarının göbeği kavaktan ileri doğru sarkmıştı ama onu da görmezden geldik. Bir ara yaşlı bir kadın, ayağına büyük gelen ayakkabısını herkesten öne uzatacak oldu. Uyardık, gitti tam ayağına göre mastika lastikler giydi. Onu beklerken altı ay geçti ama ses etmedik.
Sonra…Biri bizi itti. Hiç birimiz ‘kim bu’ demedik. Ama hepimiz sarhoş bilgeden şüphelendik. Biz tozu dumana katmadan yürümeye başlamıştık ki, bilge bir kez daha ardımızdan seslendi:
“Yolda kimi görürseniz görün konuşmayın. Ananız yere yığılsa geri dönüp bakmayın. Yoksa gittiğiniz yol kadar daha yol eklenir hanenize. Ebedi o çok uzak yeri göremezsiniz.”
Yürüyorduk…Gençler yürüyordu daha doğrusu. İhtiyarlar sürükleniyor, hamileler sekiyor, yürüyemeyen çocuklar kucakta gidiyordu. Köyün ortak eşeği Kehribar da bizi izliyordu. Gerçi yola çıkarken arkamızdan geliyordu. Geri dönüp bakamadığımız için, Kehribarın bizi izlediğini sadece farz edebiliyorduk.
Hemen yanımızdaki oto yoldan seçim otobüsleri, metal yüklü kamyonlar bir de fahişeler geçiyordu. Otobüslere ve kamyonlara bir şey demiyorduk ama, fahişeler geçerken ahaliden ince bir uğultu yükseliyordu. İhtiyarlar sakallarıyla yüzlerini kapatıyor, kadınlar tükürür cinsten bakışlarını fahişelere isabet ettirmeye çalışıyor, hamileler garip bir böbürlenmeyle karınlarını gösteriyordu. Yürüyemeyen çocukların ne kamyonlar ne otobüsler ne fahişeler umurundaydı. Gençler sezdirmeden çok uzak yerde bunlardan var mıdır diye düşünüyordu.
Bir yıl bir gece kadar yürüdüğümüzde şerif bizi durdurdu. Durduk tabi. Biz durunca muhtar emmi bozuldu. Galiba kendini devrik hissediyordu. Ama o da durdu. Şerif paslı rozetini başının beş kuruş büyüklüğünde erozyona uğramış yerine yapıştırarak:
“Kanun namına geri dönüp analarımız ne halde diye bakın!” diye bağırdı. Düşündük. Bilgenin sözlerini hatırladık. Biz düşünürken muhtar herkesten öne çıkmamaya gayret ederek:
“Onun anasından bize ne?” dedi. “ Bize ne?” diye tekrarladı bazılarımız. Bazılarımız boyunlarındaki Meryem Ana kolyesini öptü ve ağladı. Hacılar tespih çekiyordu. Onlar o kadar yaşlıydı ki, analarının ne önde ne arkada olması umurlarında değildi. Birkaç serdengeçti geri döndü, o zaman bir “ana” feryadı sahrayı titretti. Ben yan gözle sıraya baktım. Anamı mavi lastik ayakkabısından tanıdım. O yüzden ses etmedim. Geri dönüp bakanlar anında bir yıl bir gece arkaya geçti. Saflar seyrelince yanımdaki iri adamın kasap Hamdi olduğunu fark ettim. Beş kişilik kontenjanı bir göbeğiyle işgal etmesini insan haklarına aykırı buldum. Kişi başına düşen milli genişlik ölçülerinde sınırlama yapılmalıydı. Ama bunu kimseye söylemedim. Zira Hamdi’nin gölgesi de iriydi ve bir tarafımı güneşten koruyordu.
Şerif bile anası için geri dönüp bakmadı. Bu yüzden ondan biraz şüphelendik. Hemen yanındaki papazlar bile ona didikleyici gözlerle bakıyordu. Sonra papazlardan biri:
“Hazır durmuşken, günah çıkartın” dedi. “Son güne bırakıp papaz önlerinde yığılmaya mahal vermeyin.”
“Hayır” dedi şerif. “ Daha beş ay var. Herkes son hafta günah çıkartacak.” Diğer papaz itiraz etti.
“Olur mu şerif, Robin haklı. Son güne bırakmayalım. Biz de insanız canım. Son gün papazlar birbirlerinin günahlarını çıkartacaklar.”
Mola bitmeliydi. Zaman daralıyordu. Günah çıkarma konusunda uzlaşamadan yola koyulduk. Adımların kum hışırtısına bulanan sesine rağmen birkaç kişi ilerideki iki adamın konuşmalarını duyuyordum.
“Günah çıkartmak da ne?”
“Bunlar her hafta bir sürü halt işler, sonra geçerler rahibin önüne bir bir anlatırlar yaptıklarını. Rahip de gün aşırı Allah’a iletir elindeki raporları.”
“Tövbe tövbe” dedi onları dinleyen bir kadın.
Dalgalı bir kum tepesinin önünde durduk. Aslında şerif durdu, biz de onun önüne geçmeye cesaret edemediğimiz için ayaklarımızı omzumuza aldık. Tepenin ardından bir ihtiyar çıktı. Bir gözü ağlıyor, diğer gözü gülüyordu ve bize: “Akrep en son kendini zehirler.”dedi. Biz bir şey anlamadık. Herkes birbirinin kızarık ve kumlu yüzüne baktı. Bir kez daha sarhoş bilgeyi hatırladık. ‘Kimseyle konuşmayın’ demişti. Dilimizi ısırdık. Ama bazıları merakına yenik düştü. Bunların ekserisi kadınlardı. Bir tanesi “Ne akrebi” diye çığlık atınca, diğerleri yerinde zıpladı. Zıplayanlardan bir kaçı çizgiden öne, bir kaçı geriye düştü. Konuşanların ağzından kuyruksuz akrepler çıktı. Sonra hepsi gözlerimizin önünde kayboldu. Tepedeki ihtiyar yankılı bir kahkaha attı ve topallaya topallaya gözden kayboldu. O ana kadar suskunluğunu koruyan muhtar emmi daha fazla dayanamadı ve “Piskolojik deli!” diye bağırdı. Sesinde canı yananlarınkine has bir keder vardı. Sonradan; karısının ağzından akrep çıkanların arasında olduğunu öğrendiğimizde, ona biraz acıdık. Ama sonra acımız geçti. Çünkü o kadını sevmiyorduk. Muhtar emmiden gizli, ikametgah kağıtlarından bir lira aldığından beri sevmiyorduk.
Çok yorulmuştuk. Aynı anda hem yürümek, hem sıraya dikkat etmek gerçekten zor işti. Bir de geride kalanlara dönüp bakamamanın verdiği azap bizi nefesimizden bezdirdi.
O kadar yürüdüğümüz halde havanın kararmayışından şüphelendik. Güneş hala yola çıkarken gördüğümüz açıdaydı.
Kucaklardaki çocuklar o kadar büyümüştü ki, onları taşıyan babalar, yarı bellerine kadar kuma gömüldü. Yolculuk onlar için daha çetin bir hal almıştı. Bir elleriyle omuzlarındaki çocukları tutuyor, diğer elleriyle gömüldükleri kum çukurunda yürüyebilecekleri bir yol açmaya çalışıyorlardı. Biz ne onlara yardım edebiliyorduk, ne görmezden gelip yürüyebiliyorduk. Artık iyice yol alamaz hale gelince şerif bizi bir kez daha durdurdu.
“Kanun namına herkes omzundaki çocuğu bıraksın.”
Babalar bu emre uymak istemedi. Çocuklar büyümüştü ama hala bu zorlu yolculuğa ayak uydurabilecek çapta değillerdi. İçlerinden biri “Olmaz öyle şey!” diye bağırdı. “Bırakmayız çocukları!”
Şerif kaşlarını çattı. “O halde” dedi, “Kalın geri.” Adamlar yanlarındaki karılarıyla vedalaştı. Kadınlar gözyaşı dökmeden ağlaştı. Sonra adamlar omuzlarındaki çocuklarla beraber arkalarına dönüp baktı. Hepsi aynı hızda gözden kayboldu.
Muhtar içinden bu olanlara itiraz etti. Ama kimse onu duymadı.
Şerif başındaki rozeti çıkartıp pantolonunun askısına taktı. Bir iki kere öksürdükten sonra iki kolunu yana açarak “Evlatlarım” dedi. “Çok uzak yere vardığımızda, bütün bu acıları unutacağız ve geride bıraktıklarımızın bize yetişeceği günleri bekleyeceğiz. Ucunda ölüm yok. Onlar kahramandır ve mutlaka bize yetişeceklerdir.”
Herkesin yüzü aydınlandı. İçimizdeki çok uzak yer aşkı yeniden depreşmişti. Heyecanlanan hamilelerden birinin sancısı başladı. Sonra diğerlerinin. O kadar çok bağırıyorlardır ki, güneş korkusundan sahranın dibine saklandı. Böylece gece oldu. Kadınlar hala bağırıyordu. Şerif cebindeki feneri çıkartıp başını çevirmeden onlara doğru tuttu. Kadınlar dizlerinin üzerine çökmüş etraftaki kadınlardan yardım diliyordu. Oysa kimse onlara yardım edemezdi. İşin ucunda hizayı bozmak ve yok olmak vardı.
Şerif daha fazla dayamadı. “Sıkın kendinizi kadınlar, doğurmayın lütfen!” diye bağırdı. “Burada doğurursanız kütüklerine doğum yeri sahra yazar. Oysa ‘çok uzak yer’ yazsa onlar için daha hayırlı olur.”
Muhtar “Yeter ulan” diye bağırdı. “Nerede doğduğunun ne önemi var.”
“Olur mu” dedi şerif. “Doğduğun yer önemlidir.”
Kadınlar biz yürüyemeyeceğiz diye ağladı. Sonra ardı ardına bebek çığlıkları geldi…Bebekler annelerinden geriye düştükleri için lohusalar çaresizce geri dönmek zorunda kaldı. Daha bebeklerine sarılmamışlardı ki, hepsi yok olup gitti. Geride göbeklerinde yarım metre birer bağla ağlayan onlarca bebek kaldı.
Hepimiz bu duruma şaşırdık. Bebekler nasıl oluyor da arkada kaldıkları halde yok olmuyorlar diye düşündük. Tam düşüncemiz bitmişti ki yanımızda topal bir kadın belirdi. İki elini beline koymuş, dişsiz ağzını sağa sola ite ite sakız çiğniyordu.
Kadın:
“Onlar sözleşmeye dahil değil” dedi bir yıl sonra. “Siz yolculuğu kabul ederken onlar yoktu” dediğinde onu göreli iki yıl olmuştu.
Herkes aynı şeyi düşünüyor ama kadına sormaktan korkuyordu. “Onlar ne olacak?”
Muhtar “Bebeler bizimle gelecek” dedi. Şerif kaşlarını kaldırmak suretiyle itiraz etti. “Onları almak için arkamıza dönmemiz lazım. Anaları yok oldu, bize acırlar mı?” diye mırıldandı yanımda duran kasap Hamdi. O ana kadar içinde bir kalp olduğundan şüphelendiğim adam ağlıyordu. Sonradan öğrendik ki, kaybolan lohusalar arasında Hamdi’nin karısı da vardı. Bu duruma sahiden üzüldük. Çünkü Hamdi’nin karısı muhtarınkine benzemiyordu.
Bebeklerin ağlamasına dayanamayan bir baba dişsiz kadına sordu: “Söyle ne yapalım kadın? Bebeleri nasıl almalıyı?” Daha ağzından “z” harfi çıkmamıştı ki adam kayboldu. Dişsiz kadın kahkahalar atarak kumun içine gömüldü.
Çocuklar doğalı üç yıl olmuştu ve biz hala ne yapacağımızı bilemeden olduğumuz yerde duruyorduk. Birden gençlerden biri bağırdı: “Ben buldum!” Şerif pantolonun askısındaki rozeti çıkartıp başına koydu ve gence sordu “Ne buldun adamım?”
Genç heyecanla anlatmaya başladı: “Bebeklerin göbeklerinden sarkan bağı tutup çekeceğiz.”
Bir kadın endişeli bir sesle “İyi de nasıl” dedi. “Geri dönmek yasak.”
Genç gülümsedi. “Onu da düşündüm hanım teyze. Arkasında bebek olan kişi, bacaklarını açacak ve eğilip ellerini bacaklarının arasından geriye doğru uzatacak. Böylece geri dönmemiş olacak.”
Muhtar “İyi fikir” dedi. “Şimdi arkasında bebek olanlar hizayı bozmadan bebek babalarıyla yer değiştirsin.” Ahali tedirgindi. Ya sendeleyip çizgiden çıkarsak diye korkuyorlardı. Benim yanımda Hamdi vardı. Dolayısıyla ben de korkanlardandım. Hem o göbekli bir adamdı. Maazallah göbeğinin beni devirmesi olası bir kazaydı. Sonuçta birkaç kayıpla bebekleri kurtarmayı başardık. Babaları onları sütlü annelere teslim edince yolumuza devam edebildik.
Hepimiz biraz kan kokuyorduk.Çok geçmeden kokunun kaynağı anlaşıldı. Bebekler teslim edildikleri kadınları yemişti. Kadınlar gövdelerinde iki derin çukurla oldukları yere yığılınca mecburen bir kez daha durduk. Hala karanlıktı. Şerif yeniden feneri açtı ve sıraya doğru tuttu. Gördüklerimiz o kadar korkunçtu ki, olduğumuz yerde çöküp başımızı kuma soktuk. Bebekler hiç aralık vermeden kadınları yemeye devam etti.
Şerifin yüzündeki kabusu görebiliyordum. Kadınlardan geriye sadece başları ve bacakları kalınca “Herkes ben üç deyince bir adım öne çıksın” dedi. O üç dediği anda kadınlar ve bebekler bir adım gerimizde kaldı ve kadınların cesetleri anında kayboldu. Bebekler oldukları yerde kaldı. Geride kaldıklarını yanımızda olmayışlarından ve arkamızdan gelen hırıltıya benzeyen seslerinden anladık.
Bazılarımız çok uzak bir yere gitmek istediği için pişmandı. Berber Rasim: “İşler kesat olsa da dükkanımda olmayı yeğlerdim” deyince muhtar söze girdi.
“Bu lanet yerden kurtulsam diyen sen değil miydin? O lanet bilgeyi köye çağıran da sendin, bizi çok uzak bir yerde daha güzel bir hayat var diye ikna eden de…Şimdi sus!”
“Evet” dedi bir rahip. “Bizi de siz kandırdınız.” Şerif başını salladı. Sonra yine onun talimatıyla uygun adım yürümeye devam ettik. Çok uzak bir yerin yakında olduğunu hissediyorduk. Azalmıştık, yorulmuştuk ve korkmuştuk ama hala çok uzak bir yer için umutlarımız vardı. Bir yıl önceki isyanı dahi unutmuştuk. İki yıl sonra ise berber Rasim’e kızmaz olmuştuk.
Altı ay daha karanlıkta yürüdükten sonra güneş kumların içinden çıktı. Gözlerimiz ilk anda hiçbir şey göremedi. Sonra yavaş yavaş ışığa alıştık ve ihtiyarların bizimle olmadığını gördük. Sessiz sedasız yok olmuşlardı. Zaten buraya kadar gelmeleri bile bir mucize sayılırdı.
Biri ‘durun’ diye bağırdı. Durmadan önce yan gözle Şerif’e baktık. Bağıran da ona bakıyordu. Şerif de ‘durun’ deyince durduk. Bağıran papazlardan biriydi. Çok zayıflamıştı. O kadar ki; giydiği cübbenin boğaz kısmı beline düşmüştü. Yanındaki diğer papaza döndü ve “Robin, Tanrı aşkına günahlarımı çıkart.”dedi. Herkes yarım gözle onlara bakıyordu. Robin boynundaki haçı çıkarttı ve papazın alnına tuttu. “Anlat çocuğum” dedi. Papaz utana sıkıla hizadakilere baktı. Yapacak bir şey yoktu ölmek üzereydi ve günahkar gitmek istemiyordu. Çaresiz anlatmaya başladı. Her itirafında Şerifin ve papaz Robin’in yüzü bir ton daha kızardı. Üç adam ötemde duran imam gözleri kapalı bir halde mevlit okumaya başladı. “İndiler gökten yere…”Papazlar onu duymadı tabi. Sonra papaz öldü. Robin feryat etti. “Tanrım benim günahlarımı çıkartacak kimse kalmadı.” Ölen papazı orada bırakıp çok uzak bir yere doğru yürümeye devam ettik.
İki yıl sonra Şerif durdu. Biz de durduk. Az ilerimizde dev bir tabela vardı. “ÇOK UZAK BİR YERE HOŞ GELDİNİZ. GİRİŞ BADAVA”
Hepimiz çok sevindik. Bazılarımız sevinme işini abartınca o son raddede hizadan dışarı çıktı ve kayboldu.
İçeride bizi bekleyen güzelliklerin heyecanıyla kahkahalar atıyorduk. Yemyeşil ormanlar, sınırsız yiyecekler, güzel kadınlar ve adamlar ve bol para bizi bekliyordu. Atalarımızın hiç ettiği dünyadan kurtuluyorduk artık. Heyecanla hizadaki ayaklara baktım. Bir daha baktım…Sonra bir daha…Mavi lastik ayakkabıları göremeyince, olduğum yere yığıldım. Annem aramızda değildi. Hamdi omzuma dokundu ve “annen için yürümelisin” dedi. Haklıydı. Kalktım ve şerifin talimatıyla herkes gibi yürüdüm.
Beş ayda on adım atıp çok uzak bir yerin kapısından girdik. Herkes adım attığı yerde donup kaldı. Herkesin ağzında şekli bozulmuş bir harf vardı. Sustuk. Suskunluğumuz bir yıl sürdü. Sonra dizlerimize vurduk…
Çok uzak bir yerde bizi bekleyen sadece HİÇ BİR ŞEYDİ…
Sonra kenardaki posta kutusundan bir mektup çıktı:
“Analarınız ve karılarınız benimle…İmza Sarhoş Bilge.”
Gökten üç elma düştü. Üçü de başıma düşünce bu masalı yazdım…Kereveti dinleyene kalsın…
...ENGİNDENİZ...
ÇOK UZAK BİR YER Yazısına Yorum Yap
"ÇOK UZAK BİR YER" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
21 Mayıs 2011 Cumartesi 22:41:47
Fantastik bir yazı...Okudukça kayboldum olayların içerisnde...Korktum da valla.Ya o bebekler, beni de yeselerdi.
Allah,sana güç ve ilham vermeye devam etsin ki;bizler de böyle yazılarınızı okuyalım.
(Benden yine uzun yazmışsınız:)))
Ellerin dert görmesin Aynur.
Selamlar.